sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

30 Ağustos 2009 Pazar

photoshop iğrençliklerim 7

 
heralde milletçe çağı yakaladığımız tek zaman 1980 ihtilalidir. orwell'in 84'te olur dediği şeyin aynısını 4 yıl önceden yaparak bu alanda öncülüğümüzü ilan etmişizdir. ankara'nın adı airstrip 1 olsa daha da bir havalı olurmuş ama o kadarını akıl etmemişler artık...


fırtınalar koparan "böyle geğirdi berduş" adlı ucuz yemek tarifleri kitabından sonra ucuz konaklama rehberi "böyle uyurdu berduş"u da piyasaya süren nietzsche, yokluğa rağmen varlığını sürdürmek isteyenlere ışık tutuyor...
 
zabıtalarımız... dürüstlüğün yorulmaz bekçileri... onlardan bir tanesi diğerlerinden çok farklı! nerede tüzüğe aykırı bir iş görse basıyor mührü! işte o onurlu zabıtanın yürekleri sızlatan destanı "tüzüklerin efendisi: poğaça tüzüğü".
  
abd'nin diktatörlüğe, anti-demokratik oluşumlara karşı halk ve demokrasi yanlısı savaşını anlatan en iyi eser, "masumiyet füzesi". george bush'un ters tutarak okumaya çalıştığı kitap olarak ünlenen masumiyet füzesi, abd'de son 10 yıldır bestseller.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

böcek - ayak ilişkileri

heralde hepimizin unutamadığı iğrençlik anları vardır. bunlar kağıt üzerinde ufak meseleler gibi görünse de hafızada acayip yer eder ve kesinlikle unutulmaz. mesela siz yolda yürürken yanınızdan geçen bir dayı önce genzini boğazına kadar çeker ve sonra bir balgam atar, o iğrençliğe düşkün merakımızın tetiklemesiyle baktığımızda görürüz ki yerde beyin, akciğer, omurilik soğanı parçaları falan vardır ve turkuaza yakın bir renkte bulanık bir sıvıyla, daha ziyade plazmaya daha yakın olduğu anlaşılan bir maddeyle kaplıdır falan... veya umumi tuvaletlerin birine girme gafletinde bulunursanız tuval-et taşını tuval olarak kullanan, anal dönemden saplantılı, sanatçı ruhlu insanların avant-garde çalışmalarıyla karşılaşabilirsiniz. üstelik bu çalışma hem göze hem burna hitap eden interaktif bir çalışmadır genelde. bunun yanında, iğrendiğimiz başka bir şey ise böcek türleridir. richard dawkins'e göre sen ben gibi genetik hayatta kalma mekanizması olan; matrix'e göreyse sistemin içinde, bir nevi dll dosyası gibi işlev gören apayrı bir yazılım matriksinin parçası olan böcek dediğimiz oluşum, nedense bizlere sevip okşadığımız kedi köpekten, sütünü içtiğimiz inekten, bizzat kendisini yediğimiz kuzudan, tavuktan, balıktan falan iğrenç gelir. aslında bu yediğimiz hayvanların iğrenç bulup yemediğimiz bölgeleri de vardır. mesela gözler, beyin, testisler (gerçi bu son ikisini de yiyorlar ama) gibi. buna rağmen, böceklerin genelde bizden korkmaları sebebiyle kaçtığımız yönün tersine hareket ediyor olmalarına rağmen bunların, sırf hareket etmesi sebebiyle, bizleri bir noktada kıstırıp bütün bütün bütün mideye indireceklerini düşünürüz. ben kendimden biliyorum, 2-3 ay önce odada elimin yarısı kadar bir örümcek peyda olmuştu ve odanın, örümceğin bulunduğu tarafına yarıdan itibaren geçen olmamıştı. öylece durup örümcek beyin, onu bir gazetenin üstüne alıp dışarı atmamız için ortaya çıkmasını beklemiştik. halbuki mesela sineklerle aramız daha iyi. onları avucumuzda ezerek öldürdüğümüz bile oluyor (bana bakmayın, ben sadece gördüm). buna rağmen diğer böcek türleriyle karşılaşmalarımız genelde sancılı oluyor.

mesela 10 yıl önce, bahçede duran önü kapalı bir terliği giymiştim ve terliğin içinde ağaç dalı gibi bir şey vardı. heralde küçük ağaç parçalarıdır, rüzgarla terliğin içine girmişlerdir diye düşünmüş, ortalarda koşturmuştum o terlikle... sonra tabii ayak uçlarıma yapışkan bir sıvının değdiği hissine kapıldım. başlarda pek önemsenmeyecek kadar küçük bir histi bu ve heralde plastik terliğin içinde ayağım terledi diye düşündüm. fakat sonra ayağıma git gide sıvaşan bir şey olduğunu fark ettim ve ayrıca o ağaç parçası gibi şey hala orada duruyordu. sonra ayağımı çıkarıp bir bakmaya karar verdim ve o muhteşem manzarayla karşılaştım! ayak uçlarımda yeşilimsi bir sıvı vardı ve ucunda parçalanmış bir çekirge! insanlar olarak ne kadar da yıkıcı, tahrip ediciyiz... kendimin öldürmediğini umarak, zehirli olma ihtimali varsa nasıl kurtulduğuma hayret ederek ve sonraki birkaç ay boyunca ne zaman aklıma gelse electric boogie şeklinde sarsılarak hatırladığım bir anı olarak tarihteki yerini aldı.


böceklerle ayağım arasındaki bu sıkı ilişkiler tam bitti sanıyordum ki, geçende bir olay daha başıma geldi. bilgisayarın başında otururken bir baktım ayağımın üstünde tatlı bir kaşıntı hissi. ayağıma uzanmak için de üşeniyorum bir yandan... sonra biraz zaman geçti ve fark ettim ki bu kaşıntı hissi hareket ediyor! kafayı indirdiğimde az önce bahsettiğim o örümcekle karşı karşıyaydık! kendisi yarım saat durmuş olmalı! sonra tabii gözlerin pörtlediği, bir naranın boğazda düğümlendiği o değerli birkaç saniye içinde bir örümcek tarafından sokulmanın korkusuyla, hayvanı da ürkütmeden bu işten kurtulmalıydım! bir kağıt alıp hızlı bir şekilde halının üstüne attırdım hayvanı ve sanki örümceğin saatte 50km hızla uçma veya sadece uçma yetisi varmış gibi salona topukladım. sonra o da dolabın arkasına topuklamış tabii 2 saat kendisini aradık.


her şeye rağmen, bardağı taşıran damla bu bile değildi. 2-3 gün önce, balkona çıkıyordum ve kapının eşiğinde bir şey ezdiğimi fark ettim. yani böyle bir tür küçük çilek ezer gibi bi duyguydu bu. üstelik bir de ayaklarımı yere sildim önemsemeyerek... tam o sırada aklıma geldi: bir böcek ezmiş olabilirdim. aslında tam de öyleydi... hem de bir osurukböceği! hay şansıma sıçayım dedim ve ayaklarımı yıkadım, yerleri sildim... daha ne yapabilirim ki?

26 Ağustos 2009 Çarşamba

photoshop iğrençliklerim 6

 
"olağanüstü bir kurgu." the new york times
"anlatılanlar kurgu değil. savaş gerçekten oldu." washington post
"hadi ya." the new york times

ayrıca sayın merope gaunt beni mimlemiş, zımbalamış, tag'lemiş! kendisine teşekkürü bir borç bilirim ama öder miyim bilmem

25 Ağustos 2009 Salı

sek süt paketindeki çocuk aslında kim?


sek süt paketlerine dikkat edenler o korkunç çocuğu mutlaka fark etmiştir. adeta o meşhur filmdeki alien'lar gibi, alından itibaren büyüyen kafatasının içinde süt içerek kurduğu korkunç planları tahmin etmek hiç zor değil aslında... bu pozu verirken kim bilir, sevimli üst komşusu ihtiyar yesari amcayı piyano teliyle boğup uzuvlarını derin dondurucuya tıkmak mı istiyordu, yoksa anasınıfındaki öğretmeninin gözüne lego sokmak mı... bu düşüncelerle süt içen bir insan size birini çağrıştırdı değil mi? evet, a clockwork orange filminin baş kahramanı alex!

şu iki resme bir bakın. resmen o çocuk büyüyünce alex oluyor lan! ben bile bu sütü içerken türlü vahşi hissiyata kapıldım! balmar sütten şaşmam bu saatten sonra... bim'de satılıyor zaten hem ucuz, hem de insanı daha hayırlı efkâra gark eden mümtaz bir tasarımı var. siz de öyle yapın sevgili okurlarım, değerli yurttaşlarım.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

ağlayarak dua eden stv sunucuları

adamlar ne kadar şovmen yahu... sahur zamanı duyuyorum stv'de sahur programı sunan amca en son, sabah ezanından önce dua etmeye başlıyor ve dua ederken birden ses yamulmaya başlıyor, amcamız ağlamaklı oluyor. ağlamakla ağlamamak arasında af dilediği sıralarda sembolik düzen yıkılıyor ve gerçek kabak gibi çıkıyor ortaya! 1 saattir ağlamaklı olan dayı bir anda okuduğu duayı şaşırıyor ve yanlış bir kelime söylüyor. tam o anda ağlamaklı ses düzeliyor, kelime düzeltiliyor ve sonra hüzünlü ses tonuyla küçük emrah duasına devam ediliyor.

bunları seyretmek gerçekten eğlenceli çünkü insan öbür taraf, cennet, cehennem gibi şeyler varsa bu herifler dururken cehenneme gitmeyeceğinden, sırf bunca sahtekarın varlığı yüzünden yata yata cennet yapacağından, veya ne olursa olsun şu anda aynı gezegeni paylaşmak zorunda kaldığı bu iğrenç yaratıklarla en azından aynı yerde olmayacağından emin oluyor. ilahi adalet bu olabilir mesela... bunların televizyon kanallarında yayınlanması artık acayip gelmiyor ve bence en kötüsü de bu.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

40 katır mı 40 satır mı?

bu eserimin adını "40 katır mı, 40 satır mı?" koyuyorum. şahsımın şu sıralardaki ruh halini en iyi anlatan fotoğraftır kanımca. 2 tane eşşek ölüsü gibi ağır fasilite (fasilite, evet) arasında bocalayan benliğimin kpss'den de 88 almış olmasının da vermiş olduğu kararsızlıkla varoluşun girdaplarında kaybolma hissinin yansıması olan hayatta kalma zorunluluğunun doğurduğu gelecek hakkında bir şeyler yapma hissiyle, ontolojik sürekliliğin garanti altına alınmış olmasının olası yanılgısından uzak bir şekilde dünyevî çırpınışlara adanmış gençliğimin tinsel huzuru yoksaymak pahasına geçtiği dikenli patikaların özeti şeklindeki bir çalışmadır kendisi...

bir yanda gta 4, pes 2009, motorstorm gibi, single player'ı ayrı zevkli, multiplayer'ı ayrı zevkli, birbirinden oynanası playstation oyunları; diğer tarafta iç içe geçmiş orgy yapan köklü ifadeler, çarpanlarına ayrılmış paramparça sayı kümeleri, işçi, havuz, sürat gibi türkiye'de her türlü sorunu doğuran kavramların problemleri, manyak şekilleriyle kafa bulandıran geometri... tabii acı ilaç her zaman faydalı olandır (götümden atasözü de uyduruyorum). bunun için insan bu gibi yol ayrımlarında anlık keyiflerden uzak durup uzun vadede fayda sağlayacak seçeneğin peşinden gitmelidir falan... buradan gençlere tavsiyem şu: hazır embriyoyken ölün.

