sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

23 Aralık 2016 Cuma

bir varoluş biçimi olarak kolbastıcılık ve konvoyculuk üzerine

yaptığım gözlem ve analizler neticesinde, türk halkının ideolojik çoğunluğunu oluşturduğunu tespit ettiğim iki insan tipi olduğuna karar verdim: kolbastıcılar ve konvoycular. bunlar hayatımızın her alanına nüfuz ettiği için artık bir anlamda windows'taki el imlecinin beyaz olması gibi, bizim gibi zenciler dışındakilerin kolay kolay fark edemeyeceği tipler diyebiliriz. hakim ideolojiye göre şekillenen bu kitleler, anne-babamız, öğretmenlerimiz, hatta son yıllarda üniversitemizin rektörü bile olabilmekte, kolbastıcılık ve konvoyculuk kültürünü sosyal kurumlara empoze edebilmektedir.


kolbastıcı nedir?
kolbastıcı dediğimiz kavram, türkiye cumhuriyetinin genç kitlesinin çoğunluğunu oluşturan muhafazakar, dindar, milliyetçi, atatürkçü, liberal, vatansever ve kolbastı aşığı kitleyi tanımlamak için kullanılır. bu kitle, ana akım medyada yüceltilen her şeye hayrandır. ana akım medya dışında yüceltilen her şeye de hayrandır. mesela aynı anda hem tayyip erdoğan, hem che guevara hayranı olabilir, kolunda atatürk imzası dövmesiyle gülencilerin sohbetlerine katılabilir. aynı anda hem sovyet karşıtı, amerikancı, hem de ismail türüt hayranı olabilen kitle tam olarak budur. kolluk kuvvetlerine gönülden bağlıdır; polisi, askeri sever ama bir yandan da bedelli askerliği twitter'da tt yapmak için çalışır. televizyonda ilan edilen her şey bu adamlar için gerçektir. geçen hafta ölümüne destekledikleri birinin bu hafta terörist olmasını normal karşılayıp hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. sağda solda "tek yürek olmak" gibi bir tabir duyduğunuzda aklınıza gelmesi gereken kesim kolbastıcılardır. en iyi yaptıkları şey birlik olmaktır. terörün amacına ulaşmamasını, şehitlerin kanının yerde kalmamasını, vatanın bölünmemesini falan hep kolbastıcılar sağlar.

peki neden "kolbastıcı"?
bu gençlerin bir dönem toplu halde kolbastı ekibi kurup, yerel festivallerde, mezuniyet etkinliklerinde, toplu sünnet törenlerinde, acun programlarında falan boy gösterdiğine tanık olduğum için bunlara kolbastıcı adını verdim. çünkü kolbastı birlik olmaktır

konvoycular
insanlar olarak birçok duygu yaşarız. sevinmek, üzülmek, hayalkırıklığına uğramak, sinirlenmek, aidiyet gibi çeşitli hislerimiz olduğu söylenir. bu hislerin her biri farklı şekilde ifade edilir. bazılarını ifade etmek için bağırmamız gerekirken, bazılarını gülerek, ağlayarak veya somurtarak ifade ederiz. konvoycular bütün bu hisleri tek bir yolla ifade eder: konvoy yaparak. kolbastıcıların daha "susqun ama asil" halini temsil eden konvoycular, anadolumuzun genelinde yeraltında yaşar ve sadece ulusal bazda bir duygunun ifade edilmesinin gerekli olduğu durumlarda ortaya çıkıp konvoy yaparak, dosta güven, düşmana korku fışkırtır.

şehitler için gta konvoyu

konvoycuların en şaşırtıcı özelliği, ışık hızıyla örgütlenebilmeleri ve o kadar dandik arabaları bir şekilde çalıştırabiliyor olmalarıdır. konvoycuların arasına iyi bir arabayla girmeniz çok zordur sevgili blog dostları. genellikle 0-15.000 lira bandındaki araçların kullanıldığını görebilirsiniz. benim ilk arabam 6.000 liraya aldığım 90 model bir suzuki swift'ti ve onu kullandığım dönemde birkaç kez çevremde konvoy oluştuğuna şahit oldum. silecekleri çalıştırdığınızda dörtlüler yandığı için yağmurlu günlerde çevremde mutlaka konvoy oluşuyordu. bir keresinde kendimi aşti'de davul-zurna eşliğinde havaya atılıp tutulurken buldum. arabam yüzünden neredeyse boşu boşuna askere gidecektim. konvoyculuğun yaygın kullanım alanları, şehit haberleri, milli maç sonuçları, asker uğurlaması, hacı uğurlaması, düğün, sünnet, darbe engelleme, bir siyasi partiye oy verme isteği gibi kollektif hissiyatları ifade etmektir.

