sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

29 Ocak 2017 Pazar

7 MİLYON EMEKLİYE MÜJDE!

Yakın zamanda ölme ihtimaliniz çok yüksek.

hep böyle bir haber yapmak istemişimdir

26 Ocak 2017 Perşembe

zeytin çekirdeği çıkarımının sahte kimliklerimiz üzerindeki etkisi üzerine

"Anaesthetise me... throw me away! No, I can't, I can't take it any more! Leave me alone! It's shame, it's all shame! Leave me alone! I'm cold and rotten and indifferent! It's all just lies and imitation, all of it!" Persona (1966), Ingmar Bergman
"In this famous scene of Ingmar Bergman's cult classic Persona, Sister Alma experiences a violent parting with what eerily made the very essence of her ego - an olive stone [makes a hesitant gesture of tidying his hair, squeezing the tip of his nose for a moment and clearing his throat] which, in a way, signifies her catastrophic alienation from her "objet petit a" - the ultimate object of her desire - in a similar fashion to what Bashar al-Assad intended to do in Syria: an anxious reference to the commonly desired myth of an alliance with the Soviet Union [gouges out his left eye] in reaction to his id, the United States." - Slavoj Zizek, The Pervert's Guide to Cinema
cahil yığınlara hitap etmek için türkçeye geçiyorum (gülüşmeler) (sonrasında bir süre boşluğa baktıktan gelen keskin bir aşağılanma ve linç etme isteği). bu kadar uzun bir girizgah yapmamın nedeni, bugün çoğumuzun hayatını gizliden gizliye kemiren, adeta için için yanan bir ateş gibi çoğumuzun içini oyup devasa bir varoluşsal boşluk bırakan bir sorundan, çoğumuzun fark etmediği bir kişilik bölünmesinden bahsedecek olmamdır: zeytin çekirdeği çıkarırken özgüvenin çoğunu yitirme sendromu. tıptaki adıyla "damnatio memoriæ extractio", yani lanet olası zeytin çekirdeği ekstraksiyonu. çoğu zaman göz ardı edilse de insanlık tarihi kadar eski olan bu sorun, antik çağlardan beri insan zihnini daima meşgul etmiş, zamanla bir tabuya dönüşmüştür. çok satan bir yazarın pek tutulmamış bir kitabı olan zebur'da insanın cennetten kovulmasının elmayla değil, zeytinle başladığı ifade edilir. kusursuz bir varlık yarattığını düşünen tanrı, havva'yı zeytin çekirdeği çıkarırken görünce çok sinirlenmiş ve "kahredeyim, belasını vereyim" diye bağırıp havvayı kankasıyla birlikte cennetten kovmuştur. sonra da, aşağıda okuyacağınız gibi, dünyadaki bütün ezikliklerin simgesi haline getirmiştir bu hareketi.

italyan resssam simone martini'nin 1333 yılında yaptığı "ay uzak tut onu benden" adlı tablo, hristiyan mitolojisinde zeytin fobisinin bilinen ilk örneğidir.

o günden bu güne birçok şey başarmış, koca bir gezegeni ıslah etmiş, uzayı bile uydularıyla doldurmuş mağrur insanoğlunun sergilediği en ezikçe davranışlardan biridir zeytin çekirdeği çıkarmak. zeytini yerken adeta bir kral, bir lord commander gibi karizmatik ve sarsılmaz görünen insan, ne zaman ki elini yumruk şeklinde ağzına yaklaştırıp, kamburlaşmış sırtıyla kaşlarının altından sağı solu gözetleyerek çekirdeği çıkarmaya çalışır, işte o zaman bu sarsılmaz, özgür ruh öyle bir hale gelir ki, adeta yere çömelip barbut oynarken efendisini gözetleyen bir plantasyon kölesi, dayak yemekten korkan ikiyüzlü bir smeagol, babasından kaçırdığı temprayla çarpıp pert ettiği arabanın martı kanat kapıları açıldığı zaman kaval sesi eşliğinde emmi çömmesi yapıp ağıt yakmaya başlayan bir liseliye dönüşür. öyleyse sahte kimliklerimizi yıkan, çürümüş benliklerimizin önüne koyduğumuz ışıltılı vitrinleri paramparça eden bir taş gibi değil midir bu zeytin çekirdeği ekstraksiyonu? zaten ingilizcede olive stone olarak geçmesi bunun ipuçlarını verir nitelikte değil midir? peki ya oliver stone? aman allahım, aklımı kaçıracağım.

benzer bir hikaye ciguli için de anlatılagelmiştir ama şimdi o konuya girmeyelim. ben bu meseleye 1 aydır falan kafa yoruyorum. her sabah kahvaltıda zeytin çekirdeği çıkarmanın karizmatik ve kendinden emin bir yolu var mıdır diye çeşitli yöntemler deniyorum. padişahların hayatlarını okuyup öğreniyorum belki soylu insanlar bir çözüm bulmuştur diye ama şimdiye kadar herhangi bir çözümle karşılaşmadım. en iyi çözüm etrafta biri varken zeytin yememek ya da biberli zeytin yemek gibi görünüyor. makineler yapan makineler yapan makineler yapmayı başarmış insanın zeytin çekirdeği çıkarma konusunda bu kadar çaresiz kalması inanılmaz bir şey. sıçma konusunda da aynı çaresizlik söz konusu ama en azından o herkesin önünde yaptığımız bir şey değil.

yuvasını kurtarmak için zeytin çekirdeği çıkarmanın estetik bir yolunu arayan bir anne (boşandı ve çocukları tarafından terk edildi)

bence her şey için çok geç olmadan, gerekirse birleşmiş milletler, uefa falan araya girerek bu konuda bir şey yapmalı. bu hepimizi ilgilendiren bir konu. bununla dağılacak yuvaları, bir gecede bütün özgüvenini kaybedecek insanları (bir yandan da gece gece niye zeytin yediklerini) düşünün. ben buradan yetkilileri göreve çağırıyor ve bütün okurlarıma itidal çağrısı yapıyorum (hep yapmak istemişimdir).

23 Aralık 2016 Cuma

bir varoluş biçimi olarak kolbastıcılık ve konvoyculuk üzerine

yaptığım gözlem ve analizler neticesinde, türk halkının ideolojik çoğunluğunu oluşturduğunu tespit ettiğim iki insan tipi olduğuna karar verdim: kolbastıcılar ve konvoycular. bunlar hayatımızın her alanına nüfuz ettiği için artık bir anlamda windows'taki el imlecinin beyaz olması gibi, bizim gibi zenciler dışındakilerin kolay kolay fark edemeyeceği tipler diyebiliriz. hakim ideolojiye göre şekillenen bu kitleler, anne-babamız, öğretmenlerimiz, hatta son yıllarda üniversitemizin rektörü bile olabilmekte, kolbastıcılık ve konvoyculuk kültürünü sosyal kurumlara empoze edebilmektedir.


kolbastıcı nedir?
kolbastıcı dediğimiz kavram, türkiye cumhuriyetinin genç kitlesinin çoğunluğunu oluşturan muhafazakar, dindar, milliyetçi, atatürkçü, liberal, vatansever ve kolbastı aşığı kitleyi tanımlamak için kullanılır. bu kitle, ana akım medyada yüceltilen her şeye hayrandır. ana akım medya dışında yüceltilen her şeye de hayrandır. mesela aynı anda hem tayyip erdoğan, hem che guevara hayranı olabilir, kolunda atatürk imzası dövmesiyle gülencilerin sohbetlerine katılabilir. aynı anda hem sovyet karşıtı, amerikancı, hem de ismail türüt hayranı olabilen kitle tam olarak budur. kolluk kuvvetlerine gönülden bağlıdır; polisi, askeri sever ama bir yandan da bedelli askerliği twitter'da tt yapmak için çalışır. televizyonda ilan edilen her şey bu adamlar için gerçektir. geçen hafta ölümüne destekledikleri birinin bu hafta terörist olmasını normal karşılayıp hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. sağda solda "tek yürek olmak" gibi bir tabir duyduğunuzda aklınıza gelmesi gereken kesim kolbastıcılardır. en iyi yaptıkları şey birlik olmaktır. terörün amacına ulaşmamasını, şehitlerin kanının yerde kalmamasını, vatanın bölünmemesini falan hep kolbastıcılar sağlar.

peki neden "kolbastıcı"?
bu gençlerin bir dönem toplu halde kolbastı ekibi kurup, yerel festivallerde, mezuniyet etkinliklerinde, toplu sünnet törenlerinde, acun programlarında falan boy gösterdiğine tanık olduğum için bunlara kolbastıcı adını verdim. çünkü kolbastı birlik olmaktır

konvoycular
insanlar olarak birçok duygu yaşarız. sevinmek, üzülmek, hayalkırıklığına uğramak, sinirlenmek, aidiyet gibi çeşitli hislerimiz olduğu söylenir. bu hislerin her biri farklı şekilde ifade edilir. bazılarını ifade etmek için bağırmamız gerekirken, bazılarını gülerek, ağlayarak veya somurtarak ifade ederiz. konvoycular bütün bu hisleri tek bir yolla ifade eder: konvoy yaparak. kolbastıcıların daha "susqun ama asil" halini temsil eden konvoycular, anadolumuzun genelinde yeraltında yaşar ve sadece ulusal bazda bir duygunun ifade edilmesinin gerekli olduğu durumlarda ortaya çıkıp konvoy yaparak, dosta güven, düşmana korku fışkırtır.

şehitler için gta konvoyu

konvoycuların en şaşırtıcı özelliği, ışık hızıyla örgütlenebilmeleri ve o kadar dandik arabaları bir şekilde çalıştırabiliyor olmalarıdır. konvoycuların arasına iyi bir arabayla girmeniz çok zordur sevgili blog dostları. genellikle 0-15.000 lira bandındaki araçların kullanıldığını görebilirsiniz. benim ilk arabam 6.000 liraya aldığım 90 model bir suzuki swift'ti ve onu kullandığım dönemde birkaç kez çevremde konvoy oluştuğuna şahit oldum. silecekleri çalıştırdığınızda dörtlüler yandığı için yağmurlu günlerde çevremde mutlaka konvoy oluşuyordu. bir keresinde kendimi aşti'de davul-zurna eşliğinde havaya atılıp tutulurken buldum. arabam yüzünden neredeyse boşu boşuna askere gidecektim. konvoyculuğun yaygın kullanım alanları, şehit haberleri, milli maç sonuçları, asker uğurlaması, hacı uğurlaması, düğün, sünnet, darbe engelleme, bir siyasi partiye oy verme isteği gibi kollektif hissiyatları ifade etmektir.

deneyimli gözlemcilerle yaklaşık 5 metre mesafeden yapılan deneyler göstermiştir ki, bir kişinin kolbastıcı veya konvoycu olduğunu anlamak kolay değildir. ancak dikkatli bir gözlemin konuşma, tavır, facebook resimleri gibi verilerle desteklenmesi durumunda kesin bir sonuca varmak mümkündür.

10 Aralık 2016 Cumartesi

rickroll'd by trt radyo 3

ürkerim başımıza bu da gelecekmiş. sabahın 8'inde  radyo 3 tarafından rickroll'landım.


8 Aralık 2016 Perşembe

dolar bozdurma hareketinin donlastik bir analizi


yanılıyor olabilirim ama son zamanlarda ülkenin (en azından benim bildiğim kısmının) yaşadığı en büyük akıl tutulmasına tanıklık ettik. insanlar büyük oyunu bozmak için ellerindeki doları türk lirasına çeviriyor, bazı tipler ise doları tedavülden kaldırırken yeni bir para birimi ortaya çıkarıyordu: dolar bozdurma belgesi.

seferberlik sonrası dolar

anladığım kadarıyla bu yeni para birimi de türk lirasından daha değerli. dün kızılay'da bayat ev yemekleriyle tanınan "öğrenci dostu" bir lokantanın 200 dolar bozdurma belgesi (buna $BB diyelim) karşılığında 5 çeşit ev yemeği verdiğini gördüm mesela. normalde 5 çeşit ev yemeği 10 lira desek, 1$BB = 5 kuruş diyebiliriz. şimdilik fiyatlar her yerde tutarlılık göstermiyor olabilir ama o da zamanla oturacaktır.

işin akıl tutulması kısmı ise doları türk lirasına çevirmenin bir fedakarlık, kahramanlık gibi gösterilmesi. benim mi kafam basmıyor, yoksa büyük resmi göremediğim için olayı çözemiyor muyum bilmiyorum ama dolar ülke tarihinin en yüksek seviyesindeyken eldeki doları türk lirasına çevirmek zaten yapılabilecek en mantıklı şey değil mi? herhangi bir t zamanında dolar almış olsanız, 3.55'ten bozdurduğunuzda kâr etmeniz kaçınılmaz. sanırım ilk kez bir konuda ülkemle gurur duyuyorum. düşünün, swarm algoritmasıyla yönetilen bir millet, salt ideolojik ve duygusal reflekslerle (burada ağız kapalı mırıldanılan dombıra varmış gibi farz edin) realpolitikle tanımlanabilecek bir harekete imza atıyor. bu eşyanın tabiatına aykırı bir şey ama başardık mı? başardık. koyduk mu? koyduk.

koca bir halk 1 hafta içinde dolardan para kazanmayı ve bir yandan da kahraman olmayı öğrendi. şahsen ben bile dolar 3.50'ye kadar gerilediğinde cumhurbaşkanımı dinleyip 3 dolar bozdurdum. doları aldığımda 3.20'ydi. büyük resmi görmüş, neredeyse 1 lira kâr etmiştim. artık büyük oynuyordum. o 1 lirayla didi aldım. cüzdanımdaki döviz makbuzu, kasiyer rümeysa'nın ilgisini çekti. "demek siz de büyük resmi gördünüz" dedi davetkar bakışlarıyla. "yoksa siz de mi" demeye kalmadan dudaklarıma yapıştı. kirli oyunu bozmuştuk.

