sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

18 Mayıs 2010 Salı

solu bitirdiniz ulan

geçenlerde ilim irfan aşığı her keko gibi odtü kampüse pikniğe gitmiştik... 1001 neş'e içinde ekmek arasına doldurduğumuz çiğ salamdı, peynirdi falan tıkınırken ufukta bir dizi insan göründü, ellerinde birer tomar gazeteyle. üniversite kampüslerinde alışık olunan manzara olan "sol görüşlü öğrenciler"den bahsediyorum. bunlar da yahudi yerleşimciler, çeçen direnişçiler, rus kozmonotları gibi, kendi içlerinde birer stereotip olan mor converse'li, saç sakal karışık düşük bel pantolonlarla fink atan ilginç bebelerdi. gitgide yanımıza yaklaşıyorlardı... ekmekten istemezler inşallah diye aklımdan geçirirken gruptan bir kızın çıkardığı "miribaaa" sesiyle irkildim. ellerinde "muhalefet" adlı bir gazete taşıyorlardı ve belli ki bu gazeteyi dağıtıyor veya satıyorlardı. daha önce beytepe kampüsünde kendilerini komünist olarak tanımlayan ve über seksi üyeleri bulunan bir güruh bir şeyler dağıtırken marx'ı tamamen yanlış anladıklarını, hatta hiç okumamış bile olabileceklerini söylemeye tırsmıştım çünkü çok kalabalıklardı ama bu sefer sayılarımız yakındı ve bir durum olması halinde "CcC reiizzz yetiişş CcC" diye bağırıp götü kurtarabilirdik.

işte akılda bu fikirlerle yanımıza yaklaşan elemanlarla konuşmaya başladık. tahmin ettiğim gibi, bize gazete vermeye çalışıyorlardı. hemen açık kahverengi saçlı ve açık mavi gözlü bir kız olanın yanına yaklaştım ve gazeteye bu ismi kimin bulduğunu sordum. birilerinin adını söyledi ama doğal olarak o kimseleri tanımıyordum. sonrasında bu arkadaşları soru bombardımanına tuttum. muhalefetin iktidara göre tanımlanan bir şey olup olmadığını, bugünün muhalefeti yarın başa geçse gazetenin adını iktidar olarak değiştirip değiştirmeyeceklerini, dolayısıyla türkiyenin muhalefet anlayışında bir değişikliğe yol açmadıklarını fark edip etmediklerini falan sordum... güruh mal mal yüzüme baktıkça gaza geliyor, ordularının düşmanı çevirmesini bir tepenin üstünden seyreden bir kumandan edasıyla (bu noktada kendime de bi siktir git diyorum artık) amansızca hücum ediyordum. derken bunlar gazete mazete almayacağımızı anladı ve geldikleri yönden geri marşladılar.

buradan gençlere mesajım şu: böyle saçmalıklarla zaman kaybetmeyin, kaybediyorsanız bile kavramsal olarak daha tutarlı bir saçmalıkla kaybedin. ha tabii para veriyorlarsa yapın, sonuna kadar sömürün. şimdi bundan bahsedince, 2 yıl önce usb belleğini film yüklemek için aldığım, okuldan bir arkadaşım aklıma geldi. kendisi daha üniversitede 3. sınıfta olmasına rağmen usb belleğinin adını "prof " şeklinde koymuştu. mesela adı verengül özveren olsun diyelim, flash belleğin adı "prof ozveren" idi. hayatımda çok az şeyden bu kadar iğrenmiştim. işte bu "sol görüşlü öğrenciler" de aynı böyleler. hiçbir şeyi sorgulamadan bir ilüzyonun peşinden gidiyorlar. sağ görüşlü öğrenciler de farklı değil tabii. reisler, asenalar, kurtçuklar... çizgifilmden fırlamış bir hiyerarşi terminolojisi... aslında sırf bu herifleri protesto için fil, tavşan, tapir, koala gibi hayvanların sembolize ettiği bir siyasi akım başlatmak istiyorum. mesela fil gibi yeyin, tavşan gibi çiftleşin, tapir gibi burnunuzu her yere sokun, koala gibi yatın şeklinde öğretileri bile olabilr ki sürekli muhalif olmaktan daha mantıklıdır.

