tam da içinde bulunduğumuz günlere cuk diye oturacak bir yazı geliyor jean baudrillard'dan
AIDS: Bir Virüsün Salgın Gücü mü Yoksa Korunma Yöntemi mi?
AIDS, elektronik virüsler, terörizm... Eğer bir beden, bir sistem, bir ağ, bütün negatif öğelerini dışarı atar ve bir basit öğeler bileşimine dönüşürse, virüsün hastalık yapabilme gücü kendini gösterir. Virüsten ileri gelen bulaşma, bu anlamda, fraktal duruma ve dijital duruma sımsıkı bağlıdır. Çünkü bilgisayarlar, elektronik makineler birer soyutlamaya, sanal makinelere, beden olmayan bedenlere dönüştüğünden, virüsler içlerinde alabildiğine yayılırlar (bu makineler, geleneksel mekanik makinelerden çok daha dayanıksızdırlar). Çünkü beden, beden olmayan bir bedene dönüştüğü için virüsler onun her tarafını sarar.
Klasik tıp, bedeni bir biçim olarak değil de, bir formül olarak tasarlayan günümüz beden patolojisine karşı artık hiçbir şey yapamıyor. Kanserli beden, onun genetik formülünün iyi çalışmamasının kurbanı olan bedendir. AIDS’li beden, hasarlı bedendir, bağışıklık ağları, antikor ve kontrol ağları etkilenmiş bedendir.
Bu yeni ortaya çıkan patolojiler, özellikleri, kuralları belirlenmiş, nasıl bir örnek teşkil ettiği tanımlanmış bir bedenin hastalıklarıdır, kuralı belli ve örneği olan hastalıklardır.
İnsanoğlu, elektronik ve sibernetik makine olarak tasarlanırsa, virüslerin ve virütik hastalıkların etki alanına dönüşür, tıpkı elektronik virüslerin etki alanının bilgisayarlar olması gibi.
Böyle olması durumunda, artık ne bir tıbbi önlem ne de terapi etkili olabilir, hastalığın sıçramaları “sanal olarak” bütün ağları sarar, simgesizleştirilmiş mekanik diller, simgesizleştirilmiş bedenler gibi virüslere karşı direnç gösteremez. Arıza, geleneksel mekanik aksaklık, eskiden kalma tıbbi bir onarımın etki alanı içindeydi, ama şimdi, ani güçten düşmelere, ani anomalilere, antikorların ani “hainliklerine” karşı (her tür bilinçli korsan saldırılar dışında bile) çaresiz kalınıyor.
Virüs kökenli hastalık, kapalı devrelerin, entegre devrelerin, uygunsuz birlikteliklerin ve zincirleme tepkilerin patolojisidir. Ensestin patolojisidir, geniş ve metaforik anlamda ensestin.
Benzeriyle yaşayan benzeriyle yok olup gidecektir. Değiş-tokuşun, karşılıklı ilişkide bulunmanın, ötekiliğin olanaksızlığı, bu gizil, şeytansı, kavranılamaz bir başka ötekiliği doğurur, bu Mutlak Öteki’nin adı virüstür, basit öğelerden ve alabildiğine yeni bir nüksedişten oluşur.
Bizler ensestçi bir toplumun içindeyiz. AIDS’in önce, eşcinsel ve uyuşturucu kullanan çevrelerde ortaya çıkmasının nedeni, kapalı devre işleyen grupların ensestçi özelliğindendir.
Hemofili, akraba evliliği yapan kuşakları etkiliyordu, yani aynı toplum içinden evlenenleri. Uzun süre servi ağaçlarını vuran garip hastalık bir çeşit virüstü ve bu virüsün nedeni yazla kış arasındaki düşük ısı farkına, mevsimlerin iç içeliğine bağlandı, yani Benzer’in hayaleti bir kez daha vurdu. Her benzerlik zorlanımında, farklılıkların tekrar yerlerine iadesinde, şeylerin kendi görüntüleriyle olan her benzerliğinde, varlıkların ve kodlarının birbirine karıştırılmasında, bir virüsün ensestçi bulaşma gücünün tehdidi, bu öylesine güzel makineyi çalışmaz hale getiren şeytansı bir ötekilik tehdidi vardır. Kötülük ilkesinin başka biçimler altında hortlamasıdır bu (işin içinde ne töre ne de cezai ehliyet vardır, çünkü Kötülük ilkesi, kısacası, tersinirlik ilkesinin ve kara baht ilkesinin eşanlamlısıdır. Tamamen pozitifleştirme, yani simgesizleştirme yolunda olan sistemlerde, kötülük, bütün biçimleriyle, temel dönüşlülük kuralına eşdeğerdir sadece).