büyük resim (üstüne tıklayınca daha da büyüyor)

bunların yanında kafamı kurcalayan başka şeyler de var. mesela cumhurbaşkanımız 200.000 dolar bozdurmuş. bu tabii ki çok büyük bir fedakarlık. reis doları sen-ben gibi 3 hafta önce almamıştır sanıyorum. en iyimser tahminle geçen yıl almış ve 3.45'ten bozdurmuş olsa 120.000 lira kâr ediyor. bıraksa 150'ye kadar yolu vardı ama büyük oyunu bozmak için elinden geleni yaptı. helal olsun. ben cumhurbaşkanı olsam ve 200.000 dolarım olsa, doların yükselmesi için ülkeyi savaşa sokardım. g20'ye gidip, "burda trump diye bi orospu çocuğu varmış. kim lan bu trump?" diye sorardım. adam yine fedakar çıktı. yalnız anlamadığım bir şey var (gerçi yazının başından beri bir şeyleri anlamadığımı söylüyorum. galiba toplamda hiçbir şey anlamadım): cumhurbaşkanı 200 bin dolarla tam olarak ne yapıyor olabilir? kardeş sen türkiye cumhuriyetinin cumhurbaşkanısın ve yönettiğin ülkenin bir para birimi var. bu mercedes ceo'sunun "garajda 2 tane de bmw tutuyorum. iyi kaçıyor şerefsiz" demesi gibi bir şey değil mi? hadi 3-5 dolar olsa neyse, düğünlerde saçmak için tutuyor falan diyelim ama 200 bin dolar abi bu! ülkenin cumhurbaşkanı tam olarak hangi ihtiyacını karşılamak için dolar almış olabilir? sarayın depozitosu olabilir mi diye düşündüm, ki o da olabilir. kavaklıdere'de otururken yenimahalle'de kooperatife giren bir kişi dolar üzerinden depozito alabilir, neden olmasın?

mevzu hakkında sıkıntılı bulduğum diğer bir husus da şu: bir insanın (doğrudan yabancı bir para birimi karşılığında satış yapmıyorsa) yabancı bir para birimi almasının nedeni ne olabilir? yerel para biriminin, söz konusu para birimi karşısında değer kaybetmesi olabilir, değil mi? mesela bir amerikalı durduk yere türk lirası alır mı? almaz. türk lirasını bırak, avrupa'ya gitmeyecekse pound, euro falan da almaz. aynı durum almanlar, ingilizler için falan da geçerlidir. ancak bir rus dolar alabilir. neden? çünkü ruble dolar karşısında değer kaybediyordur ve adam alım gücünü muhafaza etmek istiyor olabilir. peki cumhurbaşkanımız 200.000 doları neden almış olabilir? tl'nin değer kaybını fırsata çevirmek için mi? sanmıyorum. koskoca cumhurbaşkanı kendi ülkesinin para biriminin değer kaybından avantaj sağlamak istemez, değil mi? bence istemez. piyasadan dolar çekerek doları daha da yükseltmek için mi? bu da pek mantıklı değil ve sadece 200 bin dolarla pek işe yarayacağını sanmıyorum. o zaman neden? neden? neden? bu soruya tatmin edici bir cevap alabilirsem oyumu akp'ye verebilirim. bekir bozdağ elinde dekont sallarken şu konuyu merak edip sormayan cehapeli vekillere de muhalefet danışmanlığı hizmeti verebilirim. hemi de saati 50 dölâra.

zamanında bir forex reklamında dolar alması için fezaya gönderildiğini gördüğüm bilal erdoğan

konuyu toparlayacak olursak, bu seferberlik sayesinde büyük oyunu bozarken para kazanmayı öğrendik. ben 1 lira kazandım. çevremde 10-15 lira kazanan olmuş. bu arada blogu kimsenin okumamasının bir avantajı da şu olabilir: yukarıda yazdıklarımı bir gazetede yazsanız, gazete ertesi gün kapanır. ben buraya yazınca muhtemelen kimse okumayacak bile.

3 Aralık 2016 Cumartesi

haklılık üzerine ve gemi

avrupa'da adamın biri bir gün yemek yememeye başlamış. yemek yemeyi eskisi kadar canı istemiyormuş. önce günde 2 öğüne, sonra da zamanla 1 öğüne düşmüş. sonunda günde 1 bardak su içiyor, istemeye istemeye 1-2 lokma ekmek yiyor ve günü öyle geçiriyormuş. 83 kilo olan adam zamanla 64 kiloya, 43 kiloya, 37 kiloya, hatta 36 kiloya düşmüş. derken bir doktora görünmüş. doktor, bir dizi tahlil ve tetkikin ardından adamın bitkin gözlerine bakmış ve "sen mutsuzluk hastalığına yakalanmışsın" demiş. işte o adamın adı teoman'dır...

türkiye'de kusursuz işleyen bir müessese var: haklılık müessesesi. ulan bakıyorum, herkes o kadar haklı ki, çoğu zaman ağzımı açıp tartışmaya giresim bile gelmiyor. herkes her konuda bilgi sahibi. kimsenin yetersiz olduğu bir konu yok. metafizik mevzuatından müspet ilimlere kadar her konuda herkesle tartışabilecek milyonlarca insan var. nasıl bu kadar haklı olabildiklerini ben anlamıyorum. ben genellikle haksız olduğum için rahatım. kimseye bir şey kanıtlamak gibi bir çabam olmuyor. ispat işini ise uzun zaman önce bıraktım. öncüller, sonuçlar, çıkarım kuralları falan, sikerler. nasıl olsa kimseden haklı olmam mümkün değil. oto sanayi müşterisinin çok sevdiğim bir sözü vardır: "fakat rahatlık be..." araba sahibi olmanın kötü yanları sayıldıktan sonra söylenir bu. ben de haksız olmak için söylüyorum. insanlar sizi eziyor, hiçbir konuda bilginiz olduğundan emin olamıyorsunuz, kimseye sözünüzü geçiremiyorsunuz, sorunun en temelde olduğu yüzeysel hararetli tartışmalara taraf olamıyorsunuz... fakat rahatlık be! insan kafası rahat yaşıyor. beklentiler sıfırlanmış oluyor.

geçende teyzenin teki canlı yayında kürk mantolu madonna kitabının şarkıcı olan madonna'yla ilgili olduğunu düşündüğünü ağzından kaçırdı. bütün ülke haklı olarak kadına yüklendi. ağzına sıçtılar tabiri caizse. itiraf etmem gerekir ki ben de çok güldüm. sonra, her şeye rağmen beklemediğim bir şey oldu: kadın haklı çıktı. kendisini eleştirenleri asalak, fetöcü falan ilan edip, kendisinin haklı olduğunu savundu. haklı olmasının dolambaçlı bir yolu vardı sadece. sadece o açıdan baktığınızda, kadın aynı anda kitabı okuduğunu iddia edip, kitabın konusunu yanlış söyleyip, kitabın konusu hakkındaki bir tartışmada haklı çıkabiliyordu. gezi eylemlerinin antiteziydi adeta: haksızken haklı konuma düşmenin formülünü bulmuş gibiydi. bu olaydan çok etkilenmiştim. mesela ben benzer bir şey yapmış olsam, en kötü ihtimalle "ya ben o gün sarhoştum. deri montlu maradona diye bi kitapla karıştırmışım" falan derdim. en iyi ihtimalle de intihar ederdim sanırım, bilmiyorum. neyse, söz konusu kızımız kendine göre haklıydı. özür dilemek, haksız olduğunu kabullenmek falan bir yana, sonunda haklı bile çıkmıştı.

gerçi ülkenin başında bir tip var, biliyorsunuz. adam sürekli kendi tezlerine antitez üretip, sürekli haklı çıkıyor. başlarda bir şey söyleyip, 5-6 yıl sonra "tek dil demedim, tek pil dedim piiill!!! kumandalar tek pille çalışacak! sıradan çinko-karbon pil lobisinin oyununu bozacağız" falan derdi. en son bu aralık 1-2 güne kadar kısaldı. aynı kalan tek şey ise adamın hep haklı olması. bir insan düşünün ki "kandırıldık" desin ama kandırıldıktan önce de, sonra da haklı olsun. oğlum o zaman seni kandırmamışlar ki!

benim çevremde de benzer canlılar vardı. bir tanesi yakın bir akrabam. adamı her gördüğümde nasıl oluyorsa konu bir anda yaratılışa, allahçılığa falan geliyordu. son gördüğümde öğrendim ki bunu da kandırmışlar :( "bunca yıl kandırmışlar bizi yaa" diyordu hayret ederek. "niye kardeş, sen mal mısın?" diye sordum. yani direkt böyle sormadım da (aslında sormak lazım), cemaatin devlette, orduda kadrolaştığını, insanların beynini yıkadığını falan yeni mi öğrendiğin diye sordum. daha önce hiç haberin yok muydu dedim. adam bir dellendi ki sormayın kardeşlerim. tam 3 saat ne kadar haklı olduğunu anlattı. o derece ki ben haksız olduğuma ikna olacaktım neredeyse. sonunda "söylediklerini dikkate almıyorum çünkü seni yaklaşık 15 sene kandırmışlar. 3-4 yıl öncesine kadar aynı özgüvenle konuşuyordun. şu an da kandırılıyor olabilirsin" dedim. adam bir 3 saat kadar daha ne kadar haklı olduğunu anlattı.

ya arkadaş, ben hakkaten bu dünyada yaşamaya uygun bir varlık değilim galiba. seni yaklaşık 20 yıl kandırmışlar. bu dünyada yaklaşık 20 yıl kandırılan bir insan ancak gerizekalı olabilir. hakaret olarak değil, gerçek anlamda zeka geriliğinin falan olması lazım. ya da kaypaksındır, o ayrı mesele de, illa ki kandırıldık diyorsan katıksız mal olman lazım. ben böyle bir durumda olsam herkesten özür diler, hiçbir konu hakkında hiçbir şey söylemezdim. kandırılıyor olabilirdim çünkü. onu bırak, bütün hayat simülasyon bile olabilir. ben bu olaya da tuvalette, banyoda, yemekte falan çok kafa yorup birtakım sonuçlar elde ettim ama bunu başka bir yazıda ele alacağım. illa ki özet istiyorsanız, simülasyonda yaşıyorsunuz arkadaşlar. ana karakter ise benim. neyse ki haksız olabiliyorum.

ha ne diyorduk? her zaman haklı olan bu "entelektüel" kesimin bir üyesi, ben dokuz eylül'de okurken bölümden arkadaşımdı. hatta bu yazıyı okuyan bölümdaşlarım (if any) kim olduğunu az çok tahmin eder. amerikan kültürü ve edebiyatı bölümünde 2005 girişli garip bir kardeşimizdi. tek haneli iq'suna bakmadan kendini iyi paketler, öğrenilmiş birtakım kalıp söylemlerle kafa sikerdi. o da zamanında taraf gazetesinde yazan ateşli bir entelektüeldi. hükümetin ekonomi politikasını eleştirdiğim bir facebook yazımdan dolayı bana hakaret edip facebook'tan silmek gibi pasif agresif birtakım davranışlar sergilemiş, sert mouse darbeleriyle haklılığını vurgulamıştı. umarım şu sıralar onu da içeri almışlardır. jurnalcilik gibi olmayacak olsa kendisini polise ihbar ederdim ama haklılığıyla polisleri de yıldırmasın diye şimdilik bir şey yapmıyorum.

haklılığın sağlam bir ayağını da şirketler oluşturuyor. eskiden müşteri her zaman haklıydı. öyle bir benchmark vardı yani. müşteri "bu penis yalanacak arkadaş, yoksa paramı geri isterim" falan demediği sürece haklı olurdu. şimdi o haklılık şirketlere geçti diyebiliriz. neredeyse hiçbir şirket, hiçbir hatayı kabul etmiyor. hatta çoğu şirket o kadar haklı ki, haklılığınızı ispatlamak için önce ödeme yapıp sonra dava açmanız gerekiyor. bunun anlamı nedir? varsayılan ayar şirketin haklı olması. siz uğraşa uğraşa haklılık ibresini kendi tarafınıza çevirebiliyorsunuz.

husus hakkında başıma birkaç olay geldi. bir tanesini önceki yazılarımın birinde ele almıştım. yakın zamanda (şimdi burada isim verip rencide etmek istemiyorum) sümüklüböcek logolu bir haberleşme firmasının cep telefonu hattını kullanıyorum. adamlar beni geçende aradı. "500 dakika + 500 sms + 2 gb 35 liraya sabitliyoruz. onaylıyor musunuz?" diye sordu.

onaylarsanız kendinizi taahhütlü aboneliğe geçmiş olarak buluyorsunuz ve tabii ki bunun için bir bildirim yapılmıyor. daha önce boş bulunup onayladım ve sonradan binbir türlü haklılığa göğüs gerip iptal ettirmiştim. neyse, tarifenin taahhütlü olup olmadığını sorduğunuzda aldığınız cevaplar ise yine taahhüt kelimesi içermeyen cevaplar oluyor. çok zorlarsanız taahhütlü olduğunu itiraf ediyorlar. tam olarak şu diyaloğu yaşadım:

- 500 dakika + 500 sms + 2 gb 35 liraya sabitliyoruz. onaylıyor musunuz?
+ taahhüt?
- 2 yıl boyunca sabitliyoruz efendim
+ taahhütlü yani?
- sabit fiyatlı oluyor efendim
+ yani taahhüt var mı?
- evet efendim, sabit fiyat
+ şimdi bi dakika. taahhüt var mı?
- evet efendim. 2 yıl taahhütlü. onaylıyor musunuz?
+ hayır

ilgili firmadan çok kazık yemişimdir ama bu benim için bir milat oldu. sonra hattımı değiştirdim zaten. neyse efendim, kırk yılın başında haklı olmuşum, bunu her platformda duyurup haklılığımın tadını çıkarmak istedim. şikayetvar.com'a yazdım, çeşitli yerlere yazdım. adeta çıldırıyorum. haklıyım ulan, beni kandırmaya çalıştınız ahahahah ananasınızı sökeceğim oğlum, bu sefer ben haklıyım diye kendi kendime gülerek yazdım şikayetleri. 1 saat içinde cevap geldi. "tarifenizin ücretini 10 lira düşürüyoruz. biz haklıyız". inanılmaz bir şeydi. bu durumda bile şirket haklı çıkmıştı. beni göz göre göre kandıran şirket. beni beni, richter'ini... nasıl kandırırsın? üstelik haklı çıktılar. her şeye rağmen hattımı değiştirdim ama hepsi aynı bok değil mi? hepsi haklı nihayetinde.

aslında ülkenin geneline baktığımızda haklılığın bir hastalık gibi her alana yayıldığını görümseyebiliriz. ülkenin milli tarihi, ideolojisini üzerine kurduğu mitler bile tamamen haklılık üzerine kurulu. şimdi bakıyoruz, herkes emperyalist güçlerden, işgalcilerden, teröristlerden falan bahsediyor. gazete okumaya kalksanız sizi kusturana kadar uğraşıyorlar. şunlar terörist, bunlar işgalci, herkese bir kulp takma derdindeler. görünürde herkes son derece haklı. dünyada kezban kompleksi olan tek ülke bizimkisi. yani düşünün, büyük bir olay. kezban kompleksi var ve biz bunu makro düzeye yükseltmeyi başarmışız. koca ülke, herkes bizi sikmek istiyor tribine girmiş durumda. abd, ingiltere, rusya, almanya, pkk, fetö, ışid, suriye, herkes ama herkes bizi sikmenin derdinde. halbuki türk dediğimiz insan türü, orta asya'dan kalkıp milleti yerinden yurdundan etmiş, kendi dinini, adetlerini güney avrupa ülkelerine yaymış, daha da yayacakmış ama neyse ki durdurmuşlar, 3 kıtada toprakları işgal etmiş ve bunu sadece kan akıtarak yapmış, sonra başkalarına işgalci, terörist demiş, aşırı haklı bir tür.

arkadaş, ben anlamıyorum. bu özgüven, bu kadar haklılık nereden geliyor? senin ülkende "cengiz han parkı" diye parklar, "atilla ilkokulu" diye okullar var, alpaslan üniversitesi var lan. sen nasıl millete işgalci, terörist diyebiliyorsun? tarihin gördüğü en büyük teröristlerden biridir cengiz han. belirli bir siyasi/ideolojik amaca ulaşmak için şiddete başvuran herkes teröristtir ama haklı olmanın belirli bir sınırı yok gördüğünüz gibi. herkes her koşulda haklı olabiliyor.