16 Mayıs 2010 Pazar

böcek antenleriyle iletişim kurmak

kancalı kalorifer böceği diye bir olgu var. adı tam olarak böyle olmayabilir ama ünü biraz darwin'in gölgesinde kalan bir zoolog olan teyzem tarafından telefonda yapılan bir teşhisle insectus radiatorius familyasından kancalılar sınıfına dahil bir böcek olduğunu anladık. tabii böcekle yüzleşen ben olduğum için teyzem telefonda son derece cool bir şekilde "zararı yok onların ya boşver yaşasın... hamamböceklerini yiyor onlar" demişti fakat yaklaşık 3-4 cm antenleri ve arka tarafından çıkan, mahlûkata mikro bir akrep görüntüsü veren kancasıyla pek de sakin karşılanacak bir şey değildi kendisi. üstelik tanrı sistemi öyle sadistçe kurmuştu ki bu böceklerin hamamböceklerini öldürüyor olması "ulan evde beslesek mi bi tane" diye kendi kendime sormama bile neden oldu. kendisiyle ilk karşılaşmamız klavyeyi dizimin üstüne almak maksadıyla kaldırdığımda olmuştu. klavyenin altından çıkmış, 2-3 saniye gözgöze gelmiştik. veya gözantene... kendileri 2-3 gün pek ortalıkta görünmemiştiler sağolsunlar. derken dün gece aklıma geldi kendileri... google images'a girdim ve kancalı kalorifer böceği diye arattım. firefox sayfayı açmaya ıkınırken bir baktım monitörün yan tarafından tırmanmaya kasıyor bizimki... oğlum aramızda duygusal bir bağ mı oluştu lan? yoksa tanrı benimle dalga mı geçiyor? allahtan boeing 747 diye aratmamışım zira camdan içeri bir tane girebilirmiş. işin kötüsü de monitörüme tırmanıyor lan! ben o monitöre yarım milyar para bayıldım! ağzının tadını da biliyor pezevenk... led aydınlatmalı hd monitörden aşağısı kurtarmıyor ibnetoru. ne bileyim hoparlöre tırman, bilgisayara tırman, klavye veya mouse'a da tırmanma mesela ama cama tırman, atla aşağı... tabii aramızda böyle bir duygusal bağ oluştuğunu görünce dedim fazla kıpraşma hemen bir gazete alıp geliyorum. evin taaa öbür ucuna gazete almaya gittim ve geldiğimde hala orada duruyordu. bir an düşündüm belki de bu böceğin canı sıkılıyordu ve antenleri vasıtasıyla "abi bir film aç da seyredek la ama şöyle komik bişeyler olsun" falan demek istiyordu veya işyerinde anten uzunluğuna karışan pezevenk patronunu ezdirecek bir insan arıyordu. belki de 2-3 gün önce dilini içe kıvırıp dişleriyle bastırarak "görecen sen oğlum! homo erectus tanıdıklarım var" demişti ve patron da ağzında yarım milimetrelik puro tütünüyle canhıraş bir kahkaha patlatmıştı. belki de bu olaylar tam da 1 mayıs günü yaşanmış, olay 15 günde bana kadar anca cereyan etmişti. hatta belki böcek biyoloji bölümünde doktora tezi için, en az fareler kadar zeki canlılar olduğuna inandıkları bir insanı yakından incelemeyi de içeren projesini hayata geçiriyordu.

tabii böcek milletine bu kadar empati de fazlaydı... ben de getirdiğim gazeteyi böceğe böceğe iteledim ama hayvan öyle bok bir şey ki başta binmedi gazetenin üstüne... ben de küçük bir kartonla arkasından da ittirdim ve camdan dışarı özgürlüğüne bırakmak zorunda kaldım. peki korku şöleni burda bitiyor muydu? tabii ki hayır. ertesi gün, yani şu satırları yazdığım sıralar işyerinden kalorifer böceğini aratayım dedim. sonucunda ulaştığım http://www.atlas-muhendislik.com/?p=atlas_bocek_ilaclama_zararlilar adresinde adamların resmen zihinsel manipulasyonla ürün sattıklarını fark ettim. şu yazıya bir bakın:

Kalorifer böcekleri hemen hemen dünyanın her yerine yayılmıştır. Çok soğuk kutup bölgeleri hariç bir çok yerde çok çeşitli Kalorifer böceği türleri yaşamaktadır. Özellikle de evlerimizde yaygın bir şekilde yaşayan Kalorifer böcekleri sağlığımızı olumsuz etkilemektedir.Yağmurlu havalarda foseptiklerin iyice tıkanması sonucu Kalorifer böcekleri lavabolarımızdan, küvetlerimizden ve tuvaletlerimizden çıkarak evlerimize girerler. Kalorifer böceklerinin yaşam alanları pis yerler olduğu için de vücutlarında bir çok hastalık mikrobunu taşırlar. Kalorifer böceği bulaşıcı hastalık vektörlerinin en başında gelenlerindendir.Kalorifer böceği karanlık ve nemli ortamları sever. Genellikle geceleri ortaya çıkar. Mesela evinizde hiç Kalorifer böceği görmemenize rağmen gecenin bir yarısı yatağınızdan kalkıp da ışıkları açtığınızda bu böcekleri görebilirsiniz. Özellikle de banyo ve mutfaklarınızda.


az ağır ol bakalım şampiyon! neyin mücadelesi bu böyle lan? bu tanımları böceğin kendisi görse oturup ağlar, ne yanlışımızı gördünüz diye isyan eder böyle bir yazıya...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

rukneddîn cevdet kekremsi halka arz ediliyor

rukneddîn cevdet kekremsi halkın sorunlarını dinliyor, çareler üretiyor, anlatım bozukluğu yapıyor... http://formspring.me/member2remember adresinden kafanıza takılanları sorabiliyorsunuz aziz dostlarım. fakat geçende falanca kimse gelmiş vay efendim neymiş yok dilin sınırları dünyanın sınırları mıymış, yok sembolik düzen şöyle miymiş böyle miymiş gibi sorular sordu. rica ediyorum efendim... bana bu gibi yüzeysel sorularla gelmeyiniz