21 Ağustos 2009 Cuma

evdeki hava sirkülasyonundan dolayı kapının çarpacağı sıra oluşan o 2-3 saniyelik gergin bekleyiş

ben bu korkuyu heyecanın doruklarında yaşıyorum. tam bilgisayar ekranına konsantre olmuşken ileride bir şeyin hareket ettiğini görüyorum ve bakıyorum ki o şey kapı! birazdan çarpacak! yerinden kalkıp koşup kapıyı tutmaya çalışsan muhtemelen yetişemeyeceksin ve her seferinde o yavaş yavaş ilerleyen kapının nasıl sona yaklaştığında bir anda dan diye kapanıp camlarını tutan macunların patır patır yere düştüğünü hala anlayamıyorum

rukneddîn cevdet kekremsi soruyor: NEDEN?

bilmem

mikrofon görünce konuşacağı tutan manyak halkımız

ben bunu anlamıyorum. normalde 2-3 kelimeyi arka arkaya getirmekten aciz insanlar toplumumuzun önemli bir parçası. bunlara bir soru sorarsınız mesela "susmak erdemdir" gibi saçma bir görüşün arkasına sığınıp mal mal suratınıza bakarlar, kısa ve öz(!) cevap verirler, evet bile söyleyemedikleri için "haağğaa" gibi sesler çıkarırlar ama televizyonda bir mikrofon uzatılmasın, direkt manyak gibi başlıyorlar şakımaya!

üstelik en iğrenç konulardır mesela üzerinde tartışılan... medyanın derdi hiçbir zaman haber yapmak olmamıştır belki ama insanlara böyle alakasız konular üzerinde söz hakkı veriyormuş gibi yapmak da ayrıyetten ahlaksızlığın daniskası diye düşünüyorum.

mesela adamın 4 yaşındaki oğluna tecavüz etmişler (yok tabii böyle bir şey ama olayın manyaklığını daha rahat tahayyül edin diye söylüyorum) ve medya hemen damlamış olay yerine acılı babaya (bir de acılı anne, acılı baba vardır. baba versiyonu genelde çömelir ve yere bakarak gizliden ağlar, anne versiyonuysa elini kolunu bağlayıp kafasını da yere eğip bir top gibi olduktan sonra sessiz sessiz hıçkırır fakat bu durumdaki insanlar bile gazetecilerin sapıkça iştahını dindirmez ve illa o yıkılmış insanlara saçma sapan sorular sorulur) soruyor: neler hissettiniz? aslında cevap çok basit! "ananı hissettim" deyip bir de "basına hain saldırı" yapmak gerek ama genelde insanlar o durumda bile cevap vermeyi yeğler...

- biz evin avlusunda oturmuş kokoreç yiyorduk, sonra hava bulutlanır gibi oldu tövbe bismillah dedik hele mangalı kokoreçleri toplayak içeri girek dedik tam o sırada bir çığlık, bir feryad-ı figan, fren sesi falan derken beyaz bir tofaş şahinin hızla uzaklaştığını gördük... sonra sağa bak allah sola bak allah bizim oğlan yok! akşam geldi eli yüzü kanlar içinde dedim ne oldu? amcalar, inşaat bişeyler geveledi, o sıra anladık! acımız büyük. siz cefakâr gazeteciler olmasa nasıl sesimizi duyururduk? gerçi sesimizi duyurunca bir bok olacağından değil de medyamız sağolsun allah razı olsun! bu tecavüz haberini de yayınlayın gündemin çevresinde set olsun ergenekon haberleriyle bir...

adamı durduramıyorsunuz. adam o berbat anında konuştukça konuşuyor. ama tek örnek bu da değil... mesela adamın depremde evi yıkılmış, çocuğu askerde ölmüş, kan davasından karısını vurmuşlar falan ve gazeteciler ısrarla gidip adamları konuşturmaya çalışıyorlar ve işin ilginci, kimse de reddetmiyor. herkes elinden geldiğince olayı anlatıyor ediyor ve 3. sayfayı süslüyorlar böylece...

bir allahın kulu da çıkıp şunu anlasın artık: hiçbir medya kuruluşu veya yayın organı halkın tarafında değildir. iktidar adına manipulasyon aracıdır. inanmayan gidip althusser okuyabilir mesela... devlet bizim anamız babamız değil! her türlü ideolojik ve kollektivist baskıyla bireysel benliği baltalamaya çalışıp her fırsatta psikolojik tecavüzde bulunan, üzerimize binmeye çalışan ve genellikle başaran bir organizasyon! politikacıların zaten sahtekar kelimesinin tam karşılığı olduğunu söylememe gerek yok ve bunların hala "dava adamı" olarak gösterilmesi de medyanın sayesinde! bunları televizyonlarda, gazetelerde gördükçe ben deliriyorum ama adamlarda hala bir zeka parıltısı yok!

konuşun tabii... size mikrofon uzatıp "hayırlı olsun, depremde eviniz yıkılmış... malum, bizim bu durumdan yararlanmamız lazım da 3-5 kelime söyler misiniz acaba?" dediklerinde şevkle konuşun, meşhur olun! medya özgürlüğümüzün garantisidir!

evin önündeki şerefsiz köpekler

böyle bir başlık atınca sandınız ki yaptığı bir şeyi beğenmediğim birine bok atacağım. hayır, değil! konu gerçekten bizim evin önündeki köpekler, hatta köpppekklerrr!!! ben malûm ales denen şu iğrenç sınava girip 80 üstü puan almayı hedefleyen zavallı bir öğrenci... gece 12 gibi ders çalışmaya başlıyorum ama o saatlerde ne oluyorsa bu köpekler azıyor mu napıyor, deli gibi kavga ediyorlar, dalaşıyorlar... sanırım üzerinde anlaşamadıkları konu da bizim evin karşısındaki götü boklu park. lan 10 yıldır bu evde yaşıyorum bir allahın günü gidip oturmadım bile o parkta!! bazen basket oynamaya giderken çimlerini ezip geçiyorum tek ilişkimiz bu! oğlum değer yaratıp başında kavga mı ediyorsunuz lan? postmodern misiniz siz? çimlerine 2 sıçtın diye senin mi oldu koca park? bırak diğer köpekler de gitsin oynasın eğlensin! madem uyumuyorsunuz gecenin o vaktinde insan gibi geçinin... utanmasam israilin ülkemiz üzerindeki kirli oyunları diyeceğim lan!!!

19 Ağustos 2009 Çarşamba

evrimin kayıp halkası olarak ediz hun



richard dawkins, emma watson ve ediz hun arasındaki ilişkiyi (x+y) cinsinden yazınız

18 Ağustos 2009 Salı

bir tepkime olarak sevgi

dün dedem yine son ses stv seyrederken kulağıma şöyle bir cümle takıldı:

"... hidrojen ve oksijeni ele alalım. biri yanıcı, biri yakıcı ama bunlar sevgiyle bir araya geldiğinde en büyük ateşleri bile söndürürler. öyleyse rabbimizin yarattığı her şeyde bir hayır vardır bla bla bla"

öldürün beni. bu cümleyi duyduktan sonra biri lütfen beni öldürsün. ben bu dünyada hayatta kalmak için yeterli gereksinimlere sahip olmadığımı anladım bu cümleden sonra... onca nobel ödüllü fizikçi geldi geçti, mesela bir einstein ne demiş?

e=mc2

yani biri kütle biri hız ama bu ikisi sevgiyle birleştiğinde bildiğin atom bombası oluyor... abi nasıl aklımıza gelmedi böyle bir şey? tabii ki sevgi yahu işte! sevgi!!

17 Ağustos 2009 Pazartesi

ölüyüm

bugün sabhaın kör vaktidne kaklıp sorna da hiç uyuamyıp sonra da havyan gibi basket oynamanın bir souncu olarak öküz gibi yorgunum bu yüzden bir şey yazaımyorum ama fark etmişsinizdir, harflerin yeri kaşırık bile olsa beynimiz kemileleri nomral okuyromuş ya intrenetteki her yedre en az 1 miylon kez verlimiştir ona değineiym deidm gece gece... artık bırakıyorum öyle yazmayı zaten yorgunum daha çok yoruldum lan! bir de abercombie & fitch yazısının tişörtler için önemini bugün kavradım. yolda gördüğünüz herkesin önünde abercombie, a. fitch, a& fitch, abercombie & fitch türünden yazılar yazıyor ve insanlar delirmiş gibi bu tişörtleri giyiyor. şimdiye kadar sailing team 92, baseball championship, rugby challenge, surrender nebulizer türünde alakasız yazılar taşıyan tişörtlerin meşhur olduğunu görmüştüm ama bu abercombie furyası ayrı bir şey... hatta küçük bir araştırmayla umut sarıkayanın konuyla ilgili bir karikatürünü bile buldum. onu paylaşarak uyumaya gidiyorum. allah rahatlık versin... ya da çok da vermesin fazla rehavet iyi değildir keh keh keh!

15 Ağustos 2009 Cumartesi

photoshop iğrençliklerim 5



ne zaman çimlere basmayınız yazısı görsem kafamda böyle bir şey belirir

gazete promosyon jargonu ve anlamları

her şeyden önce halkın ihtiyacına göre yayın yapmayı ilke edinen gazetelerimizin, kafayı halkın ihtiyacıyla bozması sonucu bir döneme damgasını vurmuş bir promosyon furyası vardı. okul açılacağı sıra babacan bir sesin "işte eğitimde fırsat eşitliği" diye bağırdığı reklamlardan tutun kadınların "hepsi evladiyelik" diye tanıttığı siktiriboktan tabaklara, elmalılı hamdi yazır'ın ramazan zamanı "mevcut en önemli me'âl çalışmalarından biri" diye verilen kuran çevirilerine kadar birçok ürün değerli milletimizle buluşturuldu... peki hiç düşündünüz mü o reklamlarda gösterilenler, söylenenler ne anlama gelir? evet, ben düşündüm. yoksa sormazdım zaten...