çok basit bir örnek daha vereyim. bugün fenerbahçe-beşiktaş maçı varmış. az önce facebook'a bir bakayım dedim, herkes çok haklı. herkese göre hakem çok kötü maç yönetmiş, herkese göre kendi desteklediği takım kazanacakmış ama hakem yüzünden kaybedilmiş falan. bu bloga o kadar saçma sapan şey yazdım ki, zamanında bu konuyu da ele aldığımı gururla söylemek istiyorum: her maçı kazanacak olsan, emin ol futboldan zevk almazdın. bir maçı da kaybet ulan! her maçta her takım kusursuz oynasa her maç 0-0 bitmez miydi? bir maçta da desteklediğin takım bir hata yapsın lan! bir kere de hakkınla yenil. sokakta rastgele adam yakalayıp tekme tokat dövesim geliyor. bunun bir ortası olmalı lan. gerçekten çok garip, arkadaşlar. bu kadar haklılık çok fazla. lütfen birimiz de haksız olalım. ben bu olayın isa'sı olmayı kabul ediyorum. herkes adına haksız olan tek kişi olarak beni çarmıha gerebilirsiniz.

ayrıca baştaki fıkrayı ben uydurdum. geminin konuyla ilgisi yok çünkü olmak zorunda değil! bu kez ben haklıyım.

28 Ekim 2016 Cuma

chopper çeteleri üzerine sosyoerotik bir tahlil



bildiğiniz gibi, ülkemizde bir motorcu çetesi furyası var.  belirli bir kültürü, çevresiyle hiçbir tutarlılık göstermeden, geçmişinden, bağlamından tamamen kopuk bir şekilde kopyalayıp bununla tatmin olan insanın ne kadar boş beleş bir varoluşun mümessili olduğunun farkına varamıyor oluşunu aklım almıyor.

amerikalıları bilirsiniz, kocaman ama verimsiz şeyler üretme konusunda ustadırlar. mesela bir suv üretirler, 5'er litrelik 6 silindiri vardır ama 250 beygir gücü zor üretiyordur. benzinle çalışan çakmak falan yaparlar. yaşadıkları yerler bile çevresel ve toplumsal sürdürülemezlik konusunda ders niteliğindedir. örneğin bkz. urban sprawl: https://en.wikipedia.org/wiki/Urban_sprawl

chopper tarzı motorların ortaya çıkışı 2. dünya savaşı sonrasına rastlar aziz dostlarım. avrupa'dan dönen amerikan askerleri, oralarda daha minimal, çevik ve kıvrak motosikletleri gördükten sonra, kendi ülkelerindeki motorları da bunlara benzetmeye başlarlar. zaten "chopper" adı da buradan gelir. gereksiz gördükleri parçaları chop'laya chop'laya, normalde tır gibi manevra yapan motorları kendi istedikleri gibi customize etmeye başlamışlardır. başlangıçta amaç budur ama zaman geçtikçe herkes kendi beğendiği özellikleri vurgularken, amerikalılar yine dayanamamış ve abartı abidesi motosikletleriyle ortamlarda dolaşmaya başlamıştır.

amerikan anlatılarıyla haşır neşir olanlar biliyordur, amerika'da bir frontier miti söz konusudur. amerika bir keşif ülkesidir çünkü. avrupa'dan göçen halkın yaptığı ilk şey yerlileri temizlemek ve sonra onların topraklarına çökmek olmuştur. zamanla bununla da yetinmeyen amerikalılar, texas'ı, louisiana'yı, california'yı falan da abd toprağı haline getirdikçe, yeni kurulan yerlerde yeni fırsatlar gören bu fırsatçı orospu çocukları buralara yerleşmiş, puritan ahlakıyla şekillenen değerleri doğrultusunda doğayı ehlileştirmeyi görev edinmiştir.

tabii ki bir yerde bir frontier kavramı varsa, orada ulaşım araçları önemli yer tutar. frontier uzaktır çünkü. mesafeler uzundur ve insanın bir ulaşım aracına ihtiyacı vardır. tahmin edeceğiniz üzere, başlarda bu ulaşım aracı attı. doğayı ehlileştiren kovboyun abd için simgesel bir öğe olması tesadüf değildir. kovboy dediğimiz kişi hareketlidir. doğa karşısında kullanabileceği yetenekleri vardır. silahıyla düzenin sağlanmasına yardım eder. bir anlamda toplumdan saygı görür ama ona saygı gösteren toplumun kurallarına uymak istemez. kurallara karşı koyan bir tarafı vardır. aslında aşağı yukarı bizim anadolu çomarının laboratuvar ortamında white trash'le birleştirilmesi gibi oldukça boş beleş bir varoluşa sahip olmasına rağmen frontier'ın en front'unda yer aldığı için saygı görmesi kaçınılmazdır. abd gibi devlete güvensizliğin her daim geçerli olduğu ve devletin birçok olaya müdahalesinin sınırlandığı ya da birbirini denetleyen kurumlara devredildiği bir ülkede, biraz kuralların dışında bir insanın halkı temsil etmesinden doğal bir şey olamaz.

2. dünya savaşı sonrası ülkesine dönen amerikan cengaverleri de, cephane üretme amacıyla hız kazanan seri üretimle dünyanın tartışmasız en büyük gücü haline gelmeyi başarmış devletlerinden deve yüküyle para aldıktan sonra dünyaya karşı bir koy götüne tavrı içine girmiş ve adeta bir kovboy gibi, ülkelerini yeniden keşfetmeye başlamıştır. tabii bunu organik atlarla yapmaları saçma olacağı için, çelikten atlarıyla ortamlarda boy göstermeye başlamışlardır.

zaten niye yapmasınlar? ülke git git bitecek gibi değil. suburb bölgelerini birbirine bağlayan kocaman otoyollar, otoyolların üstünde mola verip bir şeyler içip hatun kaldırabilecekleri neon ışıklı diner'lar, kaldırdıkları hatunlarla rahatsız edilmeden sabaha kadar ponpa yapabilecekleri moteller var. zaten çete halinde takılıyorsunuz, geçim derdi yok, kaynaklar çok fazla, petrol ucuz, istikrar sürüyor, sen savaştan yeni gelmişsin. bu senaryonun içinde peygamber olsa sapıtır abi. ben olsam ben de sapıtırım.

böylece bu yeni nesil kovboylar ortaya çıkmıştır. olay bir grup serserinin motorize olmasından ibarettir yani. en azından benim gözümde öyle. abd türkiye gibi değildir. orada orta sınıfın bir şeylere sahip olması için masa başı bir işinin, yüksek lisans diplomasının, babadan kalma bir malvarlığının olması gerekmez. bu yüzden birçok kişi maddi yönden halinden memnundur aslında. köyde çiftçilik yapan adam türkiye'deki köylü gibi derme çatma leş gibi evlerde oturup reno torosla gezmez. 2-3 katlı müstakil evleri, türkiye'de ancak zenginlerin aldığı ve kullanabildiği türden dodge ram gibi kamyonetleri falan vardır. chopper'la piçlik yapan güruh da genellikle bu tabandan beslenir.

şimdi efendim, bu şartların oluşması için o kadar çok değişken saydık değil mi? bir kere modern bir mobil eşkiya, bir tür highwayman gibi takılmak için, doğal olarak highway üzerinde olmak gerekir. yani cici kıyafetleriniz ve pahalı oyuncaklarınızla tunalı hilmi'de, emek'te falan geziyorsanız, kusura bakmayın, ben size götümle gülerim. muhtemelen umrunuzda olmaz ama gülerim. hele ki o üstünde çeşitli armaların olduğu kot yelekler falan kaçınılmaz bir "tehyallaam" refleksi oluşturuyor bende. hayır rahat da değil yani. ne bileyim, motor rahat olsa, performanslı olsa, hızlı olsa, kıvrak olsa, yine anlarım ama yok, değil. yani bir insanın sırf ulaşımdan keyif almak için böyle bir motosiklet kullanacağına ihtimal vermiyorum. mesela bir honda civic falan alsan daha rahat ve sessiz olur en azından. bu bir nevi disneyland'e gitmek gibi. gerçekte yaşamadığın ve yaşama ihtimalinin olmadığı bir şeyin simülasyonunun içine girmek için bir ton para döküyorsun. sen o değilsin. o olmana da imkan yok. en azından şimdilik. bir evi inşa etmeye 5. kattan başlamaya çalışmak gibi bir şey bu. kavram kaçınılmaz olarak çöküyor.

ben anlam veremiyorum arkadaşlar. içimizde chopper'cı olup da kendi yaşam deneyiminin sınırları içerisinde bunu neden sevdiğini açıklayabilecek biri varsa beri gelsin. evin önünde de sürekli görüyorum aslında. arkadaş canlısı kimseler gibi görünseler, doğrudan kendilerine soracağım ama muhtemelen aramızda kavga çıkacağı için sormuyorum.

bir de bizim motosikletçilerde sistemi reddetme, anarşi, bağımsızlık hisleri yerine türklüğü, islamı yüceltme eğilimleri var. abi sen bakkal mısın lan? motorcu çetesi elemanısın. kurumsallaşmış değerlere bu kadar bağlılık falan hayrola? sanırsın corolla club piknik grubu. hiç yakışıyor mu? hani anarşi? hani kurumlara güvensizlik? hani güçler ayrılığı? hiç yakıştı mı?

2 Ekim 2014 Perşembe

para üzerine

son zamanlarda, para dediğimiz mefhumun işe yararlığını sorgulamaya başladığımı fark ettim. geçtiğimiz günlerde tüketicinin hüseyin abisi olarak birtakım ipuçları verdikten sonra, bugün de genel bir iktisat teorisine giriş yapmak istiyorum. tabii ki şaka yapıyorum. bir sikim teoriye giriş yapmayacağım. paranın nasıl bir ilüzyon olduğundan bahsedeceğim. bu önemli bir durum, zira bütün hayatını para kazanmaya programlanarak geçirmiş insanlarız. ilkokuldan başlayarak hepimize doktor, avukat, subay, mühendis, ot bok olmamız gerektiği söyleniyor. ortaokulda buna göre fen lisesine hazırlanıyorsun, olmazsa anadolu lisesi. o da olmazsa düz lise, ters lise, süper mega lise falan var. umut fakirin ekmeği tabii. para kazanmak için okumak şart. biri olmazsa diğeri. öss'de (sistem o kadar değişti ki son sınavın adı nedir bilmiyorum) en yüksek puanlı bölümler, 7-8 yaşlarında aldığımız bu gazın etkisiyle tıp veya mühendislik oluyor. onlar iyi kazandırıyor çünkü. iyiden kasıt da 5-10 bin lira arası bu arada. belki mahallenizin bakkalı daha çok kazanıyordur ama nasıl harcayacağını bilmediği için fark etmiyor olabilirsiniz. yani bakkal gidip bir porsche veya tripleks villa almaz haliyle. memleketinden 5-6 tane apartman dairesi falan almıştır "ben ölünce çocuğum yisin" mantığıyla. hah evet, mühendislik, tıp falan diyorduk. bütün olay bu yani. istesek çoğumuz müzikoloji veya felsefe okuruz. hem de boğaziçi'nde, odtü'de bile okuruz bu bölümleri ama malum, para getirmiyor ve biz gerçek anlamda bir makine olduğumuz için, para getirmeyen şeyler geçerli bir input değil. hatta bu makineliğimizi 3-4 saatte bütün ayrıntılarıyla bir fsa olarak çizebiliriz. hem de a0 değil, düz defter sayfasına. ileride çocuk yapacak olursak bi nevi kılavuz olur.