deneyimli gözlemcilerle yaklaşık 5 metre mesafeden yapılan deneyler göstermiştir ki, bir kişinin kolbastıcı veya konvoycu olduğunu anlamak kolay değildir. ancak dikkatli bir gözlemin konuşma, tavır, facebook resimleri gibi verilerle desteklenmesi durumunda kesin bir sonuca varmak mümkündür.

10 Aralık 2016 Cumartesi

rickroll'd by trt radyo 3

ürkerim başımıza bu da gelecekmiş. sabahın 8'inde  radyo 3 tarafından rickroll'landım.


8 Aralık 2016 Perşembe

dolar bozdurma hareketinin donlastik bir analizi


yanılıyor olabilirim ama son zamanlarda ülkenin (en azından benim bildiğim kısmının) yaşadığı en büyük akıl tutulmasına tanıklık ettik. insanlar büyük oyunu bozmak için ellerindeki doları türk lirasına çeviriyor, bazı tipler ise doları tedavülden kaldırırken yeni bir para birimi ortaya çıkarıyordu: dolar bozdurma belgesi.

seferberlik sonrası dolar

anladığım kadarıyla bu yeni para birimi de türk lirasından daha değerli. dün kızılay'da bayat ev yemekleriyle tanınan "öğrenci dostu" bir lokantanın 200 dolar bozdurma belgesi (buna $BB diyelim) karşılığında 5 çeşit ev yemeği verdiğini gördüm mesela. normalde 5 çeşit ev yemeği 10 lira desek, 1$BB = 5 kuruş diyebiliriz. şimdilik fiyatlar her yerde tutarlılık göstermiyor olabilir ama o da zamanla oturacaktır.

işin akıl tutulması kısmı ise doları türk lirasına çevirmenin bir fedakarlık, kahramanlık gibi gösterilmesi. benim mi kafam basmıyor, yoksa büyük resmi göremediğim için olayı çözemiyor muyum bilmiyorum ama dolar ülke tarihinin en yüksek seviyesindeyken eldeki doları türk lirasına çevirmek zaten yapılabilecek en mantıklı şey değil mi? herhangi bir t zamanında dolar almış olsanız, 3.55'ten bozdurduğunuzda kâr etmeniz kaçınılmaz. sanırım ilk kez bir konuda ülkemle gurur duyuyorum. düşünün, swarm algoritmasıyla yönetilen bir millet, salt ideolojik ve duygusal reflekslerle (burada ağız kapalı mırıldanılan dombıra varmış gibi farz edin) realpolitikle tanımlanabilecek bir harekete imza atıyor. bu eşyanın tabiatına aykırı bir şey ama başardık mı? başardık. koyduk mu? koyduk.

koca bir halk 1 hafta içinde dolardan para kazanmayı ve bir yandan da kahraman olmayı öğrendi. şahsen ben bile dolar 3.50'ye kadar gerilediğinde cumhurbaşkanımı dinleyip 3 dolar bozdurdum. doları aldığımda 3.20'ydi. büyük resmi görmüş, neredeyse 1 lira kâr etmiştim. artık büyük oynuyordum. o 1 lirayla didi aldım. cüzdanımdaki döviz makbuzu, kasiyer rümeysa'nın ilgisini çekti. "demek siz de büyük resmi gördünüz" dedi davetkar bakışlarıyla. "yoksa siz de mi" demeye kalmadan dudaklarıma yapıştı. kirli oyunu bozmuştuk.