Pozitif olma durumunun aralıksız üretimi halinde, ürkütücü bir sonuç ortaya çıkmaktadır: Çünkü eğer negatif olma durumu, kriz ve eleştiriyi doğurursa, mutlak pozitiflik de krizi damıtma yetisi olmadığından felaketi doğurur. Negatif ve eleştirel öğelerini takibat altında tutan, dışlayan, başından savan her yapı, her sistem, her kitle, tersinirlik ve tam bir iç patlamayla bir felaket tehlikesiyle karşı karşıya kalır, tıpkı her biyolojik bedenin bünyesindeki bütün mikropları, basilleri, parazitleri, yani bütün biyolojik düşmanlarını takibat altında tutarak ve dışarı atarak kanser tehlikesiyle, bir başka deyişle, kendi hücrelerini yiyip bitiren bir pozitivistlik tehlikesiyle karşı karşıya kalması gibi; biyolojik bünye de, aynen, artık işsiz kalan kendi antikorları tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
AIDS’in (ve kanserin), modern patolojimizin ve her tür öldürücü virüsün prototipi olması mantıklıdır. Bedeni, yapay protezlere ve aynı zamanda da genetik fantezilere teslim ettiğimizde, onun savunma sistemlerinin düzenini bozar, biyolojik mantığını parçalarız. Kendi işlevlerini dışarıya karşı çoğaltmaya mahkûm edilen bu fraktal beden, aynı zamanda, kendi hücrelerini önüne geçilmez bir biçimde içten küçültmeye mahkûm edilmiştir. Bedende artık hastalığın bir organdan bir başka organa sıçraması söz konusudur: İçerde olan sıçramalar ve biyolojik sıçramalar, bir ölçüde, adına protezler, ağlar, hatlara bağlanmalar dediğimiz dış sıçramalarla simetriktir.
Fazlasıyla korunaklı bir ortamda, beden bütün savunmasını yitirir. Ameliyat salonlarında, korunma o şekilde düzenlenmiştir ki, artık orada hiçbir mikrop, hiçbir bakteri yaşayamaz. Oysa, orada bile, kesinlikle temiz olan bu ortamın dibinde, gizemli, anomalik, virütik hastalıkların doğduğu görülür. Çünkü virüsler direnirler ve boş bir yer bulur bulmaz hızla çoğalırlar. Aslında, mikroplar olduğu sürece virüs yoktu. Eski enfeksiyonlardan arınmış bir dünyada, “ideal” klinik bir dünyada, elle muayene edilemeyen, önlenemez bir patolojik durum ortaya çıkar, bizzat dezenfeksiyondan doğan bir patolojidir bu.
Üçüncü tip bir patoloji. Nasıl ki toplumlarımızda, yasaksız, yaptırımsız ve yatıştırılmış bir toplumun paradoksundan kaynaklanan yeni bir şiddetle uğraşmamız gerekiyorsa, aynı şekilde, yeni hastalıklarla da uğraşmamız gerekiyor ve bu hastalıklar yapay, tıbbi ya da bilişimsel kalkanla gereğinden fazla korunan bedenlerin hastalıklarıdır. Bunlar, bütün virüslere, en “sapkın”, en beklenilmedik zincirleme reaksiyonlara karşı çok duyarlıdırlar. Aksaklık ya da anomiye bağlı olmayan, ama “anomaliye” bağlı olan bir patoloji. Aynı şey kitle için de geçerlidir, orada da aynı nedenler aynı sapkın etkilere, öngörülmedik aynı işleyiş bozukluklarına, anomalilere ve çeşitli terörizmlere neden olurlar; bunlar hücrelerin genetik düzensizliğine benzetilebilir, orada da aynı aşırı koruma, aşırı kodlama, aşırı çerçeveleme söz konusudur. Toplumsal sistem, biyolojik beden gibi, protezlerinin teknolojik karmaşıklığına orantılı olarak doğal simgesel savunmalarını yitirir. Tıp, bu adı olmayan patolojiyi önleyebilmek için epey zorluk çekiyor, çünkü o da aşırı koruma sisteminin, bedeni dört elle sarılarak koruyan ve hastalıkları önleyen bir sistemin içinde yer alıyor. Nasıl ki terörizm sorununa görünürde siyasal bir çözüm yoksa, aynı şekilde, AIDS ya da kanser sorununa da görünürde biyolojik bir çözüm yoktur –ve neden aynıdır: Çünkü bunlar anomalik semptomlardır, belli bir şiddet tipidir ve sistemin kendi içinden kaynaklanan, bir şiddet ya da tepkisel bir bulaşıcılık etkisiyle kitlenin siyasal anlamda aşırı biçimde çerçeve içine alınmasına, ya da sadece bedenin biyolojik olarak aşırı biçimde çerçeve içine alınmasına karşı koyan belli bir yeni hastalıklar tipidir.