"allah aşkına biz napıyoruz lan?"

işin sorunlu kısmı, para kazanmanın bir adım sonrası olan para harcamak. etrafıma baktığımda, vereceğim parayı hak eden hiçbir şey göremiyorum. her şey ya fazla pahalı, ya fazla işe yaramayaz, ya da ikisi de. 100 lira veya üstü verip, aldıktan 2-3 yıl sonra hala ilk günkü verimlilik ve memnuniyetle kullandığım 5 şey var sanırım:

- 3 sene önce aldığım 24 yaşında bir araba
- 4 sene önce aldığım masaüstü bilgisayar (ve monitör)
- 10 sene önce aldığım nike shox basketbol ayakkabıları
- 4 sene önce aldığım kindle 2
- 6 sene önce aldığım playstation 3

bunların dışındaki her şeyi bir heyecanla satın alıp, sonra haftada toplam 1 saat falan kullanmaya başladığımı fark ettim. ayda yaklaşık 1 saat civarı kullandıklarım bile oluyor. buna çoğu zaman ps3 de dahil ama zamanında 1000 liraya aldığım bir aletin 6 yıldır hiçbir upgrade olmdan oyun oynamama ve film izlememe olanak sağlaması nedeniyle, kendisini bu listede onursal üye yapmaya karar verdim. neyse efendim, bugün gelinen noktada artık neyin nerede satıldığını hatırladığımdan bile emin değilim. geçen hafta tornavida seti, yapıştırıcı, havya ve cımbıza ihtiyacım oldu ve 2 saat düşündüm bunları nereden alacağımı. sonra yapacağım şeyin de gereksiz olduğunu idrak edip vazgeçtim.

neyse ki avm'ler var. satın almaya değmeyecek her şeyi oralarda görebiliyoruz. çoğu avm o kadar büyük ki, girişine harita koyuyorlar. oradan izleyeceğiniz rotaya karar veriyorsunuz. koridorda dolaşıp hiçbir dükkana girmeden, hepsinin ne kadar gereksiz mallar içerdiğini anlamanız mümkün.

elektronik mağazaları ağzına kadar saçmalık dolu mesela. son birkaç gündür memlekette olduğum ve memlekette gezilecek, görülecek bir yer olmadığı gibi birlikte takılınacak bir kişi de kalmadığı için birkaç gün mark twain gibi park bahçe gezdikten sonra, yeni yapılan 1-2 alışveriş merkezine bakmaya gittim. yıllardır gıda ve alkol dışında hiçbir şey satın almamış bir insan açlığıyla, gördüğüm her ürüne saldırmamın beklenmesi lazım. ilk olarak teknosa'ya girdim. 3 saat orda dolandım. her ürün için tek tek düşündüm, bunu alsam dünya benim için nasıl daha yaşanabilir bir yer halini alır diye. fotoğraf makinesi reyonunda, o makinelerden harika bir tanesinin benim olduğunu hayal ettim. orada test ederken lensinin ebesinin amına kadar zoom yaptığını görünce şaşırdım. tezgahtar bir kızın götüne zoom yaptım, harikaydı. şaka lan, yapmadım öyle bi şey. onun yerine, bir printer kutusunun üstündeki küçük yazılara zoom yaptım. netleştirme de yapınca yazıları okuyabiliyordunuz. vay anasının lens solüsyonu diye hayret ettikten sonra fiyatına bir bakayım dedim. lensiyle birlikte 3499 liraydı. alsam alırdım. hiçbir bok almıyordum zaten. yakında tek başıma enflasyona yol açtığım için merkez bankasından beni dövmeye gelebilirler. neyse, beni mutlu edeceğini bilsem, 1 saniye bile düşünmezdim sanıyorum. tamamen satın alma moduna girmiştim çünkü. orada herhangi bir şey hoşuma gitse paketleyip götürecem eve. cep telefonu reyonundayız. iphone 6, plus, envai çeşit samsung galaxy, note 3, 4, 5 allah ne verdiyse bir sürü şey var. her allahın günü model mi çıkarıyorlardır nedir, hepsi de birbirinin aynısı. tezgahtarın teki koşa koşa yanıma geldi. 7 çekirdekli falanmış birinin işlemcisi. anasının amı artık! benim gariban bilgisayarımın işlemcisi bile 2 çekirdekli ve 4 senedir her türlü kahrımı çekiyor. 7 çekirdek ne lan? dna falan mı modelleyeceğiz amınakoyim? elime alıp inceledim. ya pezevenkler yalan söylüyor, ya da telefon teknolojisi inanılmaz gelişmiş. 2 senedir falan beleşe edindiğim bir iphone 3g kullanıyorum. onu düşündüm, reyondaki telefonlara baktım, arada pek bir fark yok. kalitesiz fotoğraf/video çekiyor, köşeleri yuvarlanmış kare simgelerle ifade edilen uygulamalar var, işe yaramaz ot bok, bir sürü şey. tezgahtara sordum. "bunlardan hangisi diğerlerinden daha avantajlı? çok param var (aslında yok tabii çok param da, rahat rahat anlatsın diye söylüyorum) şöyle 5 sene kullanabileceğim bi şey almak istiyorum." adam galaxy note 3 tavsiye etti. sağladığı avantajlar şunlar: kalemiyle not alabiliyormuşuz, oyun yükleyebiliyormuşuz, bataryası dayanıklıymış, pdf okuyabiliyormuşuz, ekranı ikiye bölebiliyormuşuz, gazete uygulamasıyla gazete okuyabiliyormuşuz (ülkede gazete varmış gibi... benim facebook feed'im türkiye'deki bütün haber ajanslarından daha doğru haber içeriyor). oyunların kalitesi nasıl diye sordum. normal atari oyunları gibi dedi. kısacası, cep telefonları da bir bok vaat etmiyor. en iyisinin en iyi özelliği not almanızı mümkün kılması. 50 kuruşluk defter ve 50 kuruşluk kalemle en az 1 yıl yapabildiğiniz bir şey yani. uygulamanın yüklenmesini de beklemiyorsunuz. kapağı kaldırdığınız anda açılıyor. kaleminin precision düzeyi de, kendisinden 4000 kat daha pahalı galaksi notun anasını siker en kadim elf lisanındaki tanımla. orayı da geçtik. çift taraflı bir yazıcı biraz ilgimi çekti ama şu an için yoğun bir şekilde yazdırmak istediğim bir şey yok. dolayısıyla incelemeden geçtik. playstation'ın önüne geldim. tanıtım standı yapmışlar. fifa 2015, wolfentstein gibi oyunlar var. fifa açıktı, onu oynadım. fena değil ama arcade - simulation slider'ında simulation'a dayanmış gibi bir hava var. bundan zevk almak için bütün hayatını iptal edip fifa manyağı olman gerek. biraz daha arcade olsa iyi olabilirdi. bugüne kadar playstation ailesinin taşınabilir olmayan her bir üyesini almış bir insan olarak, cd değiştirmek isterken fark ettim oynadığım şeyin ps4 olduğunu. 15-20 dakika boyunca ps3 oynadığımı sanıyordum. cd değiştirmek için menü bulma maksadıyla gamepad'deki ps tuşuna bastığımda çaktım vaziyeti. wolfenstein'ı takınca hayal kırıklığım tavan yaptı. sonra düşündüm, çok iyi bir şey olsa bile almazdım, çünkü oyun oynamak artık zevk veren bir şey değil. hatta elimdeki makineyi bile kardeşime vermeyi düşünüyorum. neyse, oradan da geçtik. bilgisayar reyonu. hepsine hızlıca bir göz attım. bildiğimiz bilgisayar. kullanırken daha kolay çileden çıkalım ve ürün daha erken kullanılmaz hale gelsin diye ortalama bir aksiyon filminden daha fazla görsel efekt içeren bir windows versiyonu kurulmuş göt kadar bilgisayarlar. bir de şu cihazların sağına soluna film şeridi, müzik notası resmi falan koymayı bir bırakmadılar. ulan bize de azıcık saygı be. birine de siyah zemin üstüne cursor figürü falan koyun. "optimized for the life-deprived, nerdmost coding experience" falan yazın. hep gerizekalıları mı hedef alıyorsunuz müşteri kitlesi olarak? neyse, diğerlerine göre tercih edilebilir gibi görünen bir toshiba bilgisayarın fiyatı 2100 lira. o bilgisayardan internete girip windows 8'in fiyatına bakıyorum. 400 lira diyor. 1700 lira yani bilgisayarın kendisi. vergileri falan çıkarsak 1000 liraya falan rahat alırız muhtemelen de, o ayrı bir konu. neyse, windows olayını tezgahtara soruyorum. bunu windows'suz alabiliyor muyuz diyorum. adam hayır diyor. peki şunu? hayır. şunu? hiçbirini alamıyorsunuz. peki, teşekkürler (anasının amı anlamındaki teşekkürler bu). bir umut arkasından seslenip soruyorum: "masaüstü bilgisayarlar da mı böyle?" evet efendim, hepsinde windows kurulu geliyor. allah allah... lan mütemmim cüz diye bi şey vardı hukukta ama... neyse, sikerler. bilgisayar alacak olsam kendim toplayıp ubuntuyu basarım zaten sevdiceğime imam nikahı basar gibi. yok, o da yok. zaten bilgisayar yani sonuçta. insanı ne kadar mutlu edebilir ki? enformasyon cihazı en nihayetinde. ilerledikçe tabletler görüyorum. ipad'ler falan, samsung'lar, hepsi sıkıcı. sonunda bunları klavyeyle satmayı akıl etmişler ama netbook'a dönmüş bu haliyle de. teknolojinin kilitlenmesini temsil ediyor sanırım. ilerlemeye devam ediyorum. monitörler var, kendisinin üçte bir fiyatına ikinci eli satılanlarla aynı görüntüyü veren monitörler, hah televizyonlar! samsung parantez şeklinde televizyon üretmiş. lg de olabilir, emin değilim. allah güney korelileri ekran üretsin diye yarattığı için her şey olabilir. bir ara hyundai'nin bile ürün gamında tüplü monitör vardı. ürün gamı da ne yarro bir laf amınakoyim. gamlandığımız, tasalandığımız ürünler der gibi. products we are concerned about gibi. neyse, televizyonlar gerçekten dehşet, hak veriyorum ama televizyon yayınlarının içeriği zaten bok gibi. film izleyecek olsanız, konuya odaklandığınızda nasıl bir ekranda izlediğinizin hiçbir önemi yok aslında. tabii 37 ekran televizyonda nbc filmi izlediğinizde sinematografik birtakım unsurlardan yeterince haz almanız zorlaşır ama konusu için izlenen filmlerde pek de fark etmez. gördüğünüzü ve yönetmenin göstermek istediğini her türlü anlayabilirsiniz. bir de 5000 liraya falan satıyorlar bu televizyonları. 500 lira olanıyla da mutlu olmak mümkün ve içeriğe hiçbir katkısı olmayan bir şeye 5000 lira vermek mantıklı değil. heh, smart tv'ler. insanoğlunun en büyük kerizliği. teknolojinin insanlığa soktuğu en büyük kazık. kocaman harflerle sazan.avi. 40 dolarlık raspberry pi + 400 dolarlık televizyonun yapacağı şeyin birkaç kalite altını size 1000 dolara sokma girişimine smart tv denir. adının aksine, gerizekalılar için üretilmiş bir çözüm yani. akıllı adamın bunları yememesi lazım. zaten bir şey size all in one diye satılıyorsa, orda mutlaka bir piçlik arayın aziz dostlarım. orayı da geçtik ve geriye bir şey kalmadı. bu aşamada niçe'nin bir sözünü modifiye etmek mümkün: "a casual stroll in teknosa shows that money doesn't prove anything".

dışarı çıktım. çevreme bakıyorum. kıyafet mağazaları, bir adet yapı market falan var. varoluşumuzun tek amacı para kazanmak olduğu için, para harcayacak bir yer arıyorum. insanlar belki de böyle kumarbaz oluyordur diye de düşünüyorum bir yandan. burası kıbrıs olsa kumar oynardım heralde. kıyafet mağazalarından birine giriyorum. bütün reyonlara hızla göz atıyorum. edindiğim genel izlenim şu: decency, geçmişte gördüğümüz bir modaymış sanırım. erkek olduğum için erkek kıyafetlerine bakıyorum. dar kesim kot ve bol kesim kot var. arası yok. renkler de kırmızı, sarı, yeşil, mavi falan. ulan straight erkek giyecek bunları. pantolonları geçiyoruz. hırkaların hepsinin üstüne, trabzon ekmeği adı verilen şeyin üstüne yerleştirilen örgü deseninden yerleştirilmiş. hepsinde var bu. yakaları da bi garip, değişik bir yaka türü var. bornoz yakası gibi. 3 mağazanın hepsinde de böyle. kıyafetlerde twitter ve vine gibi şeyler yüzünden narrative collapse adı verilen presentist çöküşten muzdarip gençliği mutlu edecek basit espriler. kiminde istavrit/istanbul yazıyor, kiminde amerikan dizisi esprileri, breaking bad falan. aradığım şey çok basit. siyah/gri bir kot ve desensiz bir hırka. rengi önemli değil. ama yok. bu kıyafet devrimini kim yapmış bilmiyorum ama insanı "zorunlu tasarruf"a ittiği kesin.

oradan da çıkıyorum. yaprakların hışırtısı duyuluyor çünkü etraf bomboş. şehir dışı olduğu için etrafta hiçbir şey yok ve haftaiçi öğle vakti olduğu için insan da yok. çevremdeki ipuçlarından faydalanarak bir şey satın almaya bakıyorum. ileride burger king var. sattıkları şeyler kelimenin tam anlamıyla yarrrrak gibi. halley boyutlarında hamburgere 13 lira veren adamlar kim olabilir diye merak ederken, ileride yaldır yaldır hamburger yiyen aileyi görüyorum. demek ki onlarmış. gloria jeans diye bir yer var. içine 3-4 kişilik kız grupları oturmuş kahve içiyor. hayatımda hiç fast food veya kahve dükkanına giresim gelmediği için, o zaman da ilgimi çekmediler.

ileride bir bank görüyorum. banka oturup düşünüyorum insanlar parasını neye harcar diye. yerde bir digiturk broşürü var. digiturk, dsmart gibi şeyleri düşünüyorum. çevremde bunlara para veren bir sürü insan var. boktan amerikan filmleri ve gişe dışında bir kaygısı olmayan diziler izlemek için, 22 tane trilyonerin top peşinde koşmasını izlemek için ayda 20-30 lira fatura ödemeye davet ediyorlar bizi. tabii ki onlar da ilgimi çekmiyor. televizyondaki içerik pek ilgi çekici değil zaten. küçük şehir avm'sinde kitapçı olmuyor ama oraya girsem de boktan çevirileri görüp, çoğu kitabı almaktan vazgeçeceğim. türkçe kitaplar alınabilir belki ama kitapçımız yok. zaten yanımda 3-4 tane kitap getirdim, tez için okumalar falan var. kitaba da para veremem şu an.