ayrıca istediğiniz sorudan başlamayabilirsiniz

14 Mayıs 2010 Cuma

tek sayılı skorların çekiciliği üzerine

malumunuz, özellikle uçan hollandalının yılın blogu ödülünü almasından sonra futbol blogları mantar gibi çoğaldı. hadi sadece futbol olsa yine iyi... aynı uçan hollandalının yaptığı gibi ara sıra şarkılar, klipler, komikli şakalı fıkralar... tam bir şahane pazar havasında futbol blogculuğu anlayışı sardı yurdumuzun dört bir yanını... zaten futboldan en az anlayan kişilerin teknik direktör ve hakemler olduğu ülkemizde aslında blogculuk bu açıdan bulunmaz bir fırsattı ve insanımız bu fırsatı sömürdü resmen... gerçi zaten blogları kategorize etmeye kalkacağım başka bir postta ve ben de aslında klişenin bir parçasıyım ama neden futbola girdim? çünkü futbolla ilgili kimsenin bilmediği, bilip de görmezden geldiği bir gerçeği açıklamak üzereyim.

aslında futbol gibi, modern takım sporlarında amaç daima aracın önündedir. yani tam da modern zamanların istediği gibi, estetik ve hatta etiğin 2. plana atıldığı ve ne kadar fazla gol atarsanız o kadar iyi olacağı, kazanmak için her yolun mubah olduğu, tamamen linear bir başarı eğrisinin yönettiği bir oyundur futbol. aslında bütün takım sporları böyledir. takım sporlarının bir anda moda olmasının arkasında yatan sebep de 20. yüzyılın faşizan ulus devletleri ve seri üretimle gelen kapitalist tüketim ekonomisinin bir metaforu gibi olmalarıdır. yani franco'nun futbolu bu kadar desteklemesinin tek sebebi insanların futbol seyrederken dünyayı unutması değildir kanımca. zira futbolda da birey değil, takım önemlidir. oyuncu 5 gol atsa bile takımı 6-5 yenilmiş olduktan sonra yaptığının pek bir önemi yoktur. oyuncular kendi formalarıyla gruplandırılmış ve her oyuncu kendi benliğini iptal ederek takımın menfaatleri için uğraşmaktadır. burada futbolcuların hayvan gibi para kazanmasını örnek vererek benden dayak yemek isteyen olacaktır tabii ama burada asıl bahsettiğim olayın ekrana yansıyan biçimidir. riefenstahl'ın triumph of the will filmini seyretmiş bir sürü insan vardır kesin... orada da koca film boyunca alman toplumu ve alman askerleri toplu halde gösterilip duruyordu. topluluktan ayrı duran tek kişi hitler'di sanıyorum... yani bireyin yok edilip topluluk içinde tanımlanması ve sadece bağlı olduğu kuruma hizmet etmesi. futbolla benzerlik göstermiyor mu? zaten milletçe sürüldüğümüz yolun da bundan farkı var mı? hiçbir şeyi sorgulamadan vatanımıza, milletimize, anamıza, babamıza, dedemize, onun dedesine, allaha, peygamberlere, meleklere, ota boka bir sürü sorumlulukla donatılmıyor muyuz kendi rızamız dışında? yani zaten bir sürü takımın oyuncusuyuz ve kendi benliğimiz hiç olmamış bile. denilson'u düşünün... bence dünyaya gelmiş en iyi 5-6 futbolcudan biridir ama genelde başarısız olarak addedilir denilson. çünkü takımın galibiyetine çok fazla katkı yapmamaktadır. topu alıp 3-4 kişiyi ayağında oynatıp büyük ihtimalle kendi başına eğlenmektedir. yani "verimli" değildir ve verimlilik aslında takım sporlarında ve kapitalist değerler sisteminde en önemli şeylerden biridir. yani mesela carrick'in oynadığı futbol pek göze batmaz ama verimlidir. 1 yıl maç seyretseniz carrick'in 10 tane müthiş hareketini göremezsiniz ama istatistiklerine baktığınızda döktürmüştür. estetiğin geri plana atılmasına en iyi örneklerden biri budur sanıyorum... kierkegaard'ın tanımıyla "tin yoksunluğu"ndan muzdarip, sürekli kendisini sınırlayan tanrı, vatan gibi kavramlara bağlılığı gibi, desteklediği takıma bir totem tapınmasıyla bağlı olan taraftarın da çok iyi bir "takım oyuncusu" olduğu söylenebilir.