Bununla birlikte, virüs bulaşma gücünün bu yeni biçimi, belirsiz bir biçimdir ve AIDS buna örnektir. AIDS, yeni bir cinsel yasak için kanıt teşkil eder, ama artık bu törel bir yasak değildir: Etkisini cinselliğin toplum içindeki dolaşımı üzerinde gösteren işlevsel bir yasaktır. Modernliğin tüm emirleriyle bağlarımız kopmuş durumda. Oysa cinselliğin de, para gibi, enformasyon gibi, dolaşımı serbest olmalıdır. Her şey akıcı olmalıdır, ivme kaçınılmazdır. Virüs tehlikesi bahanesiyle cinselliği azletmek, doların kanseri anımsatan patlamasını bahane ederek uluslararası ilişkileri durdurmak kadar anlamsızdır. Hiç kimse bunu ciddi ciddi düşünmüyor. Oysa, bir anda, AIDS’le, cinselliğe tutuklama çıkartılıyor. Sistemin içinde varolan bir çelişki değil midir bu? Acaba bu kararsızlığın esrarlı bir maksadı var mıdır ve bu maksat, çelişkili bir biçimde, cinsel özgürlüğün aynı derecede esrarlı bir maksadına bağlı mıdır?
Kendi aksaklıklarını, kendi fren yapma düzenlerini yaratan sistemlerin, kendi ilkelerini aşmak amacıyla kendi kendilerini denetlediği bilinir. Hiçbir toplum, kendi değerler sistemine yalnızca karşı koyarak sürdüremez yaşamını: Toplumun bir değerler sistemi olması gerekir, aynı zamanda onu kaçınılmaz biçimde yadsıması ve ona karşı kendi durumunu belirlemesi gerekir. Oysa biz en az iki ilkeye dayalı yaşıyoruz: Cinsel özgürlük ilkesi ve iletişim-enformasyon ilkesi. Ama her şey, sanki tür kendi bünyesinden, AIDS tehdidi yüzünden, cinsel özgürlük ilkesine karşı bir ilaç yaratmış gibi ve kanser yüzünden de (ki bu hastalık genetik kodun bozuk çalışmasıdır, yani sonuçta bir enformasyon patolojisidir), sibernetik denetimin en güçlü ilkesine karşı bir direnme yaratmış gibi olup bitiyor. Peki ya bütün bunlar, zorunlu sperm, cinsiyet, gösterge, söz akışının reddedilmesi, zorunlu bir iletişimin reddi, programlanmış bir enformasyonun, uygunsuz cinsel biraradalığın reddi anlamına geliyorsa? Ya bunlarda, akışkanlığın, devrelerin, ağların büyümesine karşı hayati bir direnç varsa –öldürücü yeni bir patoloji pahasına olduğu kesin, ama sonuçta, bizi daha ciddi bir şeylerden koruyacak mıdır? AIDS’le ve kanserle, kendi sistemimizin bedelini ödüyoruz, ölümcül bir biçim altında, AIDS virüsünün beylik bulaşma gücünü başımızdan savıyoruz.