olaya "eğitimde fırsat eşitliği" ile başlamak istiyorum. 1-2 yıl öncesine kadar her yıl okul açılacağı sıralar gazeteler üflesen kırılan bir tür plastikten yapılma bir kalem kutusu ve içinde rutubetli tahta kokan, üzerinde groetesk çizgifilm karakterleri ve çince yazıların bulunduğu 2 kalem, boş kağıdı silseniz karalayan bir silgi ve kesinlikle ne işe yaradığı belli olmayan (kalem açma işine yaramadığı kesin. onun dışında başka bir iş belki) bir kalemtıraş verirlerdi. reklamlarında ise boyundan büyük çantasını sırtına takmış bir çocuk apartman dairesinden tam çıkıyor olurdu ve annesi son anda çocuğu yakalayıp çantasına bu görkemli kalem kutusunu koyup yanağına bir öpücük kondurup okula gönderirdi. bari reklam yapıyorsunuz doğru dürüst bir şey yapın! çelik kapılı, koridoru seramik, merdivenleri granit döşeli bir apartman dairesinde oturan çocuğun her şeyi tamam da 2 tane götü boklu kalemi mi eksik yani? madem eğitimde fırsat eşitliği diyorsun dayasana gerçek görüntüyü!! arka plandan moonlight sonatayı versene! gecekondudaki evinin tavanından damlayan suyla uyanan ve o an düştüğü gibi odanın içini aydınlatan yıldırımla ürkse ya! tek başına kalkıp rengi solmuş önlüğünü giyip sayfalarının uçları kahverengiye dönüşmüş, nemden buruşmuş, üzerinde "hayat bilgisi" yazan kitabını alsa ya! sonra o muhteşem kalem kutusunu babasından abisine, abisinden de kendisine kalan paltosunun cebine koyup tek başına yollansa ya okula! madem eğitimde fırsat eşitliği diyorsun soksana ulan gözümüze ne demek istediğini de yaptığın katkıya kasıklarımızı tuta tuta gülelim!

bir diğer reklam da bu tabak çanak reklamlarıdır. kesinlikle toplumla dalga geçildiği son derece aşikâr olan tipte bir kadın çıkıp iğrenç bir sırıtışla "hepsi evladiyelik" der. sonra kadınlar beyaz arka planlı bir yere toplanıp bu tabakları inceler falan... neden matrix gibi bir yerde kadınlar toplanıp "aaa bak şu da çok güzelmiş" falan diyerek bu tabakları inceler, birini alıp diğerini bırakır ben anlayabilmiş değilim. kadın dernekleri neden aptal aptal şeylere saracaklarına kadınları bu kadar gerizekalı olarak resmeden şeylere sataşmıyorlar onu da anlayabilmiş değilim.

bunun yanında, çocuklar için eğitici şeyler, boyama kitapları falan veren gazeteler de vardır. bunların reklamlarında da bir çağrılma söz konusudur. mesela bir anda o superegoyla bağdaştırılması gereken dış ses "anneler! babalar! diye bağırır ve önce anne, sonra baba dönüp sol omzun üstünden geriye bakar. o sıra kamera da annenin yüzüne ani bir zoom çeker. buradaki olay lacan'ın gaze'inden başka bir şey değildir bence. çünkü burada o reklamı seyreden anne-baba aslında kendisine bakıyordur ve bir ego-ideal eşleşmesi sözkonusudur. yani daha anlaşılır bir dille, "bu, olmanı istediğimiz şey. bizim ürünümüzden alırsan gerçek anne baba olursun" demeye getiriyor. gerçi insanların umrunda değil tabii çocuk ağlayınca alıyorlar boyama kitabını ama insanlar gittikçe aptallaşıyor bu şekilde...

peki aptallaşan insanın aptallaştığının kanıtı reklamlarda yok mu? tabii ki var! yemek tarifi kitabı veren gazetelerden bahsediyorum. bunların da en temel argümanı şudur: "ölçüler bardakla, kaşıkla!" burada akla gelen soru şu: "benim kullandığım bardağı nereden biliyorsun lan?" ama tabii bu soru gerçeği pek yansıtmaz çünkü sonuçta bira bardağı veya direkt maşrapa kullanmıyorsak hepimizin kullandığı bardaklar aşağı yukarı aynı boyutlardadır. fakat bunun özellikle belirtilmesi "daha önce gramla, kiloyla anlattık bir bok anlamadınız! şimdi bardakla kaşıkla söylüyoruz. gerçi bundan da pek ümidimiz yok ama belki bu şekilde anlarsınız" demek gibi bir şey değil midir? öyle olduğu zaten aşikâr olsa veya öyle bir durum hiç olmasa bile hedef kitleyi temsil eden kadının orada çıkıp "ölçüler bardakla kaşıkla!!" diye sevinmesi gurur duyulacak bir şeyden dolayı mıdır? "ulan nasıl da anlamadık gramı, miligramı bee! ver kaşıkla bardakla bak nasıl yapıyoruz kekleri..."

aslında örnekler saymakla bitmez çünkü zamanında araba vereceğini söyleyen gazete de vardı ve benim tanıdığım birkaç insan kupon biriktiriyordu. dev müzik setlerinin 5 cm boyunda çıkmasından tutun da 150 ekran gibi görünen televizyonların 37 ekran gelmesine, zaman gazetesinin fetullah gülen kitaplarının alayını toptan vermesine kadar bir sürü promosyon manyaklığı gördük geçirdik... bir de kanal d sinema kulübü olgusu var ki o kadar amaçsız ve herhangi bir şeyden yoksun filmleri kim zahmet edip bir araya toplamış merak ediyorum. bir ara ondan da bahsedeceğim muhtemelen çünkü onun koleksiyonunu yapan bir tanıdığım var. türkiye şartlarında gazete almak zaten gündemi en yüzeysel seviyede takip edip hükümet propagandasıyla zihni doldurmanın en iyi yoludur diye düşünmekteyim ve bu promosyonlar hepten bokunu çıkarıyor işin. kişisel bok çukuru bile işin boku çıkmıştır diyorsa düşünün artık...

14 Ağustos 2009 Cuma

sana san'at tarihi öğreteyim ister misin yavrum?

http://witcombe.sbc.edu/ARTHLinks.html

böyle bir site var. sanat tarihini dünya üzerinde bölgelere ayırarak hayvan gibi arşivi birleştirmiş adamlar. buradan kendilerini kutluyorum.

her süper kahraman görüşümde içime oturan o garip his

ne zaman şu aptal süper kahraman filmlerinden görsem inanın kendimden utanıyorum. insanlığımdan utanıyorum... neden bütün süper kahramanlar x şeklinde duruyor? kollar bağlanmış ve bacaklar pişik olmuşçasına bir mesafeyle 2 yana açılmış durumda durmak neden? koskoca süper kahramansın, insanın sayarken kafasının karışacağı kadar olağanüstü şeye hükmediyorsun, neden 2 dakika rahat duramıyorsun ki? şöyle sal kolları, bir elinle kulağını kaşı, bir bacağını diğerinin üstünden geçirip bir ayağını parmak ucuna dikelt ve kenardaki bir duvara yaslan, tırnaklarına hohlayıp üzerine silmek suretiyle parlat falan neden bu kasılmalar yani?



her şey bir yana, bir de bunları taklit eden insanlar vardır ki daha da zarara uğratırlar bünyeyi... böyle kafaları bir şeye bozulduğunda kaşlarını çatıp kaşlarının altından sağa sola bakarlar, dudaklarını ve dişlerini sıkıp burun deliklerini büyütürler falan... hatta ayaktaysalar bacaklarını iki yana da açarlar. oğlum neden yapıyorsunuz bunu? siz ortalığı talan ederken kamera tracking shot'la çevrenizde dönmüyor. gözlerinizin sadece akı görünürken tepenizde kara bulutlar toplanmıyor. latex pantolon ve üstüne kırmızı don da giymemişsiniz. öyleyse neden kendinizi süper kahraman sanıyorsunuz? küçükken babanız size elektrik mi attı? kendinizi über kahraman olarak falan görüyorsanız bile mesela ezik takılın, çevrenizdeki insanlarla alçakgönüllü bir iletişim halinde olun, camiye gidin, kolunuzun altına bilgisayarınızın kasasını alıp servise gidin falan...

ayrıca saçmaladığım aklıma geldi. ayrıca wolverine ve örümcek adamdan iğreniyorum. çizgi roman tarihi bu ikisi kadar yüzeysel kahramanlar görmemiştir. ayrıca doktor xavier çok baba adam. bacaklarını 2 yana ayırmadan da karizmatik olabilen tek süperkahramandır yani... gerçi sırf onu yaptıramamaları tepki çekmesin diye adamı belden aşağı felç olarak çizdiler ama olsun.

sonuç: yaz kızım, gereği düşünüldü: süper kahramanların psişik süper kahramanlar ve pişik süper kahramanlar olmak üzere ikiye ayrılmasına, kendini psişik süferkahraman sanıp diğeri olup bacaklarını 2 yana açan insanların apış arasına CRANK!! veya VROOM!! diye bir tekme vurulmasına, VROOM diye ses çıkaran tekmenin bir sonraki celsede özel olarak tanımlanmasına, serbest vuruş kullanmadan önce bacaklarını pergel gibi açan cristiano ronaldo'nun 4 sezon 3 maç 28 dakika ağır maç cezasına çarptırılmasına, maç cezası bittikten sonra ise siirt jetpa sporda 1 yılı opsiyonlu 1 yılı boksiyonlu 2 sezon kamu yararına top oynamasına, lionel messi'nin kral olmasına, ve bunun gibi 3-5 şeye daha oy birliğiyle karar verilmiştir.

ayrıca bkz. cristiano ronaldo

photoshop iğrençliklerim 4

hayatta bir anda gerçekle karşılaşıp noluyo lan dediğimiz anlar vardır. ulan ben neden her şey için bir giriş gelişme sonuç düşünmeye çalışıyorum? lanet olsun ilkokulda öğretilen bilgilere! işte böyle bir şey yaptım

bir başmüsteşarın anıları

hep böyle kitaplar olur ya, adam bir bok yapmamıştır sadece saçma sapan anılarını yazar. kitabın içinde ne bir derinlik, ne düşünce dünyamızı bir adım ileri taşıyacak bir şey... etrafın gazıyla boşu boşuna kağıt israfı. zaten bu tür kitaplarda gerçekten olan şeyleri anlatanların sayısı çok azdır ve zaten onlar da aramızdan çabuk ayrılır.

fakat ben başmüsteşar olmadığıma ve artık mezun olduğuma göre okul anılarımı anlatabilirim diye düşündüm ve öyle birazcık düşününce bir sürü travmatik anımın olduğunu fark ettim ve bunları kronolojik sırayla blogda ifşa etmeye karar verdim. şimdiden saygıdeğer müdürüm, sevgili öğretmenlerim ve sayacak sıfat kalmadığından kel kalan arkadaşlarım, kuvvet komutanlarım, vaftiz babam, tövbe estağfurullah!

neyse, bir yerden başlamak gerekirse:

1- okuma-yazmayı 3 yaş civarında öğrendiğim yönündeki efsanelerin bir uzantısı olarak ilkokul 1. sınıfı transit geçmemin sağladığı avantajlardan henüz haberdar olmasam da dezavandajlarından ilki, yaşıtlarımdan 2 yaş küçük olmamdır. bu yüzden ilkokula alışmakta güçlük çekmem doğal olarak karşılanmıştır her zaman (veya ben öyle biliyorum). neyse, ilkokul 2. sınıfın ilk haftalarında sınıf arkadaşlarım 8 yaşında abiler ablalarken 6 yaşında olan bendeniz, entellektüellik mücadelesinin ilk haftalarında, terlikleri daha güzel göründüğünü düşündüğüm için ters giymemle dalga geçen bir sınıf arkadaşımla kavga etmekteyken hitler bıyıklı müdür yardımcısı ve aynı zamanda müzik öğretmeni olan zat-ı muhterem feyyaz örtmen (blogun sağ üstünde görülen frankenstein) duruma müdahale etme kararı alır. bu sert mizaçlı führer'in en önde oturan şahsıma bir hışımla yaklaşıp bir anda sağ elini kaldırıp "arbeit macht frei!" diyeceğini tahmin etmemden ötürü mü bilinmez bu ifadeden daha kolay bir soru cümlesine hazırlıksız yakalanmıştım: "adın ne?" o dönem, adımın ibrahim olduğunu ben dahil herkes biliyor sanıyordum, yanılmışım... en azından ben dahil değilmişim. biraz (!) korkudan olsa gerek, verdiğim "ismail" cevabıyla her ne kadar doğru cevaba yaklaşmış bile olsam tevrat'ta 1 nesille ıskaladığım bu cevabın cezası bütün sınıfın yarılmasıydı tabii ki. hz. musa gelse bu denli yaramazdı... bu cevapta bir terslik olduğunu sezen müdür yardımcısının o dönem için ufak tefek oluşumdan dolayı bana vurmaması benim avantajımaydı. daha sonra çağrılan velilerim yine beni bu dertten kurtarmışlar, 7 yaşına yakında basacağımı söyleyip iyi mi etmişler, kötü mü etmişler bilinmemektedir.