büyük resim (üstüne tıklayınca daha da büyüyor)

bunların yanında kafamı kurcalayan başka şeyler de var. mesela cumhurbaşkanımız 200.000 dolar bozdurmuş. bu tabii ki çok büyük bir fedakarlık. reis doları sen-ben gibi 3 hafta önce almamıştır sanıyorum. en iyimser tahminle geçen yıl almış ve 3.45'ten bozdurmuş olsa 120.000 lira kâr ediyor. bıraksa 150'ye kadar yolu vardı ama büyük oyunu bozmak için elinden geleni yaptı. helal olsun. ben cumhurbaşkanı olsam ve 200.000 dolarım olsa, doların yükselmesi için ülkeyi savaşa sokardım. g20'ye gidip, "burda trump diye bi orospu çocuğu varmış. kim lan bu trump?" diye sorardım. adam yine fedakar çıktı. yalnız anlamadığım bir şey var (gerçi yazının başından beri bir şeyleri anlamadığımı söylüyorum. galiba toplamda hiçbir şey anlamadım): cumhurbaşkanı 200 bin dolarla tam olarak ne yapıyor olabilir? kardeş sen türkiye cumhuriyetinin cumhurbaşkanısın ve yönettiğin ülkenin bir para birimi var. bu mercedes ceo'sunun "garajda 2 tane de bmw tutuyorum. iyi kaçıyor şerefsiz" demesi gibi bir şey değil mi? hadi 3-5 dolar olsa neyse, düğünlerde saçmak için tutuyor falan diyelim ama 200 bin dolar abi bu! ülkenin cumhurbaşkanı tam olarak hangi ihtiyacını karşılamak için dolar almış olabilir? sarayın depozitosu olabilir mi diye düşündüm, ki o da olabilir. kavaklıdere'de otururken yenimahalle'de kooperatife giren bir kişi dolar üzerinden depozito alabilir, neden olmasın?

mevzu hakkında sıkıntılı bulduğum diğer bir husus da şu: bir insanın (doğrudan yabancı bir para birimi karşılığında satış yapmıyorsa) yabancı bir para birimi almasının nedeni ne olabilir? yerel para biriminin, söz konusu para birimi karşısında değer kaybetmesi olabilir, değil mi? mesela bir amerikalı durduk yere türk lirası alır mı? almaz. türk lirasını bırak, avrupa'ya gitmeyecekse pound, euro falan da almaz. aynı durum almanlar, ingilizler için falan da geçerlidir. ancak bir rus dolar alabilir. neden? çünkü ruble dolar karşısında değer kaybediyordur ve adam alım gücünü muhafaza etmek istiyor olabilir. peki cumhurbaşkanımız 200.000 doları neden almış olabilir? tl'nin değer kaybını fırsata çevirmek için mi? sanmıyorum. koskoca cumhurbaşkanı kendi ülkesinin para biriminin değer kaybından avantaj sağlamak istemez, değil mi? bence istemez. piyasadan dolar çekerek doları daha da yükseltmek için mi? bu da pek mantıklı değil ve sadece 200 bin dolarla pek işe yarayacağını sanmıyorum. o zaman neden? neden? neden? bu soruya tatmin edici bir cevap alabilirsem oyumu akp'ye verebilirim. bekir bozdağ elinde dekont sallarken şu konuyu merak edip sormayan cehapeli vekillere de muhalefet danışmanlığı hizmeti verebilirim. hemi de saati 50 dölâra.

zamanında bir forex reklamında dolar alması için fezaya gönderildiğini gördüğüm bilal erdoğan

konuyu toparlayacak olursak, bu seferberlik sayesinde büyük oyunu bozarken para kazanmayı öğrendik. ben 1 lira kazandım. çevremde 10-15 lira kazanan olmuş. bu arada blogu kimsenin okumamasının bir avantajı da şu olabilir: yukarıda yazdıklarımı bir gazetede yazsanız, gazete ertesi gün kapanır. ben buraya yazınca muhtemelen kimse okumayacak bile.

3 Aralık 2016 Cumartesi

haklılık üzerine ve gemi

avrupa'da adamın biri bir gün yemek yememeye başlamış. yemek yemeyi eskisi kadar canı istemiyormuş. önce günde 2 öğüne, sonra da zamanla 1 öğüne düşmüş. sonunda günde 1 bardak su içiyor, istemeye istemeye 1-2 lokma ekmek yiyor ve günü öyle geçiriyormuş. 83 kilo olan adam zamanla 64 kiloya, 43 kiloya, 37 kiloya, hatta 36 kiloya düşmüş. derken bir doktora görünmüş. doktor, bir dizi tahlil ve tetkikin ardından adamın bitkin gözlerine bakmış ve "sen mutsuzluk hastalığına yakalanmışsın" demiş. işte o adamın adı teoman'dır...