bunun dışında, futbolda aslında istenen şey imkansız olandır. ortada asla erişilemeyecek bir ilüzyon vardır. bunu en iyi iddialı takımlarda ve özellikle de onların taraftarlarında gözlemleyebiliriz diye düşünüyorum. diyelim ki desteklenen takım 1 sezon önce katıldığı her kupayı kazandı. bir sonraki sezon sadece birini kaybederse bütün ilgi ona odaklanır ve o kupa için üzülünür. yani aslında her kupayı 100 yıl boyunca sürekli aynı takım kazansa (45 yıl civarından sonra dünyada muhtemelen başka takım kalmazdı gerçi ama) maçlara çıkmasının hiçbir anlamı kalmayacaktır. yani ilüzyonu gerçeğe yaklaştıran başarıdan çok başarısızlıktır. tek tek maçlar için bile aynısı söylenebilir: bir takımın bütün oyuncularının her çektiği şut mutlaka gol olsa o takımın maçlarını seyretmenin bir anlamı kalmayacaktır. yani futbol maçlarını seyredilir kılan şey geleceğe ilişkin belirsizliğin sınırlı bir modelini belli bir bütünlük içinde sunmasıdır. kişi bir maçı baştan sona seyrederse baştaki belirsizliğin yerini alacak olan bilinen bütünlüğe dayanarak gelecek maçlarla ilgili tahminde bulunur veya ümitlenir. yani bir doyumsuzluk sözkonusudur. takım her maçı kazansa maçlarını seyretmenin bir anlamı olmayacaktır ama buna rağmen kişi istemediğini ister. yani bir ihtiyaç yaratılır diyebiliriz. fetiş objesi haline getirilen, kendi kendini yok eden bir imkansızlıktan başka bir şey değildir. bu yüzden bir aldatmacadır.

bir konu da ancak bu kadar dağıtılabilir... ama blog benim lan sonuçta istersem dağıtırım istersem orta yerine sıçarım. sonuçta bunu puanlayacak bir merci halihazırda yok... öyleyse asıl konuya geleyim. 40 yılda bir futbol olayına giren blogumuz, en hayati bilgiyi verip futbol anlayışınızı kökünden sarsarak bütün bu bildiğiniz linear futbol anlayışını yerle bir edecek bir şey söylüyor şimdi: tek sayılı skorların daha sansasyonel olması...

peki ne demektir bu? 1, 3, 5, 7, 9 gibi skorlarla maç kazanmanın dayanılmaz cazibesidir efendim. mesela bir takımı 3-0 yenseniz 4-0'dan daha sansasyonel olur. 6-0 fenerbahçeliler için önemli bir skor olsa da 5-0 kadar net ve ezici değildir. mesela 10-0 yeneceğinize 9-0, 8-0 yeneceğinze 7-0 yenin... hele ki asal sayı kadar gol atarsanız o ayrıca bir zevk verecektir... bir de bol gollü ama tek farklı galibiyetler vardır. mesela 2-1 o kadar sansasyonel değildir. 3-2 çekişmeli bir maç olduğunu gösterir. 4-3 genellikle arasındaki fark çok bariz iki takım arasında olur. küçük takım çok kasmıştır ama olmamıştır... skor 5-4 ise daha iyi olan takımın maçı pek sallamadığını anlarız. 6-5'te işin boku çıkmıştır artık. 7-6 ve 8-7 gibi skorlara ben şahsen tanık olmadım ama onlarda artık defansların greve gittiğini anlayabiliriz. öyleyse yaratacağı etki bakımından en sansasyonel skor güçlü sayılabilecek ve iddialı bir takıma karşı farka gitmek anlamına gelen 5-0 ve aynı güçlü ve iddialı takıma karşı tek farklı maç olarak 3-2'dir.

işte bu yeni bilgilerin ışığında artık maçları daha bilinçli seyredin, veya bana kalsa hiç seyretmeyin. manyak mısınız lan gidin 3-5 hayırlı iş yapın, küsleri barıştırın, hayvanları besleyin, süt sağın, kek yapın... ama siz siz olun maç 5-0 olunca 6-0'ını istemeyin... 3'ken 4 olsun demeyin. mesela 5-6 sene önce almanya bir maçta sanırım san marino'yu 11-0 yeniyordu. son dakikada bir penaltı kazandılar ve onu da attı utanmaz adam! zaten gerçek hayatta itfaiyecilik, çiftçilik, strip club garsonluğu gibi meslekleri olan adamlar var ve 40 yılın başı maç yapıyorlar. ne bu kadar doyumsuz olun, ne de tek sayılı ve özellikle de 11 gibi muhteşem bir asal sayılı skoru bozun aziz kardeşlerim...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

karatay üniversitesi fail fakültesi dekanı

konyada yeni açılan bir üniversite var karatay üniversitesi diye... onun internet sitesine girdim ve şöyle bir fotoğrafla karşılaştım sevgili bülöğ dostlarım