Hiç kimse bu baştan savarak kurtulmanın etkililiği konusunda önyargıda bulunamaz, ama şu soruyu kendimize sormamız gerekir: Kanser neye karşı, hangi daha kötü olasılığa karşı direniyor, genetik yasanın bütüncül hegemonyasına karşı mı? AIDS neye karşı direniyor? Hangi daha kötü olasılığa karşı direniyor, cinsel bir bulaşıcı hastalığa, bütüncül bir uygunsuz cinsel biraradalığa mı? Uyuşturucuyla da aynı sorun var: Her tür dramatikleştirmeyi bir yana bırakarak, uyuşturucunun bizi nelerden koruduğunu, onun, daha berbat bir kötülük karşısında (rasyonel bir sersemleştirme, toplumda karşılıklı bağımlılık biçimlerine yatkınlık, evrensel programlama gibi) nerede sızma noktası oluşturduğunu kendimize sormamız gerek. Terörizm hakkında da bir o kadar şey söylenebilir: Bu ikincil, tepkisel, ani bir tepkinin boşalımı şeklinde gelişen şiddet, bizi, uzlaşım denilen bir salgın hastalıktan, bir lösemiden, büyüyen siyasal bir yozlaşmadan ve Devlet’in görünmez şeffaflığından korumuyor mu? Her şey ikircikli ve her şey tersine çevrilebilir. Bütün bunlardan sonra, insan kendini, deliliğe karşı, en etkili biçimde nevrozla koruyabiliyor. Bu anlamda, AIDS, tanrının bir cezalandırması değildir, tam tersine, bütüncül bir uygunsuz biraradalık tehlikesine karşı, ağların yayılması ve hızlı ulaşım özelliği kazanmasıyla tam bir kimlik kaybına uğrama tehlikesine karşı, türün savunmaya dayalı bir boşalımı olması muhtemeldir.
Eğer AIDS, terörizm, borsanın çöküşü ve elektronik virüsler polisten, tıptan, bilimden ve uzmanlardan başka, ortak imgelemi de harekete geçiriyorsa, bunun nedeni, rasyonel olmayan bir dünyanın olayları değil de başka bir şey olmalarındandır. Sistemimizin mantığını temsil etmelerindendir, adeta bu sistemin olağanüstü kristalleşme noktaları olmalarındandır. Güçleri, ışıma gücüdür, medya aracılığıyla doğan imgelem dünyalarındaki etkileri ise başlı başına virütiktir.
Bunlar, hepsi birbiriyle ilintili, aynı bulaşıcılık protokolüne itaat eden içkin olgulardır ve hastalık bulaştırma etkisiyle bu etkinin gerçek yansıması birbiriyle karşılaştırılamaz. Bu şekilde, tek bir terörist edim, tüm siyasayı terörist hipotezin ışığında bir daha gözden geçirmeye zorlar, bu şekilde, istatistiksel olarak zayıf da olsa, AIDS’in bir kez bile ortaya çıkmış olması, bütün hastalıklar ve insan bedeni yelpazesini, virüs taşıma ve yetersiz bağışıklık hipotezi ışığında bir daha gözden geçirmeye zorlar. Bu şekilde, Pentagon’un belleklerini bozan ya da Noel kutlaması ağlarının tümünü istila eden ufacık bir virüs, bilgisayar sistemlerinin güvenilirliğini yıkmaya yeter ve bütün verileri, sızma, önceden hesaplanmış yanlış bilgilendirme, tehlike ve kuşku çerçevesinde bir daha gözden geçirmeye zorlar. Bu da nesnel anlamda mizahi bir şeydir.
Bu, en uç olguların ve genelde felaketin ayrıcalığıdır, zira, bütün bu virütik süreçler, kesin biçimde felakete (törel anlamda değil de, şeylerin anomalik seyrinde) bağlıdır. Bütün bu birbiriyle çağdaş süreçlerin birbirinden ayrılamaz özellikte olması, ayrıca bu dışmerkezli olgularla sistemin tamamının bayağılığı arasında bir yakınlık olması, felaketin gizil düzenini oluşturur. Bütün uç olgular kendi aralarında tutarlıdırlar ve böyle olmalarının nedeni, sistemin bütünüyle tutarlı olmalarındandır.
Bu da demektir ki, sistemin rasyonelliğinin kendi urlarına karşı koyacağına güvenmek yararsızdır. Uç olguları ortadan kaldırma yanılsaması bütüncül bir yanılsamadır. Tam tersine, sistemlerimiz ne kadar daha karmaşık olursa, bu olgular da o kadar uç noktada olacaklardır. İyi ki de öyle, çünkü onlar sonuçta sistemin en tepe noktasındaki terapiyi, homeopatik terapiyi sağlayan olgulardır. İyi’nin Kötü’ye karşı stratejisi yoktur artık. Şeffaf, homeo-statik ya da homeo-akışkan sistemlerde, yalnızca Kötü’nün Kötü’ye karşı stratejisi vardır: O da en kötünün stratejisidir. Olası tek strateji ölümcül bir stratejidir ve burada bir seçim yapmak bile söz konusu değildir, biz bu stratejinin gözlerimizin önünde akışını görürüz. Sonuçta, AIDS’in, borsa çöküşlerinin, bilgisayar virüslerinin homeopatik bir bulaşıcılık gücü vardır. Borsa çöküşleri, terörizm, bilişim virüsleri, borç vb, felaketin su yüzüne çıkmış kısımlarıdır ve bunların onda dokuzu sanallığın içinde gömülüdür.