en son çıkmadan önce yapı marketi gördüm. 3 saat falan dolandım içinde. sonunda bir tane kazma sapı aldım. evde tek yaşadığım için yatağın yanında tutarım diye. 2 lira mı neydi. bunun aynısını beyzbol sopası olarak alsan en az 20 lira. bakkaldan çikolata alır gibi kazma sapı aldım. kasiyer garip bir bakış attı "götüye mi zokacan" der gibi ama amacım üzüm yemek değil, hırsızı dövmek. ehi ehi kelime şakası yaptım. yapı markette ne işi var bilmiyorum ama içecek dolabı da vardı. bir tane de muzlu süt aldım ordan. 3 lira harcamış oldum. evden çıkarken para harcamaya son derece istekliydim. harcaya harcaya 3 lira harcayabildim. arabaya atladım, eve doğru yola çıktım. yeni açılmış bir tane pub gördüm. cuma vakti bomboş mekanda bira içtim, fıstık yedim, sigara içtim. eurosport'ta bilardo ve bowling izledim ama beynim satın alacak bir şey bulma fikrini bırakamıyordu. dolayısıyla boş boş ekrana bakıyordum. hipster ayakları çekip, kazandığı her kuruşu sehayate yatıran arkadaşlar geldi aklıma. çok mutlu görünüyorlardı ama 1 hafta yaşayacağın boktan bir deneyim de milyarlarca paraya değmez. hele ki sonunda bu iğrenç ülkeye döneceksen. düşün mesela, isveç'te 1 hafta geçirmişsin. insan medeniyetinin en uç noktasında bulunan, iq ortalamasının türkiye'nin bilmemkaç fazlası olduğu, sosyal devletin, insan haklarının tavan yaptığı bir cennetten sonra avrupa'ya cehalet ihraç eden, nüfusunun %65'ini kendini her durumda haklı gören ilkokul mezunlarının oluşturduğu, 2014 yılı itibariyle din diye bir olgunun olduğu, olmayı bırak, resmi bir yönetim biçimi olarak uygulamaya çalışıldığı bir ahıra dönüyorsun. katrilyonlarca parayı cukkalamasına rağmen ölümüne savunulan adamların olduğu bir ülkeye gelip en iyi ihtimalle depresyona girersin heralde. 1 hafta rolls royce'un arka koltuğunda gezdikten sonra içi bok kokan murat 124'ün direksiyonuna geçmek gibi. her şeyin eşit olduğunu varsaysak bile, çuvalla parayı 1 haftalık soyut bir deneyime gömmek pek mantıklı değil. fotoğraflar olmasa isveç'te ne yaptığını 1 yıl sonra hatırlamazsın bile.

televizyonda reklamlar çıktı. yarım saat falan sürdü reklamlar. sanırım bütün yayın akışının %50'sini falan kaplıyor artık. hala televizyon izleyen gerizekalılar varsa önemli miktarda reklama maruz kalıyordur. reklamları dikkatle izliyorum. bütün reklamların %40 kadarı banka kredisi ve cep telefonu tarifesi reklamlarından oluşuyor. 5000 lira bayram kredisi, tatil kredisi falan diye reklamlar var. düşünüyorum, bayramda neye para harcanır ki? kurban kesmek zaten parası olmayanlara farz değil. tatile gitmek de parası olmayanlara farz değil. 28 yıllık ömrümde 1 kez tatile gittim mesela. o da 3 günlük bir tatildi. her gün 2 saat falan yüzdüm, 5-6 saat kadar içtim, 5-6 saat kadar da ortalığı gezdim. hepsi buydu. tatilde de bi bok yok yani. şu an biri heyecanla yanıma gelip "tatile gitmen için sana 5000 lira veriyorum" dese ve o parayı sadece tatil için kullanabilecek olsam, götümü kaldırıp tatile bile gitmem. sıkıcı çünkü. insanın kendini kandırmasından ibaret. herkes öyle eğleniyor diye sen de kendini öyle eğleneceğine inandırıyorsun, hepsi bu. evde bütün gün sırt üstü yatıp efil efil pencerenin altında kitap okumak, hatta kitabı siktir et, finansal forum gazetesi okumak bile çok daha zevklidir. bunun dışında bitmek tükenmek bilmeyen cep telefonu tarifeleri reklamı var. 50'lik biranın yarısını cep telefonu reklamlarını izleyerek harcıyorum. bir bira daha söylüyorum reklamları izlerken içmek için. nasıl ümitsiz insanları hedef aldığını anlamaya çalışıyorum. mesela aylık 2000 dakika, 2000 sms, 2gb internet paketi alan adam, bütün ay boyunca ne yapıyordur? 33 saat ediyor zira. her gün 1 saat telefonda konuşmak demek. uyanık kalınan her saatin 8 dakikasında telefonla konuşmaya falan karşılık geliyor sanırım. reklamda telefonundan youtube videosu takıldığı için bütün bir yaşamı sekteye uğrayan bir adam var. bilgisayar başında olmadığı zamanlarda yeterince "connected" olmaması, youtube videosu izleyememesi nedeniyle gidip internet paketi almış allahın salağı. onun reklam karakteri olduğunun farkındayım ama bunu yapan biri olmasa kimseye 2gb internet paketi satamazlar sanıyorum. bunun bir tek sebebi olabilir, o da yukarıda bahsettiğim akıllı telefon ilüzyonunun bir ilüzyon olduğunun anlaşılması sonucunda, telefonun bütün özelliklerini kullanma telaşı. o özellikler ne? twitter, instagram, foursquare, youtube videoları. kısaca internetin aptallık eşiği dediğim şeyler. özellikle 4square böyle. bence 4square açıkça interneti ikiye ayırmaya yarıyor. gerizekalı olanlar ve olmayanlar. akıllı telefonlar da bu potansiyeli iyi değerlendiriyor tabii. hiçbir halta yaramayan cihaz, "yer bildirimi" yapmaya yarıyor. dolmuştan check-in yapan adam var mesela. bunu neden yapıyor? telefonunu kullanmak zorunda gibi hissettiği için. 2500 lira vermiş lan. kullanmak zorunda. youtube'dan video izlemek zorunda. onu bigisayarla da yapıyor. öyleyse bilgisayarın, hatta internetin olmadığı yerlerde izlemek, twit atmak, yer bildirimi yapmak zorunda. bunun için de dolmuştan daha uygun bir yer olamaz heralde, değil mi? o reklam da geçiyor, renault clio reklamı çıkıyor. 75 beygirlik 2 kapılı göt kadar arabaya 40 bin lira istiyorlar. aynı özelliklere sahip versiyonunu fransada 20 bin liraya falan alırsın muhtemelen. sonra çikolata, bisküvi reklamları falan. vıcık vıcık yağ içeren iğrenç şeyler. bp reklamı. benzinin 5 lirayı geçtiği ülkede bp neyin reklamını yapıyor merak ediyorum. bütün orta sınıfın nefret etmesine rağmen hepsinin yaldır yaldır evlerini aldığı ali ağaoğlu'nun inşaatlarının reklamı çıkıyor sonra. "kira öder gibi" ev sahibi olma geyiği, evet. halihazırda bir sürü satılık/kiralık ev varken, anasının amına inşa edilmiş evlere kimin para verdiğini merak ediyorum. tabii ki doktor, mühendis, mimar, avukat gibi üst gelir grubu insanları para veriyor. o kadar parası olan adamın tam olarak neden kaçtığını da merak ediyorum. ben olsam inatla şehrin göbeğinde yaşamaya devam ederim. param var lan. gitmek zorunda değilim diye düşünürüm. neyse, barın sahibi olma ihtimali yüksek olan adam kanal değiştiriyor. kanal değiştirirken tecvidli kuran seti reklamı çıkıyor. adam biraz izleyip sonra kanal değiştirmye devam ediyor ama ben o kanalda takılıyorum.

dindar bir insanı "tecvidli kuran seti" almaktan daha çok aşağılayacak ne olabilir diye düşünüyorum barda otururken. kuranı tecvidli okumak zorluk değil, kolaylık için var. ben bu allahsız halimle kuranı tecvidli okumayı biliyorsam, bütün hayatını dine göre dizayn eden manyakların okuması gereken bir tek kitabı da düzgün okuması gerekmez mi? en azından onu bil ulan bi zahmet. çok zor demi? beyni kullanmak zor geliyor tabii. kalem şeklinde bir şey satıyorlar senin gibi gerizekalılar için. metnin üstünde gezdirdiğinde vızıldayan bir ses çıkıp kuran okuyor. o kadar image processing, text processing, text to speech araştırmasının geldiği nokta insanı biraz güldürüyor ama bu muhteşem seti sadece 180 liraya satan fırsatçı pezevenklerin her fırsatta bok atmaktan geri durmadığı bilimin imkanlarını kullanarak para kazanması rahatsız edici. sorsan fen bilgisi dersleri zorunlu olmasın der.

sonuç olarak, reklamlardan da bir sonuç çıkmıyor. genel bir çıkarım yapmamız gerekirse, boşuna çalışıyoruz aziz dostlarım. o kadar emek, okuma, meslek edinme, çalışma, kendinden fedakarlık etme falan yalan. paranın satın alabileceği şeylerin hepsi bayağı ve sıkıcı. bu durumda en mantıklı yatırım aracı alkol gibi görünüyor. insan 120 liraya bir şişe tiski alsa, en az 3 hafta azar azar içer. 4. hafta bünyeyi nadasa bıraksa, ayda 1 tiski anlamına gelir. sonraki ay o parayla şarap alsa, rakı alsa, insan her gününü kaliteli yaşayabilir. yoksa tamamen boşu boşuna çalışmış oluyoruz. tabii parayı rulo yapıp göte sokmak da bir seçenek.

28 Eylül 2014 Pazar

tüketici köşesi

tüketicinin hüseyin abisi hüseyin tır, parası çok olup kafası az basan tüketiciye doğru yolu gösteriyor. öyle bir ülke düşünün ki, herkes birbirini sikmeye, şirketler ise herkesi sikmeye yemin etmiş gibi. devlet ise hem sikişe destek oluyor, hem de bizzat kendisi sikiyor. böyle bir yer işte türkiye. çok fazla kafa ütülemeden konuya girmek istiyorum. efendim, konumuz cappy atom gerçeği. cappy atom diye bir ürün var. coca cola company'ye ait. ülkede meyve veya meyve suyu üreten şirket yokmuş gibi coca cola'nın ürettiği meyve suyunu satın alan gerizekalılar olduğu sürece, adamlar üretmekte sakınca görmüyor tabii. kimin ne amaçla aldığı falan beni pek ilgilendirmiyor da, şöyle bir paketinin olmasına dikkat çekmek isterim öncelikle:


petek resminin kolayca görülebildiği bir resim seçtim. görüldüğü gibi paketin üzerinde kocaman bir petek ve bal resmi var. 17 aralık operasyonundan sonra memleketteki en büyük sahtekarlık olabilir şu petek resmi. içindeki gerçek bal miktarını görmek için ambalaja bakıyoruz: %0,01 oranında bal vardır yazmış. abi zaten yüzde dediğimiz şey otomatikman [(toplam hacim) × (0,0x)] anlamına gelmiyor mu? bu durumda %0,01 bal nedir lan? ordaki atom bal atomu mu? yoksa 1 litre cappy'nin içinde 1 mol kadar bal mı var?

şimdi bir hesap yapalım: 1 litrenin %0,01'i ne kadar yapar?

1 litre = 1000 mililitre desek, 1 litrenin içindeki bal miktarı 0,1 ml ediyor. şu resme göre yorumlayacak olursak:


şu resimde iki değerin arası kadar. bu şırınganın gerçek boyutu zaten bu kadar bile büyük değil. cappy paketiyle yan yana koysanız, muhtemelen tabanını çaprazlama bile doldurmaz, öyle düşünün. size bir çözüm önerisinde de bulunacağım. buna tüketicinin hüseyin abisinin kutsal alışveriş formülü diyebiliriz. örnek üzerinden anlatayım:

bir markete giriyorsunuz. peynir alacaksınız diyelim. rafta 2 çeşit peynir olsun. biri mis, diğeri ise ülker marka. şimdi gidip "ben ülkerin kalitesine güvenirim ağbi" dersen, bir firmanın tekelleşmesine katkıda bulunmuş olursun. mis dediğimiz firma eskiden beri süt ürünleri alanında faaliyet gösteriyor değil mi. şöyle düşünün: bir yerde mandıranız var. süt, peynir falan üretip satıyorsunuz. az ileride çikolata, bisküvi falan üretip köşeyi dönen bir herif, sizin yanınıza gelip mandıra açıyor. ayrıca biliyorsunuz ki, bu adam karşıdaki meyve suyu üreticisinin yanında meyve suyu satmaya, makarna üreticisinin yanında da makarna, kolacının yanında kola satmaya çalışıyor. bildiğin sapık kısacası. bu adamı dayak manyağı etmez misiniz? ben olsam ederim. hangi marka diğer sektörlere el atmaya çalışıyorsa, o markayı protesto etmek gerek. bu formülle size mutluluğun kapılarını ardına kadar açtıktan sonra, ikinci hususa geçmek istiyorum.

türkiye'de tüketiciyi sikmeye yemin etmiş bir diğer ürün/hizmet grubu internet servis sağlayıcılarıdır. sanırım bugüne kadar internet kullanıp da bu adamların sahtekarlıklarından en az birine maruz kalmamış bir kişi bile yoktur. bugüne kadar çok ev değiştirmiş, çok abonelikler açtırmış/kapattırmış bir insan olarak, sizlere muhteşem bok gibi bir internet servis sağlayıcısı rehberi hazırladım. bunun altına kendi deneyimlerinizi yorum olarak yazarsanız, husus hakkında kollektif bir bilinç geliştirebileceğimizi düşünüyorum.

1- ttnet: düzenin en pislik tarafı, mahallenin kabadayısı, sizi haraca bağlamaktan zevk alan türk telekomdan başlamak istiyorum. ben bu adamlardan zamanında internet hizmeti almıştım. sonra başka bir eve taşındım. taşındığım evdeki arkadaşların mevcut bağlantısı olduğu için internetimi kapattırayım dedim. tabii ki kapattırmak için faturaları ödemek gerekiyordu. birer hafta arayla 3 kez telekom'un ankara bahçelievler'deki merkezine gitmeme rağmen, üçünde de "sistem çöktü, ödeme alamıyoruz" diyerek gönderdiler beni. imzalı bir yazı istemeyi akıl edemedim. bu olaydan yaklaşık 4 ay sonra eve icra yazısı gönderdiler. kapattıramadığım ayların faturalarının yanında (ki bu aylarda internet kullanmamıştım) avukat masrafı da ödedim.

bunun yanında, internet hızı sık sık düşer, bazen komple kesilir ve hiçbir zaman taahhüt edilen hızı görmezsiniz. size 8mbps'ye kadar diye satarlar ama altında muhtemelen 2 puntoyla falan "dünyada sizden başka kimsenin internet kullanmaması durumunda" falan yazıyordur, zira aşağı yukarı eşit bir olasılıktır bu. ha bir de unutmadan, ttnet kullandığınızda, nurtopu gibi birkaç fişleme aparatına da sahip olursunuz. size sorulmadan (veya 50 sayfalık sözleşmenin bir yerlerinde sorularak) kaktırılan phorm ve gezinti gibi uygulamalarla, hangi sitede ne yaptığınız denetlenmektedir. browser'a phorm detector türü şeyler kurduğunuzda, aşağı yukarı bütün türk sitelerinde phorm'un etkinleştirildiğini görürsünüz. ayrıca, herhangi bir siteye girmek istediğinizde yandex'in sayfasına falan yönlendirilirseniz şaşırmayın, zira ttnet ara sıra kafasına göre modeminizi resetleyerek sizi reklam sayfasına yönlendirir. etik konusunda çığır açmış bir isp'dir kısaca.