sübhanallah kardeş ibretlik paylaşım

böyle bir varlık var

10 Mayıs 2010 Pazartesi

avrupa dil pasaportu seviye tespit tablosu saçmalığı

bildiğiniz veya bilmediğiniz gibi avrupa dil pasaportu diye bir olay çıkardılar şimdi... böyle bir şey olduğunu uzun zamandır biliyordum ama kafama takılması işyerinde arkamda asılı duran sözkonusu tablodaki bir detayı görmemle oldu. dili kolayca yutulabilecek parçalara bölüp sadece benzer şeyleri bilip düşünebilen insanların arasında iletişim yükünü hafifletmeyi hedeflediğini düşündüğüm bir anlayışla dizayn edilmiş, güven içinde ben ingilizce biliyorum veya bilmiyorum dedirtmeye yönelik (klima ve deri koltuklu toyota camry ile uçmaya çalışmak gibi) bir uygulama gibi görünüyor bana... a1, a2, b1, b2, c1, c2 gibi 6 düzeyden oluşuyor ve c2 dilin nirvanası olarak kabul ediliyor bu olaya göre. yani aslında okulunuzda kpds'den zar zor 85 alan ingilizce öğretmeniniz de c2 düzeyinde ingilizce biliyor, john milton da, normal insanın yazarken kullandığı kadar kelime çeşidinin en az 2-3 katını konuşurken kullanan (hem de anadili ingilizce olmamasına rağmen) slavoj zizek de... yani deniz kenarında gördüğünüz turiste "i you fuck want" değil de "i want to fuck you" diyebiliyorsunuz, hatta "just because you are slavic" diye ekleyebiliyorsunuz ve bu, dili en iyi şekilde kullandığınız anlamına geliyor. gerçi bu uygulamanın sadece pratik ingilizceye yönelik yararlı bir şey olduğu ileri sürülebilir ama sektörün içinden biri olarak söylemem gerekir ki ingilizceyi sonradan öğrenmiş insanların hepsi tornadan çıkmış gibi, ağızlarını açtıklarında sadece klişe çıkarıyorlar. bunun sebebi tabii ki herkesin ingilizceyi benzer kitaplarla öğrenip benzer yayınlara maruz kalması, televizyonda benzer dizileri seyretmesi, mp3 player'larından benzer müzikleri dinlemeleri diyebiliriz. yani kelimelerin etimolojisi, dilin bağlı olduğu diğer diller, mitolojiler aslında gerçekten de kimsenin ilgisini çekmiyor ve kurduğumuz cümlelerden, yazdığımız yazılardan bireysel olarak kimsenin ayırt edici bir özelliği olmadığını görüyoruz. yani beyaz bir kağıdın üstünde çizgiler görmek gibi bir şey bu; bir nevi şizofreni gibi. sanki içimizden bir şey bizi yola sokmaya çalışıyor. buna superego denebilir tabii ama burada sorun sınırlanmayı neden bu kadar hevesle kabul ettiğimizdir zannımca. yani bir insan c2 dil pasaportu elde ettiğinde mutlu olur mu? veya kpds'den a düzeyine tekabül eden bir puan aldığında, yani kullandığı dil gibi parçalanıp yok edildiğinde... bu noktada toefl sınavının kpds'den daha belirleyici olduğu kanısına da değinmek istiyorum: evet, toefl daha belirleyici gibi görünür, zira sorularda verilmiş 5'er tane (ki en az 2 tanesi über-alakasız) gramer bazlı cevaptan birini seçmek, yani sadece orada duranı işaretlemek yerine toefl konuşma ve yazma gibi bölümleriyle bir şeyler yaratmanızı bekler. yine de 185 dolarlık fiyatını gözardı edersek toefl bile aslında aşırı insaflıdır. konuşma kısmında engrish konuşup yazma kısmında 4-5 kelimeden oluşan cümleler bile kursanız gramerde bariz hatalar olmadığı sürece geçerli bir puan alırsınız. mesela sınavda "write a poem to communicate your feelings (not ideas) about fucking a prostitute using iambic pentameter (15 points)" yazan bir kısım yoktur ve aynı konu hakkında "i think prostitution is bad. one person has to be with one person all his life. i am against it. you can try poligamy maybe. memnun kaygısız was having fun." diye ilerleyen bir yazı yazan kişi doğru yolda sayılabilir. dili sonradan öğrenenlerden hiçbirisi de aslında zor kitaplar okumaya çalışmaz. sadece aşina olduğu şeylere odaklanmaya çalışır ve sadece dili değil, kurgusu da klişelerle dolu yapımlara odaklanır. bunun yanında bol bol cnbc-e türü diziler de seyredilir, hatta dilin bütün klişeleri yerine otursun diye bunlar zaten o adamlara tavsiye edilir ve bunun gibi şeyler... aslında kafayı taktığım şey bu değildi ama yol üstünde yabancı dil bilmenin artık hiçbir öneminin kalmaması durağına da uğradım sanıyorum. kendimden örnek vermem gerekirse, ben birkaç haftadır norveççe öğreneceğim diye kasıyorum ve etraftan çok gereksiz bir iş yaptığım dışında bir tepki almadım. allah razı olsun ki artık ne kadar gereksiz bir iş yaptığımı biliyorum. ana argüman da norveççeyi kiminle konuşacağım sorusu. konuşmayacağım ulan sanki sen ingilizce öğrendiğini sandın da haftada en az 15-20 saat ingilizce mi konuşuyorsun? o kadar türkçe bile konuşmuyor olman muhtemeldir. ingilizce öğreniminin de ana argümanı artık budur diyebilirim. işyerinde yabancılarla konuşmaktan tatil yörelerinde kız kaldırmaya kadar geniş bir yelpazede ingilizce öğrenen bir sürü insan var. yüksek lisans veya doktora programları için öğrenmek isteyenler bile bunun üniversitenin dayatması olduğunu söylüyor. dünya üzerindeki çoğu önemli yayının ya ingilizce olduğu, ya da ingilizceye çevrildiği ve bu yüzden, kendi merakı için öğrenmek istediğini söyleyen bir kişiye bile rastlamadım. en iyi amaçlı olanı "yoksa yüksek lisansa almıyolar abi" şeklinde olandı şimdiye kadar.

peki ben neden ingilizce öğrendim? vakt-i zamanında anadolu lisesinde öğretmişlerdi ve sonrasında ingilizce bölümünü seçtiğim için böyle oldu. yani benim de başta pek akademik bir amacım yoktu ama 11 yaşında çocuğun ne akademik amacı olacak lan? fakat insan biraz geniş düşünür ve kendine dayatılan dışında şeyler de olduğunu keşfederse ingilizce bilmesi gerçekten yararlı olabilir. asıl sorun hiçbir yabancı dil belirleme sınavının derdinin bu olmamasıdır. çünkü otorite bunu pek sevmeyecektir ve otoritenin sevmediği şeyin uygulamaya kapalı olduğunu zaten hepimiz biliyoruz.

peki ulan bunca yaygara nedendi? bugün ofise girdiğimde arkamda asılı olan tablo dikkatimi çekti. tablonun aynısı şu linkte mevcut:

http://europassd.cedefop.europa.eu/europassd/home/hornav/Downloads/CEF/LanguageSelfAssessmentGrid.csp;jsessionid=2BCEEFA0BAF2DE3E79B3A14F6F8F6E03.workerd

yani tabloya göre en kötü düzey ingilizce a1 ve a1'in spoken interaction kısmında yazana dikkatinizi çekmek istiyorum:
"I can interact in a simple way provided the other person is prepared to repeat or rephrase things at a slower rate of speech and help me formulate what I'm trying to say. I can ask and answer simple questions in areas of immediate need or on very familiar topics."

bir dakika, burada bir sorun var... ulan hangi elementary düzey insan böyle bir cümle kurabilir? hani bu bir self-assessment grid'di? hani kişi bakarak durumunu çıkarıyordu? hatta tam şu yazıyı yazarken elimize ulaşan bir sınav kağıdında adam "I am a studen't" yazmış! bu yaratıcılık mıdır, mallık mıdır? yani ben öğrenci değilim demek istese gidip adamı alnından öpmek gerekir. hatta yazının devamında "trabzon has got very very nature" diye de bir cümle kurmuş. bu adam o cümleyi anlar mı lan sığır mısın? veya diğer taraftan düşünürsek, c2 olanda ne yazması gerekir? "I can talk about rocket science and produce existentialist paradoxes immediately but my knowledge of English. By the way, I hope you haven't failed to notice my innovative use of 'immediate'." gibi bir şey yazması gerekmemi? bu olay kafama takıldı aziz bülöğ yazarları. sabah sabah görmez olaydım lan... ve işin kötüsü hala arkamda asılı duruyor o tablo. kafama falan düşse öleceğime üzülmem de o tablo tarafından öldürüleceğime üzülürüm. gazetelerde falan ölümü ingilizceden oldu diye 3. sayfa haberi olarak çıkar. veya "avrupa dil pasaportu yine can aldı". allah korusun... yani tablo tarafından öldürülmekten... üstü de cam kaplıymış minakkim...

üstü cam kaplıymış demişken aklıma  benjamin'in the arcades project kitabı geldi. kendisi türkçeye "pasajlar" adıyla çevrildi. ben 2-3 entry önce belirttiğim üzre fakir bir insan olduğum içün para verip alamadığımdan pdf olarak download ettim  ve gerçekten muhteşem olduğunu söyleyebilirim. bunu okuduktan sonra diğer 3-4 kitabına da para vereceğime kindle alabileceğim hissiyatını kapıldım. bu ara kindle da alırsam tam anlamıyla ayranı yok içmeye e-book'la gider sıçmaya durumu olacak gibi, ki giderim de... ayrıca benjamin'den girmişken bu zat-ı muhteremin bir de mekanik yeniden üretim çağında sanat eseri diye başka bir makalesi daha var. onu da okuyup sayın meröp'ün isteği üzerine -arada bir bağlantı kurmayı başarabilirsem- atilla taş'ın, aşırı hentai pornosu izlemesinin yan etkisi olarak yazdığını düşündüğüm asian temalı grotesk ağıta da değinmek istiyorum ama orda mekanik yeniden-üretilebilirlikten fazlası olduğu kesin. hem de çok fazlası...

9 Mayıs 2010 Pazar

bu sene öss sorularını stephen hawking hazırlayacakmış

Yıllardır süren, ÖSS sorularını kimin hazırlayacağı yönündeki spekülasyonların altından teorik fiziğin önde gelen ismi İngiliz fizikçi Stephen Hawking çıktı. Evrenin sırlarının aydınlatılmasında STV ile birlikte en önemli çalışmalara imza atan Hawking, blogumuza şunları söyledi:




"Öncelikle bir Türk gazetesine demeç vermenin mutluluğunu yaşıyorum. Bugüne kadar birçok önemli projede birçok önemli görevde yer aldım fakat aldığım görevlerden belki de en ilginç olanı yüz binlerce gencin hayatını derinden etkileyecek olan böylesine bir organizasyonda yer almak. Böyle bir görevle onurlandırılmak kariyerimin dönüm noktalarından biri. Türkiye'ye geldiğim için çok mutluyum. İstanbul'un bazı yerleri doğal birer zaman makinesi gibi..."


"Kekremsi'yi Kıramadım"

Türkiye'ye gelmesinde en büyük etkenin part-time tuvalet temizlikçisi ve ÖSYM başkanı Rukneddîn Cevdet Kekremsi Hocaefendi olduğunu belirten Hawking, "Kekremsi muhteşem bir insan. Kendisiyle dostluğumuz üniversite yıllarına dayanıyor. Kendisi 8 yıl üst üste birinci sınıfta kalınca Türkiye'ye dönmek zorunda kaldı. Yine de dostluğumuz bugüne dek sürdü. Bir gece beni arayıp TGRT'nin artık çekmemesinin uydularla ilgisinin olup olmadığını sordu. Sonrasında laf lafı açtı ve Türkiye'de çalışmak isteyip istemediğimi sorduğunda çok heyecanlandım. Genel görelilik ve bu bağlamda araştırdığım, zamanda yolculuk gibi gündelik konular üzerine çalışıyordum zaten... Rukneddîn'i kıramadım, ilk uçakla geldim." dedi.




En Büyük Destek Eşinden

Türkiye'ye gelme kararı sırasında en büyük desteğin eşi Elaine Mason'dan geldiğini söyleyen Hawking; "Sağolsun, eşim hep yanımda. Kendisi İstanbul'u çok sevdi. Başta, develeri göremeyince hayal kırıklığına uğradık ama sonradan alıştık. Özellikle Karaköy'e bayıldık. 'Torus' biçimli tatlıları çok sevdim. Burada, Bizans'ın kalbinde daha fazla zaman geçirmek için sabırsızlanıyorum." dedi.






Galatasaray Sevgisi Başka

2000 yılı UEFA finalinde Arsenal'ı yendiğinden beri Galatasaray'ın bütün maçlarını internetten takip ettiğini belirten Hawking, Fenerbahçe'nin ne olduğu sorulduğunda "O kim? Galatasaray'da mı oynuyor?" sorusunu sormayarak da alanında bir ilke imza attı. Öte yandan Türkiye'yle ilgili çalışmalarına da hız vereceğini belirten Hawking, Sabri'nin çektiği şutların GPS yardımıyla takibi ve topun çizdiği eğrilerin algoritmasıyla ilgili bir dizi çalışma yapmayı düşündüğünü de sözlerine ekledi.



İşbaşı İçin Sabırsızlanıyor

Soruları hazırlamaya başlamak için sabırsızladığını belirten ünlü fizikçi, "devlet malzeme ofisine supercomputer yazdık, bize 1.8 ghz arçelik laptop gönderdiler. umuyorum ki bu gibi birkaç bürokratik sorunu çözdükten sonra  işe başlayacağız. bu yıl sorular gerçekten 'kazık' olacak. Öğrenciler mi öss'ye, ÖSS mi öğrencilere girer bilinmez." diyerek espriyi patlattı.

Fakirin F'si

yıllardır hep f klavyelerin neden f ile başladığını düşünüp durmuştum. manyağın teki harfleri ne maksada hizmet ettiği belli olmayan bir biçimde qwerty - asdfgh - zxcvb şeklinde dizerek belki de msn'de atılabilecek 3 farklı türde kahkahayı tanımlamak suretiyle saçma sapan bir eyleme imza atmıştı fakat f klavyenin mantığı neydi? işte bunun üzerine pek kafa yormayan bendenize açıklama adeta bir vahiy gibi geldi geçtiğimiz günlerde... hem de bir vatan bilgisayar çalışanından.

olay tam olarak şöyle cereyan etti:

3 yıldır kullandığım usb klavye artık hepten isyan lock ışığını yakmış, kablosu Ç-L-P-0-9-F10 fay hattını takip edecek şekilde klavyeye dolanmadıkça çalışmaz olmuştu. yine de bu haliyle de çılgınlar gibi (olmasa da) kullanılabilen bu a4tech marka, "laser inscribed key"lere sahip üstün tayvan teknolojisinin ürünü klavye, teyzemin "bu bizim yeğen de amma dağınık. kablo klavyenin çevresine dolanmış ama onu düzeltmeyi akıl etmemiş" diyerek kabloyu yerinden oynatma eylem planını içeren dahice fikrini yürürlüğe koymasıyla hayata tuşlarını yummuş; ne yaparsak yapalım response vermez olmuştu. bunun üzerine söğütözü'nde bulunan vatan bilgisayar bayiine giden bendeniz karşıma çıkan ilk kişiye "en ucuz klavyeyi nerde bulabilirim abey?" diye sordum ve alt kata yönlendirildim. sonrasında alt katta duran hafif topluca beyefendiye "benim fazla vaktimi almayın. en ucuz klavye hangisiyse verin gideyim" dememle 15 liralık a4tech klavyelere yönlendirilmem bir oldu.




işte bu resimdeki klavyelerden bahsediyorum. son derece ufak tefek ve fonksiyonel... fakat gel gelelim bu klavyelerin hayvan gibi de bir fiyatı varmış! tam 15 lira!!! oradaki topluca elemana "oğlum manyak mısın? o parayla ankarada 25 simit, 15 poğaça, 10 tane de milföy alınır" demek istedim ama bu saydıklarımın hiçbirinde usb bağlantısı olmadığından retoriğim yeteresiz kalacaktı, bu yüzden söylemedim. bunun yerine "daha ucuzu yok mu?" diye sorunca "var ama F klavye" cevabını aldım.

şimdi hızlı düşünen bir zihin burada bir erkekliğe bok sürdürmeme durumu olduğunu çakıyor... sonuçta klavyenin layout'u istendiği gibi deniştirilebildiğinden orada ya bilgisayarı sadece facebook için kullanan çakma sarışın kızlarımız gibi "aa şey piki biz kû olanını alalım" diyeceksin, ya da yıllarını bilgisayara vakfetmiş bir insana yaraşan buram buram ketum bir mağrurluk kokan ve kutsal kitaplarda satır aşırı aşağılanan türden bir kibirle, "ulan bilmiyor musun klavyeye q layout yüklersen q klavye gibi çalışır. bu saatten sonra bakarak mı yazacaz allallaaaa" diyerek 34 liralık, tuşları alttan ışıklandırmalı klavyeye bakıp iç geçirerek ercan taner'in "hagiiee bir kaleye baktıaa bir baraja baktıaa" şeklindeki aforizmasında belirtmek istediği kas-analitik düşünce kombinasyonuyla bir paraya, bir klavyeye bakıp "ulan f klavyeyi alırsam geriye kalacak parayla" diye başlayıp zibilyon tane ihtimalle sona eren cümleleri ışık hızıyla akıldan geçirdikten ve charles bukowski'nin16-bit intel 8088 başlıklı şiirini, son derece de entellektüel bir canlı olaraktan bu grotesk transistör canavarlarının alayının yaşamın devinimi içinde bile sabit kalmayı başarabilecek kadar sığ birer techizat olduğunu fark ederek akıldan geçirdikten sonra f klavyeyi almaya karar verdim. tabii "peki daktilo var mı?" diye espri yapmayı da ihmal etmedim. ona var dese "peki kalem?" diye soracaktım...

yani sonunda f klavyeyi aldım ve klavyenin adının fukaralıktan f olduğu sonucuna vardım. v for vendetta gibi f for fukara diye film çekilebilir mi, çekilirse de gişe başarısı ne kadar olur bilemesem de konuyla ilgili bildiğim tek şey bilen ve fukara kişi için f'ydi q'ydu pek fark etmediğidir.

ayrıca yalan söylüyorum lan o kadar fakir değilim :F birkaç güne kadar kindle alacam yarım milyara keh keh keh

8 Mayıs 2010 Cumartesi

son zamanlarda şansımın tutması üzerine

anne babamın teşrif etmesinden ötürü, daha önceki yazılarımda sıçasıya eleştirdiğim ütü müessesesinden muaf oluşumun 5. haftasının bitmesine efkârlandığım geçtiğimiz günlerde her türlü pisliğin yuvası halini alan evimize teyzemin teşrif etmesiyle tekrardan bayram moduna geçmiş bulunmaktayım. teyze gelince ne kadar gömlek, pantolon varsa ütüleme görevini üzerine yıktığım için yaklaşık 1 ay daha ütü mütü yapmayacak olmamın haklı sevincini yaşıyorum. hazır yeri gelmişken ütüyü icat eden herifin günlük bela dozajını da allaha sipariş ettikten sonra bu sevincimi sizlerle paylaşmak istediğimi belirtiyorum sevgili bülöğ yazarları... şimdiye kadar hiçbir pantolonda çift ütü izi bırakmadım ama ellerimde 3, hatta 4 ütü izi hala durmakta ve yüreğimi derinden yaralamaktadır.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

hirsiz var!!

google yetkilileri yüce türk insanını ayak üstü kekleyeceğini falan sanıyordu ama biz burada cumhuriyetin yılmaz bekçileriyken böyle bir şey mümkün müdür efendi?!! sen git türkiye odalar ve borsalar birliği'nin logosunu al, az daha becerikli grafikerlerine 3 boyutlu yaptır! nerde lan o yoğurdun bolluğu?




işte bizim şanlı logomuz


ve işte o çalıntı logo (kabul etmeliyiz ki daha güzel ama)

1 Mayıs 2010 Cumartesi

amazon kindle almayı düşünmek

bildiğiniz veya bilmediğiniz gibi amazon kindle diye bir cihaz var. bu olay gerçekten mürekkeple çalışan ekranı sayesinde hiç parlama yapmadan hayvan gibi ebook, word dosyası, pdf falan okumanıza olanak sağlıyor. bunun yanında amazon'un kendi sağladığı bir hizmetle her yerden 3g ile beleşe internete girip özgürce fink atabiliyorsunuz... benim gibi, aradığı hiçbir kitabı piyasada bulamayan biri için ideal gibi görünen bu cihazı kullanan veya kullanımına şahit olanınız var mı? 500 lira civarında bir para buna bayılınır mı?


işte beyle bişey... mp3 falan da oynatıyormuş ama o özelliği falan umrumda değil... sadece gözü yormadan veya optimal düzeyde yorarak okuma sağlasın yeter diyorum ve siz sevgili bülöğ yazarlarının önerilerini bekliyorum