2- ilkokuldayken kantini işleten adamın 7up marka gazozu "tup" diye okuması geldi aklıma... bildiğin tup diyordu da biz mi yanlış biliyoruz diye tereddüt ediyorduk. leblebi tozu isterken bile tereddüt ederdik yani acaba onun da kantinci jargonunda jenerik bir adı mı var diye... çünkü leblebi tozu nedir lan?

3- yine ilkokuldayken tsubasa'da çekilen süper şutlara özenip 3 kişi birleşerek topa vuracak ve topun arkasından alev çıkartacaktık. bu bağlamda beden eğitimi dersinde hocanın verdiği sarılı mavili voleybol topunun başına ben de dahil olmak üzere 3 kişi geçtik: bendeniz, bülent, ferhat... çekeceğimiz şutun olası ihtişamından olsa gerek, bayağı gerilmiş olacağız ki 7-8 adım koştuk topa doğru. o, her birimizin birer tsubasa, benjamin, misaki, genzo wakabayashi olduğu büyülü anın sonunda ben ayağımı boşluğa salladım ve az kalsın bacağım çıkıyordu sanırım. ferhat da top yerine bülentin ayağına vurdu ve bülent de o darbenin etkisiyle topa dokundu ve top 2-3 metre gidip durmuştu. kaledeki gökhan wakabayashi ise şapkası gözlerini kapattığı için hala topu beklemekteydi... (bunu başka bir yerde daha anlattığımı sanıyorum ama nerede olduğunu hatırlamıyorum... çok büyük bir etki bırakmış)

4- yine ilkokuldayız... yanlış hatırlamıyorsam 3. sınıfta derste bitmek tükenmek bilmez iletişim faaliyetlerimdeyken, yani önümde, arkamda, yanlarımda kim varsa onlarla konuşma halindeyken hoca (o zamanki adıyla örtmen) 1 uyarıyor, 2 uyarıyor ve en sonunda delirip (normal zamanda da pek normal olduğu söylenemezdi gerçi ama...) beni yanına çağırıyor. eline plastik bir cetvel alan gözü dönmüş nasyonal sosyalist ekolün eğitim neferi bu cetveli elimde uygulamak suretiyle elimde ince uzun bir çizgi bırakıyor ve cetveli de kırıyor (öğretmenim canım benim canım benim) ama asıl bomba burada tabii... bu utanmaz, riyakâr şiddet yanlısı, daha sonra elimde kırılan cetvelin aynısından alıp ertesi gün okula getirmemi talep ettiğinde aldığı cevap sivil itaatsizlik kavramına çağ atlatacak cinsten: "öyleyse sen de sigarayı bırak!" bu alakasız cevabı ben şahsen hatırlamasam da sonradan çağrılan velilerimden duyduğum kadarıyla böyle bir cümle sarf edilmiş. tabii elimi kenara çektiğimde altındaki masaya çarpıp kırılan cetvelin izinin masa yerine elimde olmasının açıklamasını da stephen hawking'den bekliyoruz...

5- orta 3'te ev ekonomisi adlı saçma dersteyiz: onun pratik hayatta biraz daha naif kalan karşılığı olan ticaret dersindeki üstün başarımın aksine ev ekonomisinde bir türlü isteneni veremeyen bendeniz, dönemin sonundaki son projeyle hocanın ağzını kapatma derdine düşer... proje şudur: uzaktan kumandalı arabadan sökülen motora plastik uçak pervanesi takılır ve o da kartondan bir ev maketinden geçirilir. böylece hocanın masasına koyup en arka sıradan yönetebileceğim bir yel değirmeni yapmış olacağımdır. şimdiye kadar ev ekonomisi dersinde en sofistike çalışma olarak vitray boyayla, ancak kim olduğu sorulduğunda öğrenilen atatürk resmi çıkarmış okulun bilim tarihine geçecek bu proje, yastıklara daha çok tunus bayrağını andıran türk bayrağı çizip boyayan erkek çocuklarının ve yapma çiçek yapıp okula proje diye getiren kız çocuklarının çalışmalarını pervanesinde parçalayacak bir teknolojik buluş olarak not haneme altın harflerle yazılacak ve lgs puanıma katkıda bulunacaktır. fakat işler böyle mi gider? hayır! dünyanın en gıcık ve bekarlığı başına vurmuş hocalarından biri olan, şahin k kadar testesteron salgıladığına emin olduğum fatma hocamız bu çalışmanın hiç emek gerektirmediğini söyler ve yapma çiçeklere 100 puan verirken benim çalışmamı 55 puanda bırakır. ben de artık nasıl manyakça sinirlendiysem plastik pervanenin kanatlarını sökmeye başlarım ve bu sırada parmağımda bir yara açılır. etrafımdaki insanlardan yara bandı dilenirken bizim sınıftaki begüm bende var der, demekle de kalmaz elime kendi elleriyle sarar yara bandını... işi son derece ağırdan alması ve yumuşak dokunuşlar eşliğinde sürdürdüğü işlem sırasında şahsıma oldukça yakın durmasından anlaşılmıştır ki kızlar ancak öküz tiplere bakar (inanmayana o zamanki halimin bir fotoğrafını bulup gösterebilirim)
ayrıca mazlumun ahının izafiyet teorisine takılmasından dolayı, bir yıl sonra bir arkadaşımla yolda giderken bu çılgın bakire fatma hocamızın 2 kolunu da kırdığına şahit oluruz. tam karşımızdan geçen hocamıza sırıtarak ve en laubali ses tonuyla "hayırlı olsun çok yakışmış hocceaaam" demem ise içimdeki intikam volkanını dindiren yegane unsur olmuştur.

6- yine orta 3, müzik dersindeyiz. müzik hocamız psikopat hasan basri ayla (gerçekten psikopattı) herkese sırayla flütten sözlü yapıyor, yılan hikayesi jenerik müziklerinin, ılgaz anadolunun sen yüce bir dağısın'ların, uzaktaki bir köy hakkında yazılan determinist okul şarkılarının kulak tırmalayan melodileri mayısın sıcağında bunalan genç bünyeleri iyice nakavt ediyordu. 2. haftanın sonunda 820 numaralı öğrenci olan bana sıra gelmişti. benim de kapı zilini bile zor çalan bir yeteneğe sahip olduğum düşünülürse flüt çalıp çalamayacağım aşikârdı. o büyülü an gelmiş, hoca 820 numaralı öğrenciyi çağırmıştı. ilkokul 2. sınıfın aksine, uzun boydan ötürü en arka sıraların birinde oturan ben, o uzun mesafenin avantajını sonuna kadar kullanmaya çalışmış, o mesafede deepblue - kasparov maçında çıkabilecek toplam hamleden daha fazla sahtekarlığı aklımdan geçirerek yavaş adımlarla ilerliyordum. hoca not defterini açmış, adeta berlin filharmoni orkestrasının şefi simon rattle'ınki gibi beyaz, karışık saçlarla masasında bekliyordu. mayıs sıcağınını daha çekilmez hale getiren nemli rüzgarın kaldırdığı toz zerreleri açık camdan içeri girmiş, hocanın gözlüğüne yerleşip içeri giren güneş ışığıyla parlıyor, hocayı daha da korkunç ve yıkılmaz bir hale sokuyordu... işte o anda aklıma dahice bir plan geldi! hoca ne çalacağımı sordu ve ben de geçen hafta "sunalar" şarkısını çaldığımı söyledim ve hocaya konuşma fırsatı bırakmaksızın patolojik bir şekilde "mi-mi-la-sol-la mi-mi-la-sol-la" diye notalarını saymaya başladım. hoca ikna olmuş gibiydi. sonra son ikna atağımı da yaparak "hay allah bilseydim flütü de getirirdim ama geçen hafta çaldım diye..." deyip bir mahzun bir yüz ifadesi de takınınca hoca ikna olup 5'i basıverdi ve ben de 5.00 ortalama tutturmaya bir adım daha yaklaşmış oldum!

7- lgs'de anadolu lisesine gitmeye hak kazanmıştım. fakat bu demek değildi ki orada kural dışı eylemlerle, dayak ve küfürle karşılaşmayacaktık... lise 1. sınıfta bizim espri anlayışı ders esnasında mastürbasyon yapmaya bile izin verecek kadar gelişmiş sınıf arkadaşlarımız yeni bir sürprizin peşindeydi: osuruk bombası! ortaokul - lise terminolojisinde hiroshima - nagasaki etkisi yaratacak bu eylem gerçekten cesaret isterdi. duyar duymaz hepimizin kanı çekilmişti bilakis... teneffüsten sonra ders bütün şiddetiyle ilerliyor, sualler, cevâblar birbirini kovalıyordu. tam bu esnada bomba arka sıralardan salındı ve sınıfı bir ko(r)ku sarmaya başladı. o birkaç saniye içinde sınıftaki bir arkadaşımız fenalaşmış, birisi sıranın altına kusmuştu. işler kontrolden çıkıyordu! hoca durumu fark etti, camları açtı ve yüzünde bir iğrenme ifadesiyle müdür yardımcısının odasına koştu. hepimiz heyecanla bekliyorduk. adeta 2. dünya savaşı tersine işliyordu! önce atom bombası atılmış, sonra bir holokaust olacaktı! müdür yardımcısı elinde bir sunta parçasıyla geldi... üzerinize en ufak bir iftira atılmasının bile vücudunuzda ve zihninizde derin izler bırakacağı çok değerli bir andı o an. lacan'a göre gerçek buydu işte! toplu halde yutkunulursa camların titrediğine ben o zaman şahit oldum. sonunda, dehşete düştüğümden nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde failler yakalandı ve inanılmaz bir şekilde dövüldüler. öğrencilik hayatımda çok dayaklar yedim, birçok dayağa da şahit oldum ama böylesini gerçekten görmemiştim! kalınlığı en az 5cm olan sunta parçasıyla bacaklarına bacaklarına vurmuştu müdür yardımcısı ve disiplin cezası almışlardı... bu da korku dolu bir anı olarak hafızada kaldı...

8- bu anımız ise üniversite eğitimim sırasında... 2. sınıftayken sınıfa aile planlama bilgilendirme ekibi gibi bir şey gelmişti. zaten uzmanı olduğumuz konular hakkında uzun uzun konuştuktan sonra gitmeden önce her öğrenciye birer prezervatif veriyorlardı. sınıfta 90 kişi civarı olduğumuz için tam benim yanımda oturan arkadaşımda sonuncusu da verilmiş, bana kalmamıştı. o absürt havada ne yapsanız sırıtmayacağı için arkadaşıma "nasıl olsa hiçbir zaman kullanamayacaksın" diyerek ona verileni ben almıştım. tabii 90 civarı kişi, hocamız ve aile planlama ekibi canhıraş kahkahalarla tepki verdiği için arkadaşımız kızarmış falan ama ne geri istemeye ne de cevap vermeye cesaret edebilmiştir. böyle de iğrenç, hayvan, patavatsız ve bir o kadar da laubali bir insanım, evet.

sonra bir gün britanya reis-i cumhuru geldi. dedim ne lan bu hal? siktir git bir daha gelme! müsteşarlık zor iş, zirâ beşerî sûrette türlü mahlûkat ile alâkadar olma hâli teşekkül ediyor...

13 Ağustos 2009 Perşembe

photoshop iğrençliklerim 3



bugün abdest makinesi diye bir şeyin yapıldığını gördükten sonra böyle bir katkıda bulunmak istedim ve karşınızda PRAYSTATION!!! namazınızı cemaatle kılmak istiyorsunuz ama cami çok mu uzak? sony praystation, multiprayer seçeneğiyle gerçek cami deneyimini ayağınıza getiriyor. ayrıca adsl bağlantınızla internetten hatim indirebilirsiniz!

insanı egzistensiyalist psikozlara sokan o imgelem

böyle buram buram cogito dergisinde yayınlanan, 4 sayfada 145 ayrı esere referans veren makalelerden kokan böylesine entel bir başlık attım ve sanıyorsunuz ki öyle bir şey anlatacağım niçeler hegeller mezarından fırlayıp alnımdan öpecek. yok öyle bir şey tabii... sadece ilk gördüğüm günden beri (8-9 yaşlarımda olsa gerek) kafamı karıştıran bir görüntüyü burada paylaşmak istiyorum. görüntü şu:



şimdi efendim, burada işlenen şey şüphesiz satıcıyı savunan bir imge. yani insanın soldaki adam olmak yerine sağdaki olması bekleniyor. kapitalizmin vahşi doğasını bir kenara bırakırsak (daha doğrusu onunla zaten bir alakası yoktu ama yazı daha havalı dursun diye öyle bir tamlamalar bütünü kullandım) bu resimde sağdaki adam soldakinden daha itici değil midir? tamam, insan soldaki olmak istemez ama şu resme bakarsak sağdaki gibi riyakâr tipli, domuz gibi semirmiş sağdaki adam da olmak istememeli. domuz gibi semirmiş diyorum çünkü sağdaki resmin sadece dizden aşağısına bakarsak normal kiloda bir insan olduğunu tahmin ediyoruz fakat yukarı çıktığımızda anlıyoruz ki vücudun geri kalanında bir yağ birikimi var. böyle anormal bir bedensel yapılanmanın bir tek sebebi olabilir: evet, doğru tahmin; sonradan gelen zenginlik. ayrıca bakın, zenginliği hâlâ sindirememiş. para tomarlarını tel dolapta muhafaza ettiği yetmezmiş gibi bir de hava atıp sırıtıyor. tipik bir burjuva görgüsüzlüğü...

diğer yandan soldaki resimdeki adam "ben nerde yanlış yaptım?" dercesine kafasını kaşıyor, ödenmemiş senetler falan diz boyu... yerde de bir fare var.

şimdi yani tamam soldaki adamımız sefalet içinde falan ve hayattaki en öncelikli hedefimiz hayatta kalmak olduğuna göre o şekilde hayatta kalmak biraz zor olacağından o şekilde olmayı istemeyeceğimiz açık. ama ordaki kişi biz değiliz ki! bakkal o!!! yani bizi ilgilendirmiyor, bakkalın hem müşteriyi kaçırmayıp hem de veresiye vermeme yöntemini bulması lazım. bunun bizi ilgilendirmemesi gerek yani. tamam, kabul ediyorum bu fikir çok puştça ama işin aslı bu... ayrıca onu da bir kenara bırakırsak sağdaki adam resmen sakar şakir'deki ali şen yani... muhtemelen süte su, pirince taş karıştırmıştır, dükkana çocuk geldi mi bir şeyin fiyatını söylemeden önce çocuğun yanındaki parayı da sormuştur.

karar: yaz kızım, gereği düşünüldü... kendisine o imgeyi yeğ gören bakkaldan alışveriş yapılmamasına, hatta yapacakmış gibi yapılıp sırf gıcık etmek için "fakat ben ancak önümüzdeki salı ödeyebilirim" denmesine, (bu arada temel reis çizgifilmindeki köftehor adlı karakterin de anılmasına,) nedense muzlu puding kokan küçük mahalle bakkallarından alışveriş yapılıp fiyatı söylemek yerine müşterinin yanındaki parayı soran esnafa nah çekilmesine, ayrıca "teklif etme veresiye, dost kalalım ölesiye gibi sözlerle işbu resmin (işbu olmazsa olmaz) görüldüğü bakkallardan kat'a ve zinhar olmak üzere iki koşulda alışveriş yapılmamasına oy birliğiyle karar verilmiştir.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

lider makine üreticileri

allah mısınız lan?!! çıkın ortaya oğlum her kimseniz! perde arkasından calgon tavsiye edip duruyorsunuz bir allahın günü de çıkın neden, nasıl anlatın bize!!

arka sokaklar ve araç hiyerarşisi

televizyonda grotesk bir polis dizisi var, adı arka sokaklar. eylem yapanları binbir neş'e içinde döven, merkezde muhtelif yerlerden cop sokan, düzenin koruyucusu polisimizin hangi halini yansıttığını bilmiyorum. rıza baba diye bir adam var, dede korkut gibi, immanuel kant gibi bir adam... her zaman çıkıp son sözü öyle bir koyuyor ki aklı dışında her yeriyle düşünen diğer polisler öylece göt olup kalıyor. bir tane eski özel harekatçı olduğunu anladığımız bir amca var, o da alayına gidiyor mesela... adamın uçan uçakları falan röveşata çekerek indirmediği kalıyor. sonra bi tane de evindeki huzuru sağlayamayan bir amcamız var. bir de tabii her dizinin olmazsa olmazı aşıklar: bir tanesi almanyadaki gurbetçilerimizin craig david yerine karl marx sakalı taşıyanı gibi, sevgilisi de taş gibi, mermer gibi, heykel gibi bir bacımız. sanırım manken. bir de şamaroğlanı var hekes bununla taşak geçiyor. neyse, böyle bir karakol ortamından zihinsel sağlığı yerinde polisler bekleyemeyiz tabii onlar da haklı. durumlar sonuçları, sonuçlar durumları doğuruyor.

fakat kanımca bu diziyle ilgili en ilginç detay, bir erkeklik ve güç kültü simgesi olarak görülebilecek araçların dizideki yeri. kardeşim dolayısıyla maruz kaldığım kadarıyla söyleyebilirim ki insanların karakterlerine ve mevkilerine göre araçları var. yakışıklı, asi çocuk jiple gezer, beş parasız komik adam külüstür bir araçla gezer... düşmanlar da böyledir. mafya babaları mercedes'ten şaşmazken onların adamları için daha çok bmw'de fink atar... ufak tefek hırsızlar ise hyundai accent'le falan görülmüşlerdir. yani aslında kahramanlar için genelde markası unutulmuş ama imgesi unutulmamış araçlar seçilirken düşmanlarda net bir hiyerarşi göze çarpar. evet, biz manyağız ne var yani?

ttnet'in adil olacağının tutması

ttnet son zamanlarda adalet işine el atmış. dünyanın geri kalanından 500 yıl sonra geçtiğimiz 8mbps internet veri hızının kullanımına getirilen kısıtlamanın "adil" kullanım noktası diye bir bok sonucu olduğunu hiç utanmadan kendi sistesinde yazıyor adamlar... zaten girdiğimiz sitelerin %10 kadarı engelli ve engellenmeye devam ediyor. buna rağmen mevcut kullanım alanını da bu şekilde kısıtlamanın adalet olayına dayandırılması olayını insan götü bile komik bulmaz bence... önce o metni göstereyim

- NET4, NET4 (Plus), NET6, NETLİMİTSİZ ADSL paketlerinde abone, ADSL hattının bulunduğu yerdeki 8 Mbps'ye kadar destekleyen hızı kullanacak olup, bu hız bağlanılan yere göre değişiklik gösterebilecektir. Abonenin ay içerisindeki veri kullanımı (download) adil kullanım noktası olan 15 GB'ı aştığında ADSL kullanım hızı 512 Kbps olacak şekilde düşürülecektir. Takip edilen aya girildiğinde, abone internet hizmetinden mevcut erişim hızıyla tekrar yararlanabilecektir. Bulunulan ay içinde 15 GB kotanın aşılmaması durumunda erişim hızında herhangi bir değişiklik olmayacaktır.

- Kampanyadan yararlanan mevcut TTNET ADSL aboneleri, 24 aylık taahhüt verip 8 Mbps'ye kadar NET paketlerine geçerek ilk 3 ay boyunca şimdi ödedikleri paket ücretini, kalan 21 ay boyunca da geçiş yaptıkları paketin mevcut tarife ücretini ödeyeceklerdir.

- TTNET'e yeni abone olan müşteriler bu kampanyadan yararlanamazlar.

- Limitli Paketlerde kota aşım ücreti yürürlükteki tarifeye göre ücretlendirilecektir.

kaynak: http://www.ttnet.com.tr/web/170-1141-1-1/tr/evde_ttnet/kampanyalar/hizini_katla_kampanyasi

ayrıca ttnet'in sitesinde kota bilgilerine ne zaman erişilmek istense karşımıza çıkan "Sn. Abonemiz, teknik nedenlerden dolayı şuan sizlere hizmet veremiyoruz. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz." şeklindeki hata mesajı işin ayrı bir boyutu...

bunun üzerine, bugün forumda okuduğum bir haberi de sizlerle paylaşmak istiyorum:

Kıskandıran bir internet atağı daha...

Türkiye hızlı internet konusunda ilk akla gelen ülke değil; ama başkaları hız rekoruna koşuyor.


Hızlı internet bizler için ne yazık ki he zaman için kıskanılacak bir konu. Ülkemizde bağlantı sınırının oldukça düşük olması nedeniyle çoğu kez başka ülkelerin bağlantı hızları ile ilgili haberleri imrenerek takip ediyoruz. Bu konuda özellikle Japonya en kıskandığımız ülkelerden biri. Fakat görünüşe göre Portekiz de kıskanılmayı hak edecek bir hamle ile aynı listeye dahil olmayı başarmak üzere.

Portekiz'li bir internet servis sağlayıcısı olan Zon Multimedia Eylül ayından itibaren kullanıcılarına tam 1 Gigabit hızında bağlantı sunmaya başlayacağını açıkladı. Hala 10 Mbit'in altında hıza sahip olan pek çok kullanıcı için bu gerçekten de önemli bir hız. Tabii ki 1 Gigabit'lik bağlantı hızı Portekizliler için hiç de ucuz olmayacak. Ama yine de Güney Kore ve Japonya ile birlikte internette hız rekoruna koşan ülkelerden birinde yaşıyor olmaktan memnun olsalar gerek

kaynak: http://www.forumuz.biz/showthread.php?t=480750


11 Ağustos 2009 Salı

photoshop iğrençliklerim 2





bu audi kelimesi nedense bana hep yahudi kelimesini çağrıştırır, ben de yahudi marka araçların logosunu da tasarlamaya karar verdim

10 Ağustos 2009 Pazartesi

çok mutlu oldum

photoshop'ta bir şey keşfettiğim için, daha doğrusu varlığından haberdar olmama rağmen bu kadarına da kâdir olacağını tahmin etmediğim bir şeyi fark ettiğimden, çok mutluyum... bu şeylerin adı custom objects ve custom brushes... şimdiye kadar hep o son zamanlarda moda olan postmodern afişler, karmaşık tasarımlı resimlerin falan dünya üzerinde ikamet eden photoshop dahileri tarafından falan yapıldığını sanırdım ama anladım ki çoğu bu internette bedaya bulunup indirilen araçlardan faydalanıyor. hatta direkt gazla yaptığım çalışmalardan bir tanesi zaten blogun tepesinde var... 2 tane daha şey yaptım ve artık o tasarımların nasıl yapıldığını anladım. çahallaaaaaaaaaaaarrr!!!





rezilsiniz lan rezil!!! bir o kadar da adisiniz sayın tasarımcılar... ben de sanmıştım ki sizler birer dehasınız, web tasarımıyla falan uğraşıyorsunuz! tüh yazıklar olsun!! indir brush'ı bas resmin üstüne... indir object'i mouse'la zrrrt diye çek bi köşesinden koy! oh valla

mal olma rehberi - mal nasıl olunur?



internette fink atarken böyle bir foruma denk geldim ve adam burslar hakkında bilgi istiyordu. birkaç nispeten zeki insan yardım etmeye çalışmış ama mal maalesef her zaman maldır ve verdiği cevaba bir bakın! sonunda gülme efekti var muhtemelen espri yapmış ama insanlar forumlarda neden kendilerini espri yapmaya adıyorlar anlamıyorum... gerçi orda güneş gözlüğüyle fotoğrafı çekilmiş bir "ivy" olmasının payı büyüktür bu espride ama...

edit: ayrıca ayda 1500 liraya anne baba öldürülür, evet

9 Ağustos 2009 Pazar

photoshop iğrençliklerim 1




ben aslında sürekli iğrenç şeyler düşünen bir insanım... ne zaman otobüste bölünmüş bir yola girsek (ona da öyle mi deniyordu tam hatırlamıyorum ama ehliyet kursuna öyle bir terim vardı) hep karşı taraftan gelen insanlara "siz giderken biz dönüyoruk heheeyy!!" diye bağırasım gelir. tabii aynı şey onlar için de geçerlidir... dün gece bu aklıma geldi google images var mi? var var! photoshop var mi? var var ne duruyorsuuun? dedim kendi kendime ve bu iğrenç fikrimi bilgisayarda da olsa gerçekleştirmiş bulundum.

kediler mi tavşanlar mı?

bugün haber olarak gördüm, florida'da 48 yaşında bir adamın bilgisayarında 10 tane çocuk pornosu bulunmuş ve adamın avukatı mahkemede aynen şöyle demiş: "müvekkilim bilgisayarını açık bırakmış ve parlak ekranı gören kedi klavyeye atlayınca ilginç materyaller indirmiş..."

ve zavallı adam kedisi yüzünden hapse tıkılmış ve ancak 250.000 dolar verirse çıkabilecekmiş... kedi mi? SERBESTÇE ARAMIZDA DOLAŞIYOR!!!

8 Ağustos 2009 Cumartesi

bu nasıl kötü bir oyunculuktur!

şu anda tv'de cüneyt arkının bir filmi var ve cüneyt arkın kör. yemek yerken filme maruz kaldım ama o kadar kötü bir oyunculuk var ki sadece 1 kişinin kör olduğunu filmin yarısında anlayabildim... nedense herkes kör taklidi yapıyor. bu ara filmin adı da adını anmayacağımmış. edinin seyredin derim ben

havaya bakarak yürüyen çocuklar



bu çocukların derdi nedir bilmiyorum ama sürekli havaya bakarak ve kendi eksenlerinde dönerek yürüyorlar. böyle bir şey bize mümkün değilmiş gibi, yürürken başımız döner yere düşermişiz gibi geliyor ama çocuklar için bu hiç sorun değil... sadece annelerine elini verip havalara bakıyor ve mümkün olan en çok sayıda insana çarpmaya çalışıyorlar. dikkat ettim, dışarı çıktığım her gün ne zaman kalabalık bir yerden geçsem illa ki dizime bir çocuk kafası çarpıyor ve düşmesin diye zor tutuyorum yani. ayrıca bir tanesi o kadar küçüktü ki sadece bacaklarımı açıp üstünden geçtim ve fark etmedi bile çünkü geri geri yürüyordu... deli misiniz oğlum? yine dün trende boş yer bulma umuduyla arka vagonlara doğru yürürken elini ağzına sokmuş bir çocuk... boyu 70 cm falan olsa gerek... öylece koridorda duruyor eleman... ben de elimle ileri itmeye çalıştım koltuklardan birinin arasına bırakıp ben devam edecektim ama çocuk manyak çıktı, kendini geriye doğru bırakıyor. oğlum düzeni bozmaya mı programlandınız lan? bi önünüze bakın, düz yürüyün deli misiniz, bok yoluna öleceksiniz bakın size söylüyorum da okuma yazma da bilmiyordur şimdi bunlar...

edit: ayrıca resimdeki çocuğun ayakkabıları çok tatlıymış lan şuna bak

7 Ağustos 2009 Cuma

bir kız photoshop'u olarak picasa

tarih boyunca insanlar etnik, dini, milli, beşerî, atletik gibi özelliklerden önce kadın ve erkek olarak sınıflandırılmışlardır. tarihte ilk defa milattan önce 1 milyon civarında fark edilen kadın erkek farklılığı hakkındaki ilk delilleri bize bazı taşlar üzerine bastırılmış kafa figürleri vermektedir. tekerleğin icadıyla birlikte mouse kullanmaya başlayan insan ise photoshop'ta bir şeyler yapmaya başlasa da 16. yüzyıl dolaylarında bazı annelerin photoshop'u "photoshort" şeklinde telaffuz ettiğine rönesans öncesi yazarların eserlerinde rastlanmaktadır.

peki neydi bu farkı yaratan?

tabii ki kromozomlardaki x y saçmalığı... tanrının insan tasarımından sorumlu birimle tic tac toe, veya halk arasında bilinen adıyla diarrhea opus dei oynadığının kanıtı niteliğindeki bu x y olayı, bazı homo sapiensleri, homo erectusları falan belli başlı araç kullanımında daha iyi kılarken, diğer homoları da başka bir araç kullanımında daha iyi kılmıştır.

şu güzide yaz sabahında kan dökülür, bana kadın - erkek farklılığı demeyin! kadınla erkek aynı şeydir, en azından bazı insanlara göre... öyleyse photoshop dururken picasa bu piyasaya neden çıktı? (adı bile piyasa kelimesini çağrıştırıyor lan! bir de diasa var gerçi... diasa'nın pizzaları olsun, gazozları olsun homo sapiens'in 1 numaralı düşmanıdır. homo, ama homodan önce insan olan o sapiens, ölmekle gebermek arasındaki ince çizginin pizza yeyip gazoz içerken üzerinde dans edecek kadar kalın olduğunu fark eder ve sonra ellerini açıp yüzünü masmaun arşa çevirip "ey büyük alpella, sen nelere kader keitasın" [adam yalnız nasıl vurdu be voleyi, nondanın 3 golüne bedeldi yani] deyip amin ra dedikten sonra bilgisayarın düğmesine basar.)

tabii facebook diye bir fenomen var. gençliği kasıp kavuruyormuş, oraya giden gençlerin çılgın atmaktan atacak çılgını kalmıyormuş gibi söylentiler dolaşmakta ama facebook aslında ingiltere kraliyet sülalesinin (çünkü diplomaside aile yoktur, sülale vardır) seks partileri düzenlemek için uygun kişiler bulmak istemesinin sonucu olarak açılan bir site ve asıl tasarlanan adı "base of fuck" olan bu site zamanla base fuck, bacefook, facebook gibi şekillere girerek asıl amacını gizli gizli yürüten bir şirket olarak kayıtlarımızda durmaktadır. zaten mark zuckenberg diye isim mi olur lan?

işte facebook diyorduk, fransızcası l
à livre de visage, yeri gelmişken 60'ların fransasında komünist türküsü olarak ortaya çıkan bir fransızca şarkının konuyla ilgili kısmını da sizinle paylaşmak istiyorum:

c'est le petit livre rouge
qui fait que tout enfin bouge

yani türkçe me'ali, "her şeyi harekete geçiren küçük kırmızı kitaptır..."

işte buradaki küçük dalavereyi çözebilirseniz ne mutlu, çözemezseniz ne mutsuz... demek istediğim şu ki, facebook piyasaya çıktıktan sonra fotoğraflar internete konmaya başladı... gerçi eskiden yonja'yla koyanlar da vardı ama onlar zaten klasman dışı olacak kadar iğrenç varlıklarmış, bilenler öyle anlatıyor ve dolayısıyla bilmeyen ben de öyle anlıyorum. demek ki fotoğrafları dimdirekt koymuyorlar facebooka, böyle bir dizi işlemden geçiriyorlar, eviriyorlar çeviriyorlar, narsisizm iğrenç bir şeyken bu post-narsisizm daha da iğrençmiş onu fark ettim. aslında herkesin amacı eski sovyet kızları gibi olmak... çünkü sovyetler birliği sosyal devlet olma çabası dahilinde her eve bilgisayar veriyordu ve eski sovyet kızları çok güzel photoshop kullanıyordu. tam da bu yüzden türk erkekleri bayılır bu kızlara...

saat 8.40 olmuş ben gideyim lan

6 Ağustos 2009 Perşembe

kandillerde tv'ye çıkıp aralıksız 120 dakika dua etmek

öncelikle belirtmeliyim ki bu entry çarpılmama sebep olabilir ama çarpan mercilere de sesleniyorum! durun 2 dakika dinleyin!!!

kandillerde televizyona bazı hocalar çıkıyor hepimiz görmüşüzdür. adam 19.30 gibi duaya öyle bir başlıyor ki durdurmak imkansız! değiniyor da değiniyor... ülkenin refahı, dünyadaki müslümanların durumu falan derken ekrana bakan insanlar "e tabii bu kadarı da gerekli" falan diyorlar. sonra bakıyorlar ki 5 dakika olmuş, 10 dakika olmuş, 25 dakika olmuş hoca hâlâ dua ediyor. "ya rabiiiii!! sen post-punk ve emo gençlerimizi hidayetinden mahrum eyleme ya rabbiii!!" cemaat: oomüünn!! adam değiniyor ki tutamıyoruz! "ya rabbi!! sen geleceğimize ışık tutup toplumdaki yabancılaşmanın teknolojik gelişimle geleceğini iddia eden dystopian bilim kurgu yazarlarının bizleri o engin görüşlerinden mahrum bırakma ya rabbiii!!" OOMÜÜNN!!!