2- superonline: mevcut internet bağlantımı başka bir adrese naklettirmek istemiştim. adamları telefonla arayıp "abi bana bi nükleer reaktör yapalım" falan demiyorum. x adresinde kayıtlı internet aboneliğim y adresine aktarılacak, hepsi bu. adresler aynı ilçe içinde, hatta birinden diğerine yürümek 45 dakika falan sürer. tam 1 ay açamadılar o bağlantıyı ama teknik servis ısrarla eve gelmiyor. "elektrikçi çağırın", "başka bi modemle deneyin", "modem bilmemne standardını desteklemiyor olabilir. yeni bir modem alın" gibi şeyler söylüyorlar. kullanmadığım internetin 1 aylık faturasını da haşırt diye geçirdiklerini belirtmeme gerek yok. neyse efendim, zamanında taahhütlü almıştım ben bu internet paketini. sonra taahhütü bitmeden kapatmak istedim. bilmemkaç aylık bedeli aldılar falan. interneti kapattırdım, imzalı yazı aldım vs. ama kapattıktan sonraki ay, kullanmadığım internetin "son ayı" diye 1 fatura daha çıkadılar. ödemedim. icra micra bi şeyler sayıkladılar. ödememekte direndim ama maddi durumlar pek iyi değil diye uğraşmak istemedim ve ödedim. sonraki ay için 5 liralık daha fatura geldi. 5 lira fatura, düşünün. şu an 5 lira fatura ödemem gerekiyor superonline'a. ne faturası olduğunu bilen yok. bunu ödeyince 25 kuruşluk bi fatura daha gelecek heralde. zeno paradoksu gibi sonsuza kadar haraca bağlayacaklar muhtemelen. neyse, bundan da uzak durun.

3- uydunet: sanırım içlerinden en sorunsuzu buydu. tek eksileri, telefonla arayıp size bir kampanya sayıyorlar ve telefona bakan ev arkadaşınız bu işlerden çok anlamıyorsa, daha fazla para ödeyip daha düşük hızla bağlandığınız bir internet paketini kabul edebiliyor. onun dışında, bazı dönemler sık sık kesildiği olur ama call center elemanları çirkef değildir. sokakta en sık çalışırken göreceğiniz teknik servis elemanları türksat'a aittir, zira bir sorun olduğunda ararsanız gelirler. superonline gibi "bizimle ilgili değil hacı" dedikten 1 ay sonra eve gelip "eheh merkezden sinyal vermemişler eheh" diyerek gitmezler. bir ayda yaklaşık 20 kez yarım saat kadar sürelerle kesilmesi dışında bir yamuklarını görmedim yani. taahhüt bitirmek istediğinizde normal bitirirler falan. yine de bunu iyi addetmemizin tek sebebi, normali iyi gibi görmemizdir aslında.

üçüncü mal veya hizmet eleştirimiz, seçim hakkımızın bile olmadığı bir kuruluşla ilgili. istediğiniz kadar şikayet edin, ne kimse başınıza gelen olayı sikine takıyor, ne de bakanlık kankisine yan gözle bakılmasına izin veriyor. tüvturk muayene istasyonlarından bahsediyorum. normalde konsorsiyum bu tüvturk dediğimiz olay. ortaklarından biri doğuş grubu. evet, ferit şahenk. aynı zamanda volkswagen, audi, skoda, seat gibi markaların ithalatçısı. bildiğin kurda kuzu emanet etmek yani. bir anlamda "vw, audi, skoda, seat alırsanız, muayeneden geçme olasılığınız yükselir" demek gibi bir şey. bunun yanında, kendi elleriyle hayatınızı tehlikeye atıp, suçu size yıkmak gibi bir hobileri vardır. aşağıda doğrudan başıma gelmiş bir olayı yazacağım. dikkatle okuyunuz, ya da okumayınız la, o kadar sikimde olmaz ki...

tarih, eylül 2013. 1 yıl öncesi yani. tüvturk, 2 yıl önce muayeneden geçirdiği arabayı bu yıl geçirmiyor. gerekçe, ruhsatta 5 kişilik yazması. ulan son muayenesini hakkı amca yapmadı ki, onu da sen yaptın! arka camında "esrarlı gözler" yazan arabayı geçirme illa birini geçirmeyeceksen. benim hiçbir gösterişe, aşırılığa sahip olmayan arabamı niye böyle cezalandırıyorsun? işin kötüsü de arabaya çoğu zaman 2. kişi bile binmez. gittiği toplam mesafenin %90'ını tek kişiyle, %8'ini 2 kişiyle, %2'sini de 2 veya üstü kişiyle (bkz. odtü otostopçuları) gitmiş bir araca bunu yaptı adamlar.

en kötü şey de burada olası 2 suçlu (emniyet ve tüv) olmasına bakmadan, muayeneden geçirilmeyen ve ruhsatı düzelttirmek için emniyete 65 lira sayan kişinin şahsım olması.

bu kadarı da yetmiyor tabii. 65 lira verip ruhsatı düzelttirdim ama bu sefer de muayenede teknisyenin ön kaputu doğru dürüst kapatmayı başaramamış olması nedeniyle neredeyse anadolu bulvarı üzerinde kaza yapacaktım. 80-90 km/h gibi bir hızla giderken ön kaput camın önüne açıldı. en ufak bir telaşa kapılsam zincirleme kazaya yol açabilirdi yani. şimdi bu adamlara orospu çocuğu desem bana kim bilir kaç paralık dava açarlar ama bu ihmali 1 saniye bile düşünmeden sizin üstünüze yıkabiliyorlar. gerekçe de aracın kaput kilidinin tutmamasıymış. 1 senedir yaklaşık 50 bin km kullandığım arabanın kaputunun tam da muayeneden çıktıktan 15 dakika sonra açılması tesadüf. ayrıca böyle bir kusur varsa, bunu hafif kusur olarak bile görmeyen yine tüv'ün kendisi. birilerinin ölebilecek olması kimin umrunda ki?

bunun kurumsal bir strateji olduğunu hepimiz biliyoruz. kısıtlı imkanlarımla bu adamlara dava açsam iki ihtimal karşıma çıkıyor: davanın benim lehime veya tüv lehine sonuçlanması. benim lehime sonuçlansa, tüv muhtemelen avukat masrafı falan filan, bir sürü şeyi karşılayabilir ama onların lehine sonuçlansa ben bunları karşılayamam. burada da iki ihtimal daha karşımıza çıkıyor: ülkenin adaletine güvenmek ve güvenmemek. tabii ki güvenmiyorum adalete. özellikle de ulaştırma bakanlığının ve hükümetin kankası olan, başında ferit şahenk'in bulunduğu bir kuruma dava açacaksam. devlet tabii ki onların tarafını tutacaktır. ayrıca şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz.

1. bu "kaput kapatılmış" yorumu, benim şöyle bir şey söylememe benziyor: "kamera kayıtlarına göre, randevu tarihinde muayene istasyonunun önünden bir kez geçmişim. bu durumda, arabamın muayene olması gerek".

2. araba 1990 model ve kaputu bırakmanız sonucunda yerçekiminin etkisiyle kaputun aşağı inmiş olması, kaputun kapandığını göstermez. bu durumu da şöyle örneklemek istiyorum: diyelim ki eviniz bir apartmanın 5. katında. dışarı çıkmak istiyorsunuz. merdivenden aşağı inebileceğiniz gibi, balkondan da atlayabilirsiniz. ikinci yöntemin daha "time-effective" ve optimal bir çözüm gibi görünmesine ve (olayı kamerayla kaydeden bir manyak olduğu sürece) aşağı inmek istediğinizi kamera kayıtlarından doğrulamanızı sağlayacak nitelikte olmasına rağmen, bunun uygulamada pek akıllıca olduğunu söyleyemeyiz sanıyorum. aşağı her şekilde inebilirsiniz ama doğru kabul ettiğiniz bir şekilde inmek için, prosedürel bir eylemler bütünü gerçekleştirmeniz gerek. bu da kapıdan çıkmayı, merdivenden inmeyi, daire kapısına doğru koşup içinden geçmeye çalışmamayı falan gerektiriyor. eski model bir aracın kaputunu kapatmak da bana göre benzer bir şey.

3. muayene istasyonunda kaputu kaldırıp kontrol eden kişi teknisyense, doğru bir biçimde kapanıp kapanmadığını kontrol etmesi gereken kişinin de o olduğunu sanıyorum. muayenenin yapıldığı yere araç sahibinin alınmadığını da göz önünde bulundurursak, bu çıkarımı yapabiliriz. aynı teknisyen, benzin deposunun kapağını açıp, sonra "kapatmak" adı altında, kapağı yerine bırakıp gidebilirdi. bu durumda, araç yolda alev alabilirdi. tüv, muhtemelen o zaman da kayıtları inceleyip "teknisyenimiz kapağı kapatmış" diyecekti. olguları alt alta koyduğumuzda, böyle bir çıkarım yapmamız mümkün. hatta teknisyen, aracın bagaj kapağını söküp vites kolunun üstüne taksa, o zaman da muhtemelen "kamera kayıtlarında bagaj kapağının arabaya geri takıldığı açıkça görülüyor" şeklinde bir yorum yapabilirlerdi. neyse ki o kadar yaratıcı değiller.

4. şimdi sormak istediğim sorulara geliyorum.

4.1. tüv teknisyenin ihmali, anadolu bulvarı üzerinde 7-8 araçlık bir zincirleme kaza ve 10-15 kişinin ölümüne yol açabilirdi. tüv o zaman da "biz kamera kayıtlarına baktık. teknisyen kaputu yerine bırakmış. kaput öyle kapanmıyor muydu ya, allah allah" diyebilir miydi?

4.2. araç sahiplerinin, muayene konusunda alternatifleri olsa, tüv dördüncü şikayete kadar bekleyip, sonunda "hata bizim değil. siz kaputun nasıl kapatıldığını bilmiyorsunuz" diyebilir miydi?

4.3. aracı teknisyenden teslim aldıktan sonra, aracımızın kaputundan fren disklerine, benzin deposundan sinyal lambalarına kadar her şeyi kontrol etmek gibi bir yükümlülüğümüz var mı?

4.4. ön kaput arızalıysa, bunu teknisyenin fark etmesi gerekmez miydi? en azından, önceki muayenede 5 kişilik olduğuna kanaat getirdiği bir arabanın, bir sonraki muayenede 4 kişilik olduğuna karar verecek kadar ince eleyip sık dokuyan bir kurumun, kaputun sağlam olup olmadığını da anlaması gerekirdi.

4.5. aracımı muayene gününden bu yana (yani yaklaşık 1 yıldır) yamuk bir kaputla kullanıyorum ve kaput hiçbir hızda bir kez bile açılmadı. zaten emektarın ulaşabildiği maksimum sürat, yokuş aşağı 90 km/h civarı ve bir tüv yetkilisi bu durumu umursayıp görmek isterse, ona da gösterebilirim. bu durumda, kabahat tüv'de değilse, kaput mu arızalı, yoksa ben mi hatalıyım?

5. yamuk kaput, aracın aerodinamiğinde gözle görülür bir iyileşme sağladı. araba o zamandan beri daha az yakıyor. tüv dürüstçe davranıp masrafı karşılarsa, bunu tüv teknisyenlerinin bir başarısı olarak eşe dosta anlatabilirim.

evet efendim, üçüncüde seçim şansımızın olmaması ve hiçbir şekilde devlete de güvenemeyecek olmamız üzücü tabii. bunun için de bir alternatif sunmak isterdim ama arabanızı muayeneden çıkardıktan sonra bir kenara çekip ingiliz anahtarıyla açabildiğiniz her yerini açıp bir kez de sizin kontrol etmeniz gerek bu mantığa göre. her şeyi siktir et de, iş güç arasında bunu niye yazdım lan ben?

14 Eylül 2014 Pazar

futbol blogu yazma girişimim

uzun zamandır bir futbol blogu yazmak istiyordum. futbolun güzellikleri, taraftarın coşkusu, oyunun heyecanı, her futbol sezonunda beni daha bir etkisi altına alıyor. yeşil sahalarda gönül verdikleri armanın renkleri için kenetlenen, bir araya gelen taraftar, bir ağızdan bağırıyor: yarraaamı yee fene- yukarıda yazdıklarım komple yalan. futbol blogları bence goal dergisi okuyup, ntvspor izleyip gaza gelen 15-25 yaş arası gençlerin yeni tutkusu (çok da yeni değil aslında ama görece yeni diyebiliriz). bu bloglarda yazılan yazılarda sürekli eski oyunculara bir özlem, efsane addedilen oyunculara tapınma, totemleştirme gibi unsurlar hakim. "yenilerde iş yok baba! el fenomeno olan ronaldodan bahsediyorum ben. luiz nazario lima rosario da silva costa ferreira ronaldo". wikipedia'da bile böyle 20 kelimelik isimler yazılırken "see spanish naming customs" diye bakınız verirken, bu adamlar hepimiz portekiz sömürgesiymişiz gibi çok doğal bir şekilde bütün adları ezberleyip bir anda kusmalarıyla ünlüdür.

hatta bazıları işi bir adım öteye götürüp, gerizekalıdan bir parmak ötedeki futbolcuların mantıksız beyanatlarını çok değerli bir kültür hazinesiymiş gibi koymuyor mu bloguna, işte o zaman insan ülkemizin geleceği hakkında daha bir ciddiyetle düşünüp üzülmeye başlıyor. mesela şöyle:

"kaybettik çünkü kazanamadık" -c. ronaldo
hemen altına yorum: ronaldo reyizin ne kadar azimli, kararlı olduğunu anlıyoruz bu sözden cart curt

"rakibimizi küçümsemedik. onlar sandığımızdan iyi çıktı" -lord bobby robson

yeri gelmişken, bir de böyle futbolculara verilen feodal unvanlar bizim gibi 3. dünya ülkesi futbol "aficionado"larının neden sürekli ağzında sakız oluyor, onu da anlayabilmiş değilim. ulan adam sörse sana bana mı sör? ülkesinin sörü işte, sana noluyor? hayatında sir unvanlı kaç adam tanıdın ki tanıdıklarını sir ve non-sir olarak sınıflandırmaya başladın?

geçende facebook listemde yer işgal eden bir gerizekalının yazdıgı blogu okudum. şöyle bi şey yazmıştı:

"bu sezon takımının başında 15 maça çıkan 'sir' lakaplı alex ferguson, henüz mağlubiyet yüzü görmedi"

adamı sinyor can bartu gibi bir şey sanıyor herhalde. hatta altına şöyle bi özlü söz de yazılabilirmiş.