türkiye'de kusursuz işleyen bir müessese var: haklılık müessesesi. ulan bakıyorum, herkes o kadar haklı ki, çoğu zaman ağzımı açıp tartışmaya giresim bile gelmiyor. herkes her konuda bilgi sahibi. kimsenin yetersiz olduğu bir konu yok. metafizik mevzuatından müspet ilimlere kadar her konuda herkesle tartışabilecek milyonlarca insan var. nasıl bu kadar haklı olabildiklerini ben anlamıyorum. ben genellikle haksız olduğum için rahatım. kimseye bir şey kanıtlamak gibi bir çabam olmuyor. ispat işini ise uzun zaman önce bıraktım. öncüller, sonuçlar, çıkarım kuralları falan, sikerler. nasıl olsa kimseden haklı olmam mümkün değil. oto sanayi müşterisinin çok sevdiğim bir sözü vardır: "fakat rahatlık be..." araba sahibi olmanın kötü yanları sayıldıktan sonra söylenir bu. ben de haksız olmak için söylüyorum. insanlar sizi eziyor, hiçbir konuda bilginiz olduğundan emin olamıyorsunuz, kimseye sözünüzü geçiremiyorsunuz, sorunun en temelde olduğu yüzeysel hararetli tartışmalara taraf olamıyorsunuz... fakat rahatlık be! insan kafası rahat yaşıyor. beklentiler sıfırlanmış oluyor.

geçende teyzenin teki canlı yayında kürk mantolu madonna kitabının şarkıcı olan madonna'yla ilgili olduğunu düşündüğünü ağzından kaçırdı. bütün ülke haklı olarak kadına yüklendi. ağzına sıçtılar tabiri caizse. itiraf etmem gerekir ki ben de çok güldüm. sonra, her şeye rağmen beklemediğim bir şey oldu: kadın haklı çıktı. kendisini eleştirenleri asalak, fetöcü falan ilan edip, kendisinin haklı olduğunu savundu. haklı olmasının dolambaçlı bir yolu vardı sadece. sadece o açıdan baktığınızda, kadın aynı anda kitabı okuduğunu iddia edip, kitabın konusunu yanlış söyleyip, kitabın konusu hakkındaki bir tartışmada haklı çıkabiliyordu. gezi eylemlerinin antiteziydi adeta: haksızken haklı konuma düşmenin formülünü bulmuş gibiydi. bu olaydan çok etkilenmiştim. mesela ben benzer bir şey yapmış olsam, en kötü ihtimalle "ya ben o gün sarhoştum. deri montlu maradona diye bi kitapla karıştırmışım" falan derdim. en iyi ihtimalle de intihar ederdim sanırım, bilmiyorum. neyse, söz konusu kızımız kendine göre haklıydı. özür dilemek, haksız olduğunu kabullenmek falan bir yana, sonunda haklı bile çıkmıştı.

gerçi ülkenin başında bir tip var, biliyorsunuz. adam sürekli kendi tezlerine antitez üretip, sürekli haklı çıkıyor. başlarda bir şey söyleyip, 5-6 yıl sonra "tek dil demedim, tek pil dedim piiill!!! kumandalar tek pille çalışacak! sıradan çinko-karbon pil lobisinin oyununu bozacağız" falan derdi. en son bu aralık 1-2 güne kadar kısaldı. aynı kalan tek şey ise adamın hep haklı olması. bir insan düşünün ki "kandırıldık" desin ama kandırıldıktan önce de, sonra da haklı olsun. oğlum o zaman seni kandırmamışlar ki!

benim çevremde de benzer canlılar vardı. bir tanesi yakın bir akrabam. adamı her gördüğümde nasıl oluyorsa konu bir anda yaratılışa, allahçılığa falan geliyordu. son gördüğümde öğrendim ki bunu da kandırmışlar :( "bunca yıl kandırmışlar bizi yaa" diyordu hayret ederek. "niye kardeş, sen mal mısın?" diye sordum. yani direkt böyle sormadım da (aslında sormak lazım), cemaatin devlette, orduda kadrolaştığını, insanların beynini yıkadığını falan yeni mi öğrendiğin diye sordum. daha önce hiç haberin yok muydu dedim. adam bir dellendi ki sormayın kardeşlerim. tam 3 saat ne kadar haklı olduğunu anlattı. o derece ki ben haksız olduğuma ikna olacaktım neredeyse. sonunda "söylediklerini dikkate almıyorum çünkü seni yaklaşık 15 sene kandırmışlar. 3-4 yıl öncesine kadar aynı özgüvenle konuşuyordun. şu an da kandırılıyor olabilirsin" dedim. adam bir 3 saat kadar daha ne kadar haklı olduğunu anlattı.

ya arkadaş, ben hakkaten bu dünyada yaşamaya uygun bir varlık değilim galiba. seni yaklaşık 20 yıl kandırmışlar. bu dünyada yaklaşık 20 yıl kandırılan bir insan ancak gerizekalı olabilir. hakaret olarak değil, gerçek anlamda zeka geriliğinin falan olması lazım. ya da kaypaksındır, o ayrı mesele de, illa ki kandırıldık diyorsan katıksız mal olman lazım. ben böyle bir durumda olsam herkesten özür diler, hiçbir konu hakkında hiçbir şey söylemezdim. kandırılıyor olabilirdim çünkü. onu bırak, bütün hayat simülasyon bile olabilir. ben bu olaya da tuvalette, banyoda, yemekte falan çok kafa yorup birtakım sonuçlar elde ettim ama bunu başka bir yazıda ele alacağım. illa ki özet istiyorsanız, simülasyonda yaşıyorsunuz arkadaşlar. ana karakter ise benim. neyse ki haksız olabiliyorum.

ha ne diyorduk? her zaman haklı olan bu "entelektüel" kesimin bir üyesi, ben dokuz eylül'de okurken bölümden arkadaşımdı. hatta bu yazıyı okuyan bölümdaşlarım (if any) kim olduğunu az çok tahmin eder. amerikan kültürü ve edebiyatı bölümünde 2005 girişli garip bir kardeşimizdi. tek haneli iq'suna bakmadan kendini iyi paketler, öğrenilmiş birtakım kalıp söylemlerle kafa sikerdi. o da zamanında taraf gazetesinde yazan ateşli bir entelektüeldi. hükümetin ekonomi politikasını eleştirdiğim bir facebook yazımdan dolayı bana hakaret edip facebook'tan silmek gibi pasif agresif birtakım davranışlar sergilemiş, sert mouse darbeleriyle haklılığını vurgulamıştı. umarım şu sıralar onu da içeri almışlardır. jurnalcilik gibi olmayacak olsa kendisini polise ihbar ederdim ama haklılığıyla polisleri de yıldırmasın diye şimdilik bir şey yapmıyorum.

haklılığın sağlam bir ayağını da şirketler oluşturuyor. eskiden müşteri her zaman haklıydı. öyle bir benchmark vardı yani. müşteri "bu penis yalanacak arkadaş, yoksa paramı geri isterim" falan demediği sürece haklı olurdu. şimdi o haklılık şirketlere geçti diyebiliriz. neredeyse hiçbir şirket, hiçbir hatayı kabul etmiyor. hatta çoğu şirket o kadar haklı ki, haklılığınızı ispatlamak için önce ödeme yapıp sonra dava açmanız gerekiyor. bunun anlamı nedir? varsayılan ayar şirketin haklı olması. siz uğraşa uğraşa haklılık ibresini kendi tarafınıza çevirebiliyorsunuz.

husus hakkında başıma birkaç olay geldi. bir tanesini önceki yazılarımın birinde ele almıştım. yakın zamanda (şimdi burada isim verip rencide etmek istemiyorum) sümüklüböcek logolu bir haberleşme firmasının cep telefonu hattını kullanıyorum. adamlar beni geçende aradı. "500 dakika + 500 sms + 2 gb 35 liraya sabitliyoruz. onaylıyor musunuz?" diye sordu.

onaylarsanız kendinizi taahhütlü aboneliğe geçmiş olarak buluyorsunuz ve tabii ki bunun için bir bildirim yapılmıyor. daha önce boş bulunup onayladım ve sonradan binbir türlü haklılığa göğüs gerip iptal ettirmiştim. neyse, tarifenin taahhütlü olup olmadığını sorduğunuzda aldığınız cevaplar ise yine taahhüt kelimesi içermeyen cevaplar oluyor. çok zorlarsanız taahhütlü olduğunu itiraf ediyorlar. tam olarak şu diyaloğu yaşadım:

- 500 dakika + 500 sms + 2 gb 35 liraya sabitliyoruz. onaylıyor musunuz?
+ taahhüt?
- 2 yıl boyunca sabitliyoruz efendim
+ taahhütlü yani?
- sabit fiyatlı oluyor efendim
+ yani taahhüt var mı?
- evet efendim, sabit fiyat
+ şimdi bi dakika. taahhüt var mı?
- evet efendim. 2 yıl taahhütlü. onaylıyor musunuz?
+ hayır

ilgili firmadan çok kazık yemişimdir ama bu benim için bir milat oldu. sonra hattımı değiştirdim zaten. neyse efendim, kırk yılın başında haklı olmuşum, bunu her platformda duyurup haklılığımın tadını çıkarmak istedim. şikayetvar.com'a yazdım, çeşitli yerlere yazdım. adeta çıldırıyorum. haklıyım ulan, beni kandırmaya çalıştınız ahahahah ananasınızı sökeceğim oğlum, bu sefer ben haklıyım diye kendi kendime gülerek yazdım şikayetleri. 1 saat içinde cevap geldi. "tarifenizin ücretini 10 lira düşürüyoruz. biz haklıyız". inanılmaz bir şeydi. bu durumda bile şirket haklı çıkmıştı. beni göz göre göre kandıran şirket. beni beni, richter'ini... nasıl kandırırsın? üstelik haklı çıktılar. her şeye rağmen hattımı değiştirdim ama hepsi aynı bok değil mi? hepsi haklı nihayetinde.

aslında ülkenin geneline baktığımızda haklılığın bir hastalık gibi her alana yayıldığını görümseyebiliriz. ülkenin milli tarihi, ideolojisini üzerine kurduğu mitler bile tamamen haklılık üzerine kurulu. şimdi bakıyoruz, herkes emperyalist güçlerden, işgalcilerden, teröristlerden falan bahsediyor. gazete okumaya kalksanız sizi kusturana kadar uğraşıyorlar. şunlar terörist, bunlar işgalci, herkese bir kulp takma derdindeler. görünürde herkes son derece haklı. dünyada kezban kompleksi olan tek ülke bizimkisi. yani düşünün, büyük bir olay. kezban kompleksi var ve biz bunu makro düzeye yükseltmeyi başarmışız. koca ülke, herkes bizi sikmek istiyor tribine girmiş durumda. abd, ingiltere, rusya, almanya, pkk, fetö, ışid, suriye, herkes ama herkes bizi sikmenin derdinde. halbuki türk dediğimiz insan türü, orta asya'dan kalkıp milleti yerinden yurdundan etmiş, kendi dinini, adetlerini güney avrupa ülkelerine yaymış, daha da yayacakmış ama neyse ki durdurmuşlar, 3 kıtada toprakları işgal etmiş ve bunu sadece kan akıtarak yapmış, sonra başkalarına işgalci, terörist demiş, aşırı haklı bir tür.

arkadaş, ben anlamıyorum. bu özgüven, bu kadar haklılık nereden geliyor? senin ülkende "cengiz han parkı" diye parklar, "atilla ilkokulu" diye okullar var, alpaslan üniversitesi var lan. sen nasıl millete işgalci, terörist diyebiliyorsun? tarihin gördüğü en büyük teröristlerden biridir cengiz han. belirli bir siyasi/ideolojik amaca ulaşmak için şiddete başvuran herkes teröristtir ama haklı olmanın belirli bir sınırı yok gördüğünüz gibi. herkes her koşulda haklı olabiliyor.

çok basit bir örnek daha vereyim. bugün fenerbahçe-beşiktaş maçı varmış. az önce facebook'a bir bakayım dedim, herkes çok haklı. herkese göre hakem çok kötü maç yönetmiş, herkese göre kendi desteklediği takım kazanacakmış ama hakem yüzünden kaybedilmiş falan. bu bloga o kadar saçma sapan şey yazdım ki, zamanında bu konuyu da ele aldığımı gururla söylemek istiyorum: her maçı kazanacak olsan, emin ol futboldan zevk almazdın. bir maçı da kaybet ulan! her maçta her takım kusursuz oynasa her maç 0-0 bitmez miydi? bir maçta da desteklediğin takım bir hata yapsın lan! bir kere de hakkınla yenil. sokakta rastgele adam yakalayıp tekme tokat dövesim geliyor. bunun bir ortası olmalı lan. gerçekten çok garip, arkadaşlar. bu kadar haklılık çok fazla. lütfen birimiz de haksız olalım. ben bu olayın isa'sı olmayı kabul ediyorum. herkes adına haksız olan tek kişi olarak beni çarmıha gerebilirsiniz.

ayrıca baştaki fıkrayı ben uydurdum. geminin konuyla ilgisi yok çünkü olmak zorunda değil! bu kez ben haklıyım.