tamam dua ediyorsun falan ama bu kadar abartmaya gerek var mı acaba? zaten ortak dua diye bir kavram var mıdır ki? herkes kendi ihtiyacına göre dua etmez mi? ayrıca tanrı da bunca pragmatizme karşı insanlara hala küsmediyse gerçekten çok sabırlı ve şefkatli demektir... anca işin düştüğünde dua et ve son derece fani şeyler isteyip dur, sonra allah dostuyum falan de... bence gerçekten iyi bir şey istenecekse tanrıdan insan türünü toptan yok etmesi istenebilir. I, robot'u seyredenler bilir, orda da mükemmel bir mekanik mantıkla düşünüldüğünde insanların korunması tam da insanların yok edilmesine bağlıydı. aynı bu örnekte olduğu gibi, dünyadaki her şeyi kapsayan bir selamette bir şey istenecekse bu da insanların yok edilmesi olabilir mesela... yoksa "allahım bana toyota yaris ver... yok yok corolla verso olsun" diye dua etmek bence toplumcak ne kadar mal olduğumuzu anlamamız konusunda önemli bir göstergedir. tabii bu yaratıcı dualar aynı zamanda insana chuck palahniuk'un gösteri peygamberi kitabındaki o ilginç duaları hatırlatıyor. boş park yeri bulma duası, ofiste kağıtlarınızın üstüne kahve dökmemeniz için okumanız gereken dua, şemsiye açtığnızda okumanız gereken dua gibi hem saçma, hem de fani olduğu kadar tanrının "bunlarla mı uğraşacam lan, görmüyor musun burada gezegen yaratıyorum" diyeceği kadar önemsiz mevzular...

bir de şu ana kadar yazdıklarım sadece eleştiriydi. birde öfkemi kusmak istediğim bir husus varsa o da stv'de ana haber sunan adamın ağlamaklı bir ses tonuyla ettiği duadır. tamam dua ediyorsun, bir şeyler isteyeceksin ve tanrının belli (veya sonsuz) bir azameti var diyelim... yine de AĞLAMAK İSTEMİYORSUN ki be adam kimi kandırıyorsun? tamam samanyolu ailesi olarak diyalektik materyalizme olan inancınız gösterdiğiniz ekonomik başarıdan belli, yani dinle imanla normalde pek ilginiz yok ama neden bu ağlamaklı ses tonu? o adam o sıra karşımda olsa kafasına ütü atsam sinirim geçmezdi... nasıl iğrenç komedyenlersiniz? dua cümlesinin vurgu noktasında sesi en ince tona getirip sonra ağlayarak yalvarmak şeklinde dua ediyorsun resmen ve böylesine iğrenç bir numaraya başvurduğun için tanrının seni çarpmadığına şükretmelisin bence... nasıl bir manipulasyondur bu? allahım aklıma mukayet ol!! (bu da güzel dua oldu) tamam stv'nin yayın anlayışı insanları her türlü güç fetişisti yapmak ve tanrıyla devlet imgelerinin bir noktada birleştiklerini çok iyi bildiklerinden "tevekkül" adı altında, gücün kaynağı ne yaparsa yapsın sesini çıkarmamak gibi güzel bir anlayışı topluma empoze etmek ve böylece iktidarın işini kolaylaştırmak ama bu kadar aşağılık olanını da daha önce görmemiştim... tamam onların başındaki adamın mızık mızık ağladığını çoğu zaman gördük ama bu denli net bir manipülasyona toplumun her kesiminin "ne güzel ağlıyor la keşke biz de allah uğruna böyle ağlayabilsek" diyerek destek vermesi insanı hayal kırıklığına uğratıyor.

sonuç: insanların tanrıyla arasındaki ilişki tamamen bir aldatmaca üzerine kurulu...

alex ferguson's player manager

böyle bir oyun vardı playstation'da... yıl 2000 falan olmalı. ortaokulu daha yeni bitirmişik ve ben anadolu lisesini kazanmış olmanın keyfiyle vermişim kendimi oyuna... o zamanlar dert yok tasa yok tabii sabah akşam playstation oynuyorum... hatta o günlerden bir görüntümü de koyayım da tam olsun



evet, sabrininkinden bile daha kötü bir saç stili ve en az bu saç stili kadar kötü vestel bilgisayar!! yıl 1999 veya 2000 olsa gerek burada... babamın matbaacı arkadaşından rica minnet edindiğim simcity 3000, frontpage express ve macromedia flash 2 (o zamanlar flash 2 dedin mi millet atari oyunu zannederdi) ile yeni tanıştığım günlerdi ama konumuz bu değil...

konumuz alex ferguson's player manager. madem öyle, sözkonusu oyunu oynarken çekilmiş bir fotoğrafımı de sizlerle paylaşayım:



tünel açılışında dinamitleri patlatacak joystick'i eline almış, "biz yıkarız, siz yaparsınız" der gibi duran bakan ve beraberideki heyet gibi duruyoruz ama o zamanlar yaş 13 civarı olmalı... evet, o sıra alex ferguson oynuyorum ve hayatımda bu oyunu oynadığına şahit olduğum tek kişi benim. öyleyse bu oyunun -oyunun derken cd'sinin- bana kıyak geçmesinden doğal bir şey olamaz. işte tam da bu yönüyle ergenlik dönemimde derin izler bırakmış, gerçeklik algımı darmaduman etmiş bir oyundur. bu duruma sebep olan özelliğine değinmek gerekirse:

nezih bir yaz günü (bok nezih, kardeşimle kavga etmişizdir kesin çünkü o güreş oyunu oynuyordu sürekli) yine bu oyunun başına oturmuşumdur ve arsenal'ı almışımdır. cillop gibi kadro ve o zamanki mantığıma göre muhteşem taktiğimle premier ligi darmaduman etmemem için hiçbir engel yok gibi gözükse de ligin hemen başında üst üste alınan başarısız sonuçların ardından takım puan cetvelinde bir hayli gerilemiş, düşme potasına girmiştir. her maçta düzelme umuduyla emektar gamepad'in kablosunu ısıran, adeta sinirden televizyonu yiyecek olan ben ise 5. veya 6. maçın sonunda dayanamamış, yanılmıyorsam lig kupası maçında wolverhampton wolves'a da kaybedince yaşadığım bir öfke buhranıyla cd'yi çıkardığım gibi duvara çarpmışımdır ve cd çötönk diye ortadan birkaç parçaya ayrılmıştır. annemin odaya gelip de yine mi cd kırdın deyip 5 ilâ 10 saat arasında değişen bir dırdır seansına başlamasından korkmuş olan ben ise yerdeki bütün parçaları toplamışımdır ve parçaları çöpe de atamayacağımdan, playstation'ın, o tasarımına hala hasta olduğum gri renkli, kare kutusuna sallamışımdır... yeri gelmişken hadi onu da koyayım


ulan hâlâ görünce kalbim pır pır etti... o zamanlar, yani 1999'da daha türkiye'de tek tük bulunurken dondurmadan kazandığımız playstation'ın kutusunu bir akşamüstü top oynamaktan eve döndüğümde çalışma masasının üstünde gördüğüm zaman yaşadığım sevinci hayatımın başka hiçbir evresinde yaşayacağımı sanmıyorum... neyse, nerde kalmıştık? ben cd'yi kırmış ve parçalarını toplayıp ahanda bu yukarıda görülen kutunun içine koymuşumdur. cd'nin arta kalan kısmının en büyük parçası tam bir cd'nin 1/3'ü kadardır ve yüzeyi çatlaklarla doludur.

yine de, alex ferguson manager'sız geçen 2-3 haftanın ardından eski dost tekrar özlenmiştir. ne var ki cd'nin elde kalan tek parçası cd'nin çeyreğinden az daha büyük olan bir parçadır. buna rağmen gerçeklik kavramı tam gelişmemiş veya çok gelişmiş 12-13 yaşında bir bebe olan bendeniz cd'nin o üçte birlik kısmını sürücüye oturtur ve makineyi çalıştırır. fakat o da ne! aletin lazerinin çıkardığı dzz dzz sesleri gelir ve oyun çalışır!!! hem de denemek için ingiltere ligi de iskoçya ligi de yüklenmiştir ve hiçbir loading'de sorun çıkmamaktadır. hemen o mucizenin gazıyla ilk defa iskoçya ligine girilir ve glasgow celtic alınır. sonrasında ise 6 sezon, cd esrarengiz bir şekilde çalışmamaya başlayana kadar (sanki çalışması çok normamiş gibi) süren bir manyaklık biçiminde oynanır, her gol attığında henrik larsson'u gösteren ekran öpülür, aslan yavrusu beeee! diye bağırılır, şampiyonlar ligi grup son maçında ilk galibiyet 1860 münihe karşı alınınca evde tur atılır falan...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

hannah montana gerçek müzik ilişki(sizliği)si



görüldüğü gibi, belli başlı müzik türlerinin, değişik oranlarda da olsa, gerçekten müzik olduğu eserleri varken hannah montana bambaşka bir kulvarda ilerliyor. müthiş bir tespit!

bilgisayar oyunlarından öğrendiğimiz pek değerli bilgiler

saygıdeğer müdürüm, değerli öğretmenlerim, sevgili arkadaşlar, kuvvet komutanlarım... uzun zaman önce sözlükte böyle bir başlık görmem üzerine bu konudaki tüm bilgimi sözlük ahalisiyle paylaşmıştım. şimdi, büyük ölçüde sözlükten copy paste de olsa kendi yazım olduğu için bu konudaki engin ve zengin bilgilerimi telif parasını bir cebimden alıp öbür cebime koyarak siz değerli blög yazarlarıyla da paylaşmak istiyorum. dikkatle okuyunuz, kendi hesabınıza dersler çıkarınız...

silent hill:
- penguenler sevimli değil, korkunç hayvanlardır. hele ki hayaletlerse...
- bir koridorda çok fazla kapı varsa kapıları sistematik bir şekilde tarayın, kafanıza göre girip çıkmayın.

nba live serisi:
- ben wallace üçlük çizgisinin orda diye paldır küldür içeri yüklenip smaç basmayı denemeyin gerekirse ordan sıçrar topunuzu panyaya sıkıştırır.
- mike dunleavy, mike miller, cuttino mobley, keith van horn, brent barry, bruce bowen ve michael finley oyunu yapanlarla orgy yapan belli başlı oyuncular, bu yüzden bunları savunmakla boşa zaman kaybetmeyin nasıl olsa atacaklardır.
- kevin garnett'in overall'u nasıl 99 oluyor diye özelliklerinin ortalamasını almaya kalkmayın vakt-i zamanında köle ücretiyle ea sports'un bütün motion capture işlerini yapan o çok yönlü zat-ı muhterem kg'den başkası değildir. biraz torpil geçilmesi normaldir.

gta serisi:
- aracınızı erken terk etti diye bir fahişeyi vurursanız 5 yıldızı biriktirip peşinize bütün amerikan ordusunu takabilirsiniz. unutmayın ki abd'de fahişeler değerlidir.
- polis görmediği sürece şehir nüfusunu yarıya indirmenizde hiçbir sakınca yoktur.
- kızların beğenisi, çevrenizdeki kaportaya, yani kullandığınız araca bağlıdır.
- saatte 1000 km hızla giden jetle bile çarpsanız yerinden 1 mm bile kıpırdamamasıyla ünlü ağaçlar dünyanın en sağlam cisimleridir.

the sims serisi:
- kendi görünüşünüzde yarattığınız sim'inizin bütün mahalleyle yatmasının sizin cinsel hayatınız üzerinde hiçbir pozitif etkisi yoktur.
- sim'lerin kullandığı sözcükler lehçe baz alınarak üretilmiş seslerden oluşur.

age of empires:
- tarih dersinde öğretilenler külliyen yalandır.
- ama hilal taktiği cidden işe yarar.

need for speed serisi:
- aslında hızlı giden araba değil, müziktir.
- lamborghini gallardo ile volkswagen golf arasında hiçbir fark yoktur. ikisi de ağaca çarpınca dağılır. burada öğrenmemiz gereken şey paramızı çarçur etmememiz gerektiğidir.

tomb raider serisi:
- tahta kutular daima bir manyak tarafından maksatlı olarak dizilmiştir.
- insan onca götü göğsü sallaya sallaya koşturabilir.
- kıçınızdan ayrılmayan bir uşaktan kurtulmanın tek yolu uşağı dondurucuya kapatmaktır.

resient evil serisi:
- zombilerin tekrar tekrar dirilmesine şaşırmamak gerekir. zira, ilk öldürüldüklerinde de zaten ölüdürler.
- her bokun altından büyük şirketler çıkar.

simcity serisi
- melih gökçek'e çok yüklenmemek gerekir. zira şehre su getirmek zor iştir.

ve belki de en önemlisi:

super mario:
- kafanızı soru işaretlerine çarpmadan hayatta bir şey kazanamazsınız.

Seçimden Biçimlendirmeyi kaldır

3 Ağustos 2009 Pazartesi

taşı gediğine koymak

genç muallim adayı emre, genç dimağlara bir deyimi daha kazırken: taşı gediğine oturtmak! atilla taşın eşsiz yorumu eşliğinde tabii...

2 Ağustos 2009 Pazar

pazar günleri yayınlanan çocuk filmleri

bilmiyorum bu olayı fark eden / bilen var mıdır ama pazar günleri yayınlandığından mıdır bilinmez, dünyanın en iğrenç, en sıkıcı şeyleridir bu pazar günü çıkan çocuk filmleri... genelde boyundan büyük işler yapan bir çocuk vardır ve %95 hayvan gibi bilgisayar kullanır... bildiğin 9 yaşında bebe pentagon senin fbi benim siteleri hackler, bilgiler aşırır falan filan... bir de illa ki konu olması için bir çatışma olacak ya o da kendi çapında olur hep. şeytani bir komşu falan vardır ve çocuğun planlarını bozmak ister. yazarken bile adeta iğreniyorum yau!! ben bunları küçükkene kanal değiştirirken görürdüm de gördükçe üzülürdüm atarisi olmayıp da bunu seyretmek zorunda kalan çocuklar var diye... ciddi anlamda üzülürdüm yani o küçük bmx'lerine binip de yollardan geçemeyen dev gibi lincoln navigator'ları kovalayan çocuklar olduğuna inanıyorlar diye... bir de bu filmlerin hepsinin sonunda çocuğun oturduğu, "suburban" diye tanımlanabilecek bahçeli, nezih evinin önüne polisler dolar ve polisler hep her şey olup bittikten sonra gelir. ayrıca o evi uzaktan çekerler ve polis sirenleri falan görünür evin önünde... allah kahretsin yahu kanal sahipleri size sesleniyorum! yayınlamayın artık böyle şeyleri be!! bi manyak nesil yetişti sizin yüzünüzden... küçücük çocuklar sanıyor ki sınıfta her dersten A+ alacaklar, komşularından şüphelenip derin dondurucularından ceset çıkaracaklar! yok öyle şeyler be... terledim yahu

1 Ağustos 2009 Cumartesi

sanırım bize bir şey anlatmaya çalışıyor

artık windows bana ciddi ciddi düşman oldu. her dakika yavaş çalışıyor, ota boka hata veriyor, sabır sınırlarımı zorlamak için her imkanı değerlendiriyor! bakın şu densizin imlecine!!

nasıl bir toplumsunuz lan siz?

bir sünnet davetiyesi saçmalığı vardır. şimdiye kadar herkesin başından geçmiş veya çoğumuz şahit olmuştur sanıyorum. genellikle davetiyenin kapağının ön yüzünde, attan üstü açık arabaya kadar nedense bir vasıtaya binmiş, o yaşta mahallede gün aşırı kavga edip tanımlayabildiği her şeye söven (geçen yıl bir çocuktan "bokuna sıçarım" diye bir küfür duydum ona dayanarak söylüyorum) erkek çocuklarıyla ne görüntü ne de ifade itibariyle hiç alakası olmayan naif mi naif, al yanaklı kiraz dudaklı tipler olur. ilginç olansa bu tiplerin bazen buldozer, atv gibi tiple hiç alakası olmayan vesait üstünde çizilmiş figürlerinin olmasıdır. biri bana bunu açıklayabilir mi? beygirmiş 4x4'müş geçtim de neden illa ki bir vasıta? sünnet > erkek olmak > alman idealizmi > modernitenin alman toplumu ve daha sonra avrupa üzerindeki maskulen etkisi > sanayileşme > mekanikleşme > 4 tekerlekli araç şeklinde bir ilgi kurmak istiyorum ama o da çok zor geliyor. belki de sadece arabaların, tasarımları gereği, fallik cisimler olmasının sonucudur, bilemiyorum ama sünnet olmakla araç kullanmanın alakası nedir yani? erkek olmanın belirtisi araba kullanmak mıdır? tamam, erkeklerin bu konuda doğuştan yeteneği vardır ama formula 1 pilotları içinde 1 tane müslüman ve dolayısıyla sünnet olmuş olma ihtimali bulunan adam yok! buna ne demeli? hadi ona da matbaacılar birliğinin veya bu işte standartları kim belirliyorsa onun bok yemesi diyelim. sünnetlik kıyafet satan yerlere ne oluyor ulan? o davetiyelerdeki tipleri birebir hayata geçirip modelini çıkarmışlar ve vitrinlere koyuyorlar! balistik jel gibi bir maddeden yapılma beyaz suratlı insanlar, al yanaklı falan, yüzlerde bir şebek sırıtışı, elde ne işe yaradığı asla anlaşılamayacak olan bir asa, ilginç bir kostüm öylece mal mal alıcıların yüzüne bakıyor vitrinlerde. alıcılarınsa zaten o soytarı kıyafetinin içinde çocuklarının ne kadar muhteşem duracağını hayal etmekten gözü dönmüş...

ayrıca ebeveynlerin neden çocuk daha yeni doğmuşken bu işi bitirmek yerine eşşek kadar olmasını beklemesinin gerekçesini bizzat kendi anne babamdan duydum ve şoke oldum: "çocuk da hatırlasın istedik!" tamam sen istedin de çocuk hatırlamak istiyor mu bakalım?! ben hayatımda o kadar utanç duymamıştım. sanki çok matah bir bok yiyormuşuz gibi bir de süslü püslü kıyafetler, ev desen bir kaos ortamı, sürekli en mutlu günüm olduğunu iddia eden insanlar... en mutlu günümde atari oynayamayacaksam neye yarar lan o gün? ben de tabii, çaresiz, mahalledeki çocukların deneyimlerini almak için dışarı çıktım. gelen cevaplar tabii korku düzeyini tavana vurdurur nitelikteydi. usturalar, satırlar, kanlar, etrafa sıçrayan et parçaları... bunlardan da korkunç olanı ise doğru olan tek deneyimdi: sünnetçinin kadın olması!

peki neden bu konu?
dün eve bir davetiye geldi... içinde yazanları ve kapağını koyuyorum ve siz karar verin.


bakın bu davetiyenin ön yüzü. kırmızı ve mavi atv'lere binmiş 2 çocuk var ve yüz ifadeleri az çok seçiliyordur... ayrıca mavi çocuk elini kaldırmış, varoluşa hesap sorar gibi ama nedense yüz ifadesi son derece hoşnut! bir de arazi şartları için üretilen tekerleklerle kesik çizgili asfalt yol arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekmek isterim ama o sadece küçük bir mevzu...

tamam bunu geçtik diyelim.


asıl davetiyede yazanlara dikkat çekmek istiyorum:

oğuzhan ve arda diyor ki:
sünnet sünnet dediler
başımızın etini yediler
sünnet olmazsanız size kız yok dediler
işte sünnet oluyoruz. bu mutlu günümüze
bizi seven herkesi bekliyoruz
lan bunlar 7 yaşında çocuk! nereye söylüyorlar böyle şeyleri? 2 dakika espri yapmayın be! madem yapıyorsunuz başkasının üzerinden yapmayın. ayrıca sünnet olmazsanız size kız yok da ne demek? ben size bu cümleyi daha net bir dile çevireyim

oğuzhan ve arda kendi aralarında konuşuyor:
o: bak bilader, şu yaşa (7) geldik hala tık yok... biz ne zaman (seks) yapacağız ulan?
a: sorun nerde inan ki anlamıyorum abi...
o: sorun sünnet olmamız olabilir mi acaba lan? bu yüzden mi kimse bize (kız) vermiyor acaba?
a: bilmem ki... olabilir mi dersin? ben de bazen düşünüyorum ama... yok yok olamaz heralde
o: bence bu yüzden...
a: abi o zaman tez elden bir davetiye hazırlayalım ve sünnet olma gerekçemizi yazalım
o: haklısın valla

desteğiniz için teşekkürler abiler ablalar

bilgisayarımı yeniden hayata döndürme sürecinde blogdan uzak kaldığım sıra blogdan desteğini çekmemiş, başta merope, piedra ve ramazan olmak üzere (evet, bücür cadı isimleri gibi merope, piedra ve sonunda yağız deliganlı ramazan!) herkese teşekkür ediyorum ve bilgisayarımın ilk hali ve son halinin fotoğraflarını koyarak feel the difference demek istiyorum. ayrıca şu anda babam internetten radyo dinlerken duydum ki hakan aysev operayı bırakmış ve türk halk müziği gibi ilginç bir türe yönelmiş. sanki pavorotti kubatla düet yapıyor! böyle korkunç bir şey olmuş...

neyse bilgisayarımın resimlerini de upload edeyim deee tam olsun!

işte bilgisayarım bundan(dı)


önce monitörünü çatlattım, daha sonra tamire götürdüm ve monitörün yapılamayacağını söyledikleri yetmezmiş gibi klavyeyi de işlevsiz kılmışlardı. touchpad de zaten sallanıyordu ve bunlara çözüm olarak harici monitör, harici klavye ve maus kullanmak zorunda kaldım. ortaya böyle bir sonuç çıktı (bu arada monitör 15 inç) email adresime bir gün enlarge your display diye bir mail gelirse direkt açmayı düşünüyorum büyük bir ekrana muhtacım