"arkadaşlarım bana sir diyor. sir ne ulan? lua lua'ya krampon atmış adamım. hem sana noluyor lan? sanki lord yarrağı yedin amuağoyum" -sir alex ferguson

bilmiyorum, gidişat hiç iyi değil. ntvspor'dan, futbol mundiale'den duyduğun şeyleri yazıyorsun, en azından paraphrase yap. yazık ulan, buna harcanan zamana yazık. bir de merak ediyorum, mesela avrupa'da çevre blogları, yeşil örgütlerin blogları çok yaygın; amerika'da programlama, do it yourself, lifehack türü bloglar revaçta iken (bu veriler tamamen kişisel gözlemlerime dayalıdır) bizde neden futbol? bu kadar işe yaramaz bir millet olmayı nasıl başarıyoruz?

neyse, bugün alien'lık yok. bugün ben de futbol blogcusuyum. size dünyanın en iyi futbolcusundan bahsetmek istiyorum. "dünyanın en büyük futbolcusu kim?" diye sorsalar, vereceğim tek bir cevap var: baba hakkı! değil, barcelona'nın yedek kalecisi. evet, bir değişken adı. barcelona'nın yedek kalecisi. dünyanın en şanslı insanı. şanslı piç, orospu çocuğu, ne derseniz deyin. hayatı herkesin hayatından daha iyi.

bir kere barcelona'dasın tamam mı. rubin kazan'da oynayan adam da milyonlar kazanıyor ama o adam kazan'da yaşamak zorunda. istersen katrilyonlar kazan. kazan'da kazanmanın ne anlamı var? sen ise barcelona'dasın. yaptığın şey ne? antrenmanlara çıkmak. 2 sezonda 5 maç forma giymek. geri kalan zamanda canın ne isterse yaparsın. belki victor valdes de yapar ama o adamın üzerinde sürekli maç baskısı var. sende yok. valdes babalar gibi kalede olduğu sürece istediğin her boku yiyebilirsin. ister gece hayatın olsun, ister yoğun bir seks hayatın, hiçbir şey fark etmez. aids bile olsan, sen söylemedikçe kimse bilmez ve bütün hiv'inle, püsürünle barcelona forması giymeye devam edersin. o kadar çok imkanın ve boş zamanın olur ki, aynı anda hem alto saksofon virtüözü olup, hem endüstri mühendisliği doktorası tamamlayıp, hem de frege ile russell arası dil felsefesinin evrimiyle ilgili bir blog yazabilirsin.

zaten ne yapsan acayip olacak. "abi duydun mu, barçanın yedek kalecisi alto saksofon konseri veriyormuş" veya "pinto'nun blogunu gördün mü la? herif dahi çıktı amığagoyum" diyecekler. "dün barda pintoyla malibu içtik abi, inanılmazdı" diyecekler. ne yapsan olacak lan, barcelona'dasın zaten. hatta belki hakkında efsaneler yayılacak. "abi duydun mu, torre agbar'ın mimarı pintoymuş. threesome blowjob sırasında gelmiş aklına" diyenler bile çıkacak. zira her şeyi yapabilecek güç ve boş zamana sahip bir insan olacaksın. 3-4 manyakça şey yaptıktan sonra namın alıp yürüyecek zaten. kimisi 28 dil bildiğine, kimisi de bir elinin içinde mührüsüleyman, diğer elinin içinde horus'un gözüyle doğduğuna inanacak.

"şu gezegeni görüyor musun? benim." -josé manuel pinto

ben pinto'nun yerinde olsam, velinimetim valdes'i her gün yanaklarından öper, günde 20 kez arayıp hal hatır sorardım. halit ayarcı çünkü o. sen de hayri irdal'sın. her şey senin büyük planının bir parçası. böyle desen inanmayacak kimse yok çünkü. valdes'in arabası ne? ferrari. seninki ne? maserati. çünkü valdes çalıştığı kadar harcayan bir burjuva. sen ise tamamen çalışmadan müthiş kazanan aylak sınıf temsilcisi. bu yüzden ferrariye binmemen normal. mesela biri valdes'e kitap hediye etse, köylü, saf, emekçi valdes oğlan hemen atlar "kitap oğumayı çoh severin teşeggürler" diye. sana kitap hediye etseler ne dersin? "edebiyat zevkime aşina olduğunuzu düşünmenizi neyin sağladığını bağışlamanızı rica edebilir miyim?" dersin ve ilgili kişi o kitabı parçalayıp yer gözünün önünde.


"gavura vurur gibi vuruyor şerefsizler. arkana yastık vereyim mi abi?" -josé manuel pinto

her şeyden önce tarz sahibisin. o saç falan ince bir zevk sonuçta. valdes gibi "garılar seviyo" diye almıyorsun bi şeyi, zira senin aldığın her şeyi "garılar seviyo" zaten. valdes'in sevgilisi kaç yaşında? 19. seninki? 34. çünkü sen olgun seviyorsun. eyvallah, bu kadar işte. valdes'in evi kaç metrekare? 800. seninki? 450. neden? kışları küçük bir evde geçirmeyi daha dingin buluyorsun. yazları geçirmen içinse andorra kadar bir çiftliğin var. andorra'dan tek farkı, çevresinde fransa ve ispanya değil, pasifik okyanusu var.

ne desen, ne yapsan, her şey senin lehine, asla yenilmiyorsun. bu hayatın tek kazananı sensin pinto. ne manchster'ın gri havasını, ıslak çamurunu, istikrarsız kalecilerini çekmek zorunda olan yedek kaleciler gibisin, ne de trilyonlar kazanıp arap taşağı kokusu solumak zorunda kalan dubai takımı yıldızları gibisin. sen tam olman gereken yerde, yapmaman gereken şeyi yapmıyorsun ve müthiş paran var. tek rakibin los angeles galaxy'nin yedek kalecisi. o da senin çeyreğin kadar anca kazanıyor. ergo, rakipsizsin. yolun açık olsun kardeşim. sen olmayı çok isterdim.

13 Temmuz 2014 Pazar

memleketine atanan memur kız

şimdi sizlere toplumumuzun kanayan bir yarasından bahsetmek istiyorum: memleketine atanan yeni memur kız. peki bunu neden anlatıyorum? çünkü son zamanlarda bunun örneklerini çok fazla görüyorum. 25-26 yaşlarında, annesinden-babasından kaçmak için fırsat kollaması gereken kızlarımız önce memur olup, sonra memleketlerine atanarak bütün maaşı çeyize yatırmaya başlıyorlar. bu da toplumun sıkıcılık yüzdesini çok artırıyor. bazen sabah uyandığımda force'ta öyle bir dalgalanma algılıyorum ki ağlamaklı oluyorum. bu yüzden, son zamanlarda memleketine atanan memur kız dosyasına el atmak istiyordum ve allah-u teâlâ'nın izni ve inayetiyle bugünlerde klavyeye aldığım bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. okurken yer yer içiniz sıkılabilir, mideniz bulanabilir ve yakınınızdaki bazı insanlardan nefret edecek duruma gelebilirsiniz. şaka lan, bi bok olmaz.

"bayan için ideal meslek öğretmenlik abi" -anonim

üniversite hayatı boyunca sırasıyla akademisyen, editör, hostes ve özel okul öğretmeni olmak istediği dolambaçlı yollardan geçip, sonunda "kadın için ideal meslek devlette öğretmenlik" düsturuyla "devlete kapağı atan" hanım kızımızın nirvanasıdır memlekete atanmak. çocukluğunu, genç kızlığını geçirdiği şirin beldesine muzaffer bir kumandan edasıyla dönecektir şimdi. çünkü artık 2000 lira kazanıyordur. tek sorun, kendisini fiat albea'sıyla sabahları serpme kahvaltılara, akşamları belediyenin ramazan organizasyonlarına götürecek memur kocişi bulmaktır. zaten memlekete dönüş de bunun için arzu edilmiştir. anneden "hayırlı kısmet" telefonu beklenir. bu istek sözlere dökülmez belki ama anne, bakışlardan, yürürken duvara sürtünme kuvvetinden anlar bunu. kısmet istenmektedir.

hemen takım elbisenin çok yakıştığı bir memur bulunur. o da aynı duygularla memleketine, gençliğini geçirdiği o yemyeşil, şirin beldeye gelmiştir. akşamları annesinin yanında çay içmek, küçük ağa dizisini izleyerek petit beurre yemek, arkadaşlarıyla ortamlara akmaktan, sınırsız pompiş yapmaktan daha çekici gelmiştir. hayırlısıyla mutlu bir yuva kurup, bellona koltuk takımına boğduğu estetik faciası kartonpiyer lamba göbekli evinde 230 ekran plazma televizyondan küçük ağa izlemek, çay içmek ve ülker kremalı bisküvileri lüpletmek istemiştir.

kızın telefonu oğlana, oğlanın telefonu kıza verilir. ben olsam ikisine de kendi numarasını verip, hangisinin daha gerizekalı olduğunu tespit etmeye çalışırdım. burada bir parantez açmak istiyorum. ve açtım ( telefon numaralarının, katalizör aile bireyleri tarafından gençler arasında takas edilmesi olayını yeni duydum ve duyar duymaz tuvalete koşup ağız dolusu kustum. bizim bir akrabamızın annesi yapmış bunu. gözüne kestirdiği kızın annesiyle konuşup, telefon numarasını oğluna vermiş. kızın annesi de oğlumuzun numarasını kıza vermiş. bu uyumsuz angajman, benim aklıma direkt pasolini'nin ölümsüz eseri yaprak dök-pardon salo'nun şu sahnesini getiriyor.

evet, konumuza dönelim. bu ikisi evlenmeye karar verir ve dillere destan bir düğün yaparlar. düğünde takılan paralarla tüylü halı, istikbal marka koltuk takımı ve küçük ağa dizili 480 inç plazma televizyon alınacaktır çünkü. "hacu bi deyiver bakam bi madde plazma ise o madde nasıldır?" desen, konu hakkında bir kelime bile söyleyemeyecek olan adam eşe dosta hava atar "9 yard plazma tv aldık evkurdan" diye. hatta "şu sağ alttaki küçük ağa yazısını görüyonnu? babamların mutfaktaki televizyon tam onun kadar ahahahauhahusadhaorewr" diye espri bile yapar. babasının evinde tuvalette bile televizyon vardır. tuvalizyon koymuşlardır adını eeıheıaheu. kızımızla oğlumuzun iğrenç zevki (ve tam karar aşamasında dürtmeyle karışık çimdikle tebliğ edilen yadsınamayacak düzeyde kadın anam etkisi) bir araya gelip öyle düzenli, öyle sıkıcı ve öyle steril bir ev yaratmıştır ki, askeri disiplinle idare edilen bir biyokimya laboratuvarı bile o kadar düzenli ve steril olmayabilir. ortada güreş tutulacakmışçasına duvarlara dayanan çekyat takımı, tam ortasında laminat parke üzerine serilmiş tüylü, iğrenç bir halı, odayı stadyum gibi aydınlatan beyaz ışıklar ve sürekli açık bir televizyon. ekran büyüklüğü 32 hektar falan. eve vinçle çıkarıp salonda monte etmişler ve asma aparatı yerine istinat duvarı örülmüş. işin en ilginç tarafı ise, bütün bu malzemelerin evkur'dan alınmış olmasıdır. nedendir bilmiyorum ama evkur'da böyle aşırı gelişmiş varoş bir düğüncü mağazası havası vardır. evkur'un içi oğlunu dürtükleyen kadın anam'larla doludur mesela. "playstation'ı kız tarafı alır, sen garışma" gibi telkinlerle, boks antrenörü gibi sürekli taktik vererek hayattan bezdirir oğlunu.

bir de söz konusu düzenli evde daima kadın anam da mevcuttur. bir gitmez o siktiğimin evinden. ne zaman evle ilgili bir update yapılsa, kremalı bisküvi, çay, küçük ağa triosunun tamamlayıcısı olarak koca don paçalarının içine sokulduğu kahverengi, yarı saydam bir çorap giyen anne daima salonun spotları altında ilişkinin yıldızı edasıyla göze çarpar. bi rahat bırak la çocukları. adamlar evleneli 1 hafta oldu ama 1 kez bile öbüşmediler. adam ereksiyon yüzünden kapılardan geçmiyor, sen hala oturmuş bacaklarını ovalarken "havalar da erken soğudu bu sene" diyorsun. birazcık anlayış be kadın. evine gitsene artık ya.

neyse efendim, ne diyorduk, nerelere geldik. buradan türkiye cumhuriyeti devletine, sayın başbakanıma, cumhurbaşkanıma, kuvvet komutanlarıma sesleniyorum. şu kızı lütfen memleketine atamayın. dünyanın sıkıcılık yüzdesini artırıyorsunuz ve çok ayıp ediyorsunuz.

18 Şubat 2014 Salı

gerçek islamın bu olmaması üzerine

 
ortaokulu imam hatipte okumuş olmam dolayısıyla, şefkat ve sevgi abidesi hocalarımıza bazan islamın barış, özgürlük ve mantık dini olmasına karşın müslüman kardeşlerimizin neden özgürlükleri mantıksızca engellemek için savaş çıkarmaya çalıştıklarını sorardık. onlar da "gerçek islam bu değil" derdi. ben o zamanlar 12-13 yaşlarında olduğum için, bu cevap beni tatmin ediyordu. gerçek islamın nerede ve nasıl muhafaza edildiği konusunu merak etmiyorduk. zaten pek umrumuzda da değildi. yine de hocalar bazen "nasa'nın bodrum katında kuran-ı kerim saklıyorlarmış" sözüyle bizleri dehşete sürüklemeyi ihmal etmezdi ve biz buna da inanırdık. günümüzün imkanlarıyla google images'ta "nasa basement" yazıp arattığımızda, şu adreste karşımıza şöyle bir resim çıkıyor:

nasa'nın bodrum katında kitab-ı mukaddeste tebliğ edilen kazan bakım talimatlarını icra eden adam

görüldüğü gibi, resimde kuran yok, fakat o zamanlar ne google vardı, ne images. hatta internetin bile pek olduğu söylenemezdi. ben de o dönem gerçek islamı nasa'nın bodrum katında saklanan kurana benzetirdim. yıllarca godot'yu bekler gibi gerçek islamı bekledik. islam haberleri geldikçe gördük ki, gerçek islam hiçbir zaman gelmeyecek. onun yerine, hep birilerinin karşı kampı yok etmek, savaş çıkarmak, yönetimi ele geçirmek, tecavüzü haklı çıkarmak için kullandığı islam var olacak ama bu hiçbir zaman gerçek islam olmayacak.

sonunda ben de dayanamadım, beklememiz bir işe yarasın diye gerçek islamın bu olmadığı birkaç durumu bir araya getirdim.

1. online dua


başlıkta verdiğim linkte olayın ayrıntılı bir açıklaması olsa da, bu hizmet temelde şunu içeriyor: diyelim ki bir akrabanız öldü. onu mezara gömdünüz. sonra gidip dua okumak zor gelmeye başladı. biliyorsunuz, tanrının dua network'ünün kapsama alanı 50 metre falan olduğu için, merhuma dua okumak için mezarın yanına kadar gitmeniz gerekiyor. yine aynı sebepten, mezarlığın önünden geçerken radyoyu kapatıyorsunuz ki radyo frekansınız dua ağının kapsama alanıyla interferans yaratmasın. neyse, online dua hizmeti sayesinde, önce dua ağına entegre edilmiş yazılımı ilgili merhumun ruhunu çekip alıyor, sonra da bilgisayardan fatiha okutuyor. siz de görevinizi layıkıyla yerine getirmiş bir kul olarak arkanıza yaslanıp malibu'nuzu yudumluyorsunuz.

gerçek islam neden bu değil?
bu durumun islam açısından birçok sakıncası olsa da, en önemli sakıncası, kablosuz ağlarda kimin ne yaptığını denetlemenin imkansız olduğudur. tam mezarlığın ölütabanından ruhu çağırdığınız sırada, üst komşunuz fütursuzca porno izliyor olabilir ve kablosuz ağlar birbirine karışırsa, merhumun ruhu sizin fatihayı bırakıp "dünya gözüyle" bir şeyler görmeye çalışabilir. ayrıca (buraya south park'ta insanlar saçmalamayı bırakıp bilinçlendiği sırada çalan müzik gelecek (i've learned something today müziği)) ölen yakınlarınızın mezarını ziyaret etmek, onları unutmadığınızı, onların hafızanızın bahçesinde solmuş birer çiçek olmadığını kendinize göstermek içindir. bu yüzdendir ki, gerçek islam bu değil.

2. namazı yanlış kıldırdığı için imamı bıçaklamak:
olay, islamın kuralları konusunda hassasiyet sahibi bir kardeşimizin, namazı yanlış kıldırdığını düşündüğü imamı doğraması şeklinde özetlenebilir. kendisi uyuşturucu kullanımından dolayı içeride yatarken denetimli serbestlikten faydalanarak çıkmış, "ulan madem o kadar yattık, boşa gitmesin" diyerek imam kardeşimizi bıçakladıktan sonra kaçmıştır. vaziyetin sembolik önemine değinecek olursak, eagles'ın ölümsüz eseri hotel california'ya referans vermemiz yerinde olacaktır:

Mirrors on the ceiling,
The pink champagne on ice
And she said "We are all just prisoners here, of our own device"
And in the master's chambers,
They gathered for the feast
They stab it with their steely knives,
But they just can't kill the beast

Last thing I remember, I was
Running for the door
I had to find the passage back
To the place I was before
hotel california'ya yüklenen satanik anlamlar ve zanlının ruh hali göz önünde bulundurulduğunda, durumun şarkıyla ilgisinin olabileceğini gözden kaçırmamakta fayda var. belki de şeytandan emir geldiğini düşünmüştü.

gerçek islam neden bu değil?
birincisi, imam avant-garde çalışmak istemiş olabilir. bu durumda o da gerçek islam olmuyor ama bunun da olmadığı kesin, zira islam'ın da öncesinde, on emir sayesinde popüler olmuş bir "öldürmeyeceksin" (לא תרצח [çok biliyormuşsunuz gibi]) ekolü var. napalım, tanrı böyle emretmiş. "ulan ben yarattıkça siz öldürüyorsunuz. bi daha öldüren olursa yakarım (literally)" demek istiyor olabilir. zaten hangimiz tanrı olsa, yarattığı insanları öldüren kimseleri sevmez ve yakar. bu yüzden, bu islam'ın gerçekliği hakkında birtakım şüphelerin olması da kaçınılmaz. din insanları robotlaştırıyor mu bilemem ama burada asimov'un üç robot yasasına değinmeden de edemeyeceğim, zira durumu bu şekilde açıklamak da mümkün:

  1. A robot may not injure a human being or, through inaction, allow a human being to come to harm.
  2. A robot must obey the orders given to it by human beings, except where such orders would conflict with the First Law.
  3. A robot must protect its own existence as long as such protection does not conflict with the First or Second Law.
3. ırak televizyonunda dünya düz mü, yuvarlak mı tartışması:


yukarıdaki videoda, bağdat eşrafından süpürgeci hüseyin efendiyle, ırak'ın odtü'sü gibi bi yerde maşlı çalışan bir fizik profesörü arasındaki tartışmayı görüyoruz. birinci abi dünya düzdür diyor, ikinci abi ise yuvarlaktır diyor. bütün bunların ne önemi var? hepimiz aynı yeryüzünde yaşıyoruz ve islam kardeşlik dinidir. haydi şimdi kardeş gibi öpüşün ve barışın. zaten ırak'ta dünyanın düz veya yuvarlak olması ne işinize yarar ki? sanki marsta sondaj yapacanız amınakoyim.

yalnız bu videoyla ilgili en güzel şey, zavallı kemalist profesörün bir noktada dayanamayıp, üzerinde ışıltılı harflerle science yazan bir kitap çıkarması.



gerçek islam neden bu değil?
islamda "ilim çin'de bile olsa gidip alın" esası geçerli değil mi? geçerli. adam koskoca science kitabını alıp getirmiş mi? getirmiş. bu durumda, ya islam kendisiyle çelişiyor, ya da gerçek islam bu değil. ben ikinci seçeneği işaretliyorum.

4- babanın penisi oğluna takılırsa, seks kime yazılır:


hepimizin bildiği gibi, islam büyük sorular ve büyük cevaplar dinidir. özellikle ontolojik sorunların islamda yeri büyük olmakla birlikte, baba ve oğul arasındaki skor avantajı hususu, bugüne dek müslüman kavimlerde vuku bulan muhtelif husumet ve münakaşanın merkezinde yer almıştır.

mesele bu kadar önemli olunca, babanın penisini kendisine takıp, babanın o zamana kadarki bütün skorunun üstüne yatma düşüncesine sahip hayırsız evlatlar da türemiştir türk-islam tarihi boyunca. işte böyle durumlarda, islam felsefesinin hiç yılmadan cevaplamaya çalıştığı ontolojik sorular devreye girerek, hayatın her alanını düzenleyen islamın kucaklayıcılığının sınırlarını bizlere göstermiştir.

tüm bunlar yetmezmiş gibi, videonun ilerisinde de bahsedildiği gibi, başkasının uzvuyla eşinin saçını okşayan biri, kimin eliyle (veya başka bir uzvuyla) saç okşamış olacak? o saçlar tam olarak neyle okşanmış olacak o zaman? ve en kötüsü de, organları başkasına nakledilen adamın organlarının nakledildiği adam öldükten sonra uzuvları at gibi bir hatunu götürürse, mezardaki kişinin kemikleri sızlamayacak mı? kadın adama blowjob yaparken, adam kadına bukkake yaparken, hele bir de kadın milf ise, hatta adama takılan uzuv falan da hep zenci uzvu olmuşsa, interracial olmayacak mı? "wife banged by black dick before husband's eyes" adında porno video çıkmayacak mı bu ilişkiden? salih amel peşinde koşarken xhamster'a malzeme olmayacak mı mü'min kardeşlerimiz? pop-up reklamlardan pörtlemeyecekler mi? işte bunlar hep islamın cevap aradığı sorular. bizzare porn'un yetersiz kaldığı yerde hayal gücü ve kanal 5 imdadınıza yetişir.

gerçek islam neden bu değil?
islam kolaylık dinidir. arabanın lastiği patladığında başka bir arabanın lastiğini taksan olmaz mı? olur. bu da onun gibi bir şey işte. neticede bununla da gidip geliyorsun. frenler tutmazsa veya kaygan yolda hız yaparsan kamyonu deviriyorsun falan. iki olguyu baştan başa kucaklayan bu analojiden gerekli dersleri çıkarabildiğinizi umuyorum.

5. seks cihadı:



seks cihadı denince aklınıza muhtemelen nuri bilge ceylan'ın iklimler filmindeki gibi bir seks sahnesi geliyordur ama olay bu değil. yukarıdaki linkte de görebileceğiniz üzere, suriyeli askerlerle sevişmek için tunus'tan suriye'ye giden kızlar tunus'a hamile dönmesiyle ilgili bir olay bu. 'askerleri biraz "rahatlatalım"' diyerek suriye'ye giden bu arkadaşların üzerinden resmi kaynaklara göre 100 tane asker geçince, doğal olarak hamile de kalmışlar. bildiğiniz gibi, islamda doğum kontrolüne, korunma yöntemlerine falan pek sıcak bakılmadığı için, bu sonun kaçınılmaz olduğunu söylememize gerek yok.

gerçek islam neden bu değil?
tanrı adına yapılan bir savaşın tam ortasında silah arkadaşlarınızın hiçbir sebep yokken seks yapmaya kalkışılmasını pek takdir etmeyeceğinizi varsayıyorum. hadi her şeyi bir kenara bırakın, çocuğun aklı ermeye başlayıp da "anne ben nasıl dünyaya geldim" dediğinde vereceğiniz cevap karşısında stan marsh gibi kalması pek isteyeceğiniz bir şey değildir. düşünün, bu çocuk okula gidecek, arkadaşları olacak... bu durumla bütün arkadaşları dalga geçecek ileride. tabii dalga geçmeleri de gerçek islam değil ama seks cihadının da pek gerçek islam olduğunu söyleyemeyiz. ayrıca benim de şu an gerçek islamın ne olup ne olmadığı konusunda entelektüel bir cihat içerisinde olduğumu varsayarsak, benim de playboy mansion gibi bir hayatımın olması gerekir. lütfen saçmalamayalım.


6. kadınların zalim olması ve öldüren retorik:


hiç zalimlerin kurduğu bir komplonun hedefinde olduğunu düşündünüz mü? peki çevrenizdeki bütün kadınların zalim olduğunu? bunları düşündüyseniz sorun yok, ama düşünmediyseniz, yukarıdaki video sizi ibret ateşiyle kavurmak için orada. tıklayın ve izleyin. bazılarınızın yaşam hakkında yaptığı çıkarımlar sayesinde de bileceği gibi, kadınların aslında bir tanecik yaşam amacı var. o da yumruklarımızı sıkmamızı ve dişlerimizi gıcırdatmamızı sağlamak. ütü falan da yaptıkları oluyor ama asıl amaç diş gıcırdattırmak.

ortalama bir kadın

bu tespiti yapan abinin islama yaptığı katkıdan bahsedecek olursak, öncelikle retorik kavramını islam alemine tanıtan bu hocaefendi hazretlerinden başkası değildir. özellikle donuk bakışlarıyla 1. dakikadan itibaren anlatmaya başladığı anekdotla, insanların akrabalarına karşı takınması gereken tutum konusunda en mutemedinden bir mürşid vazifesi görüyor. bu testi herkese uygulamanız gerek. kot giyen teyzenize, küpe takan halanıza, topuklu ayakkabı giyen annenize, kısaca herkese "sen bu kılık kıyafetinle zalimsin!" demeniz gerek, çünkü halanız tek bir amaçla öyle giyiniyor: onu düşünerek mastürbasyon yapmanız ve ara sıra da dişlerinizi gıcırdatmanız için.

ayrıca başka bir açıdan baktığımızda, bu diş ve yumruk sıktırma, insanın piskolocisini bozma işini windows da yapıyor ama kimse çıkıp windows'a zalımsın demiyor. üstüne bir de yüzlerce lira verip bilgisayarına kuran var.

kadınlar: diş hekimiziniz seçimi

gerçek islam neden bu değil?
videonun sonunda hoca bütün ayet ve hadislerin boşa gittiğini söylüyor. halbuki boşa gitmemesi lazım. ayrıca hani dünya bir imtihandı? insanlar açlıktan, susuzluktan ölürken "ama dünya imtihan :(", sokakta yürürken göte odaklanmama zahmetine geldi mi "zalımsın". yoğöyle, gerçek islam bu değil.

7.online tabiyet hizmeti:


online dua örneğinde de gördüğümüz gibi, bilişim mefhumunun yüce dinimiz islam üzerinde modernleştirici bir etkisi mevcut. ihale takip etmekten hesaplara yatan paraları kontrol etmeye kadar, online hizmetler islama birçok katkıda bulunmaktadır. bu katkılardan biri de şüphesiz tabiyetlerin kabul edilip edilmediğinin online ortamda kontrol edilmesidir. şayet velîlerdenseniz, 56k bağlantıyla vahiy almak gibi bir güzelliğe sahip oluyorsunuz. 56k modemle vahiy alma olayını aslında zamanında çoğumuz denemişizdir. mutlaka hatırlayanlar olacaktır. temelde şöyle bir şeydi:


gerçek islam neden bu değil?
burada da kablosuz bağlantılara içkin tekinsizliğe ek olarak, kişinin tanrıyla iletişim kurduğu iddiasını görüyoruz. dinle ilgili olayları pek salladığımdan değil de, bu kadar basit olmaması gerekir, değil mi? hem bu süper gücü böyle saçma sapan isteklere kullanırsa, bir yerden sonra insanın mana'sı biter. ben bu amcanın yerinde olsam, "bana ne ulan senin tabiyetinden mantar hoşafı!" diye cevap verip, kendimi at yarışına falan verirdim. gerçi o da gerçek islam olmayabilirdi ama sonuç olarak bunun da çok gerçek bir islam olduğunu söyleyemeyiz.

bonus: teramisin dusası

gerçek islamın bu olmadığı dışında buna söylenecek fazla bir şey yok. sit back and enjoy the show.