Bütüncül felaket, her enformasyonun her yerde hazır olmasının, bütüncül bir şeffaflığın yaratacağı felaket olsa gerek; bereket versin ki bilişim virüsü bu şeffaflığın etkilerini zayıflatmaktadır. Bu virüs sayesinde, enformasyonun ve iletişimin ucuna, doğru bir hat boyunca gitmiyoruz, ki gitmek ölüm olurdu. Bu öldürücü şeffaflığın uru, onun için aynı zamanda bir alarm sinyali görevi görmektedir. Bir akışkanın hızlanmasına benzer bu biraz: Hızlanma, akışı durduran ya da yok eden burgaçlar ve anomaliler yaratır. Kaos, onsuz, mutlak boşlukta yitip gidecek olan şeylere sınır teşkil eder. Bu şekilde, uç olgular, kendi gizil dağınıklıkları içinde, düzenin ve şeffaflığın en uç noktalarına doğru bir yükselişe geçmesine karşı, kaos sayesinde koruma görevi görür. Söz konusu felaket, yani gerçek felaket, onlar sayesinde sanal kalmayı sürdürür. Eğer somutlaşsaydı, bu her şeyin sonu olurdu. Zaten bugün, hatta onlara rağmen, belli bir düşünce süreci için sonun başlangıcı söz konusudur. Cinsel özgürlük konusunda da durum aynıdır: Belli bir haz alma sürecinde artık sonun başlangıcına gelinmiştir. Eğer cinsiyetlerin bütüncül bir istenmeyen biraradalığı gerçekleşseydi, cinsiyet, eşeysizlik fırtınasına tutularak ortadan kalkardı. Borsa çöküşü ve ticari değiş-tokuşlar da böyledir. Spekülasyon, uç bir olgu, bir taşkınlık olarak, gerçek değiş-tokuşların tümüyle serbestleşmesine ket vurur. Değerin anlık ultra-dolaşımını yansılayarak, ekonomik modeli elektrikli sandalyeye oturtarak, aynı zamanda, bütün değiş-tokuşların serbest dolaşımı durumunda ortaya çıkacak felaketi de elektrikli sandalyeye oturtur –çünkü değiş-tokuşların bu bütüncül serbestliği, değerin gerçekten felaket niteliğinde bir hareketliliğidir.
Yerçekiminin tamamen ortadan kalkmasının, varlığın dayanılmaz hafifliğinin, evrensel bir istenmeyen biraradalığın, süreçlerin bizi boşluğa sürükleyecek bir çizgisellik izlemesinin doğuracağı tehlike karşısında, felaket olarak adlandırdığımız bu ani çevrintiler, bizi felaketten koruyan şeylerdir. Bu anomaliler, bu en uç olgular, tamamen kaybolmaya karşı genelçekim ve yoğunluk bölgeleri yaratırlar. Toplumlarımızın lanetli kısım konusunda kendi özel biçimlerini bu şekilde ortaya koyduklarını hayal edebiliriz, tıpkı nüfus fazlalıklarını okyanusta intiharla temizleyen kabileler gibi, –birilerinin homeopatik intiharı, bütünün homeostatik dengesini sağlıyordu.
O halde, felaket, türün hayli ılımlı bir stratejisi olarak ortaya çıkabilir, daha doğrusu, gerçek ama yerleşmiş virüslerimiz ve en uç olgularımız, ekonomide olduğu kadar politikada, sanatta olduğu kadar tarihte de bütün süreçlerimizin motoru olan sanal felaket enerjisinin dokunulmaz kalmasını sağlayacaktır. Zaten enerji, kendisi, kavram olarak, bir felaket biçimi değil midir?
1 Haziran 1987
Copyright © 2009 Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. Tüm Hakları Saklıdır.
(telif hakkı yemek günah olduğundan...)
Bir interview'in anatomisi.
5 yıl önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder