sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

30 Kasım 2009 Pazartesi

sonunda o aradığım müziği buldum

hangi türk filmlerinde çıktığını bilmemekle birlikte özellikle cüneyt arkın'ın silahı bel hizasında doğrultup suçluya doğru yürüyerek bir şeyler söylediği sahneleri bulunan türk sinemasının film noir örneklerinde çok meşhur bir müzik vardır. ağzımla falan taklit etmeye çalıştığımda bu müziği herkes tanır ve istemışı kahkaha atmaya başlar, çünkü o denli rezil bir tınısı vardır. insan o sahnede huşû içinde kitap okuyor bile olsa o müzikle olay bir aksiyon sahnesine dönüşebilir. işte o müziği buldum sonunda! ve siz sevgili bilog gardaşlarımla paylaşmaktan gurur duyuyorum! müziğin adını ve kime ait olduğunu bilen bizimle paylaşırsa sevinirim...


ayrıca "dur! yüzüne dokunma. güzelliği lazım bize..." dedikten sonra asıl kendisinin gözüne gözüne indirmesi de ilginç bir detay

24 Kasım 2009 Salı

gerizekalı kpds soru üreteci

kpds soruları birbirine o kadar benziyor ki artık kpds soruları üretmeye karar verdim. kpds sorularında sorunun hatalı olup olmaması önemli değildir. önemli olan şeyler abd ve politikalarının haklı çıkarılması, takıntılı bir şekilde petrolden bahsedilmesi, gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızlarının verilmesi falan filan... kpds'yi geçen herkes petrol ticareti yapacakmış, kimse newsweek veya wall street journal dışında bir şey okumak için öğrenmiyormuş gibi. bu noktadan hareketle ben de kpds soruları yazabileceğimin farkına vardım (o gerizekalı kişisel gelişim kitaplarında geçen cümleler gibi oldu) ve kendi sorularımı üretmeye karar vermiş bulunuyorum. ayrıca soruları doğru cevaplayan 5 kişiye blogumuzdan temiz hava ve bol gıda! işte örnekler:

1- America's means of attaining its goals in Iraq have always been simple. Laying groundwork for democratic infrastructure through __________ defenseless civilians, and reestablishing the corrupted justice system through __________ people for no reason and torturing them constantly are the main means of providing Iraq with democracy.. Although these ways are cruelly criticized, this is the natural procedure in Iraq's way to democracy.

a) defending / wasting
b) humiliating / imprisoning
c) fucking / screwing
d) eploying / caressing

2- The biggest exporter of oil in the world, Saudi Arabia is full of _______________ wealthy enough to purchase football clubs in England, and also people too poor to afford a loaf of bread. This can never be criticized, though, as you are always _______________ losing your head.

a) caretta carettas / destined for
b) happy people / fond of
c) sons of bitches / in danger of
d) those /

3- As OSYM, we are way too moron to create our own questions. Thus we steal stories from the magazines like Newsweek and The Economist. We are even amazed at how on earth we have been able to write this question. That's __________!

a) fucking delicious
b) fantastic
c) incredible
ç) haha! a new choice
d) it

4- Gas emissions in the United States are skyrocketing. The biggest reason for this is the use of small coupés with engines big enough to _____ a plane _____. Although one can hardly reach the top speed of a muscle car, a big engine is considered vital for _____   _____.

a) take / off / showing / off
b) drive / by / rolling / out
c) running / high / a difficult / wheelie
d) wash / up / fucking / inside

10 dakikada bu kadar sıçabildim ama az daha kassam ösym'den daha kaliteli paragraf soruları bile hazırlarım. işin sırrı manyakça ülkelerden, devletlerden, benzinden gazdan falan bahsedip durmak. hayatımda sıkıldığım için yanlış yaptığım tek sınav bu kpds bokudur...

her şeyi hayata benzeten metafor tembelliği

nedir lan bu hayattan istediğimiz? benzetmediğimiz şey kalmadı! nere bir entel kişilik görsek hemen hayatı bir şeye benzetip etraftaki insanları mest ediyor! ben de bu durum ilgimi çektiğinden beri aklıma gelen her şeyi hayata benzetmeye başladım ve çok müspet sonuçlar elde ettim... hem de entel konuşma tarzıyla aktarıyorum bu tecrübelerimin neticelerini:

1- hayat bir bardak çay gibi değil midir azizim? ince beline tutulup hangimiz yakmadık elimizi?
2- hayat bir çanta gibidir aslında... dertleri içine attıkça ağırlaşır.
3- hayat biraz da teknosa kataloglarına benzer hürmetli dostum... ilk sayfalarında televizyon, son sayfalarında
 tansiyon aletleri vardır.
4- hayat bir yandan da toplu mouse gibi değil midir aziz dostum? pisliklerini temizlemedikçe rahat kullanamazsınız.
5- belki de bir post-it gibidir. izinizi bırakıp bir yere yapıştırmadıkça sizi kimse hatırlamaz.
6- hayat biraz da bifa'nın halley'i gibidir. yaldızlı paketini heyecanla açıp bok gibi bayat bir şeyle karşılaşırsınız.
7- ne güzel söylemiş bilgisayarcı, hayat usb kablosu gibidir derken, varlıkla yokluğu birbirine bağlayan...
8- aynı zamanda ayna gibidir de... ne kadar yamuk bakarsanız o kadar fazla şey görürsünüz.
9- ah azizim unutmadan, biraz da delik prezervatife benzer. umarsız bir tutam zevk için sizi mahveder.
10- elif şafak'ın aşk kitabı gibidir de aynı zamanda... pembe bir tuğladır, can sıkmaktan başka işe yaramaz.
11- slavoj zizek'in david lynch üzerine yazdıkları gibidir. anlaşılmayanı daha da anlaşılmaz kılar...
12- biraz da şampiyonlar ligi maçlarına benzer mîrim. görkemli açılış müziği çalar durur ama 1-2 gol anca atarsınız.
13- gençlik dönemlerimde de webcam'e benzetirdim şahsen... buna uyduracak bir şey de bulamadım lan... neyse
14- hayat bir squash seansı gibi de değil midir aynı zamanda? topu tam elinizden çıkardığınızı sandığınızda çarpıp size dönmez mi? bu da yetmezmiş gibi aynı kısır döngü için topa yetişmeye çalışmaz mısınız?
15- lider makine üreticileri gibidir de... liderliği ne zaman eline aldığının farkına bile varmazsınız

işte görüldüğü gibi binlercesini üretebiliriz. dünya üzerindeki her şeyi hayata benzetebiliriz. bu yüzden artık lütfen hayatı bir şeye benzetmeyin. "aslında hayat da biraz x gibidir" demeyin lan! başka bişeyleri bişeylere benzetin mümkünse

21 Kasım 2009 Cumartesi

kollektif bilinçaltındaki deniz adamı imgelemi

bu dünyada anlamadan öleceğim şeyler olduğu için sevinirken, anlayamadan öleceğim şeyler olduğu için üzülüyorum. anlamamakta direnmeme rağmen anlayamamanın beni üzdüğü şeylerden biri denizle haşır neşir olan insana yüklenen derin anlamlardır. tamam, denize bakınca insan türlü efkâra gark olurmuş falan filan ama bu kıyıdan biraz açılıp balık tutan her adamı filozof yapmaz ki... özellikle alkol alan birisi çevresinde bulduğu ilk balıkçıya "bu hayat çekilmez be reis!" der. balıkçıysa siktir git dercesine bir bakış atar ama bu bakış o adam için öylesine mânâlıdır ki o ilk sözü bir de "halimden bir sen anlıyorsun be şevket kaptan!" şeklinde bir coşku boşalımı takip eder. anlamıyorum ulan! hadi denizle uğraşmak zor iştir, bu yüzden bu adamlar halden anlar gibi bir nedensellik uydurduk diyelim. neden özellikle balıkçı? felsefenin ege sahillerinde başlaması sonucu düşüncenin deniz kenarını ve balıkları çağrıştırmasının tetiklediği başka bir çağrışım mıdır acaba bunun sebebi? saçmaladığımın farkındayım ama televizyonda, orda burda bunu gördükçe, balıkçı teknesinde rakıyla balık yemenin o karmaşık kodlarla belirlenmiş simulakrasından insanların inanılmayacak kadar fazla etkilendiklerine şahit oldukça merak ediyorum, sorun bende mi acaba? balıkçı teknesinde balık yemekten alınan haz her insanda built-in midir? bende inanılmaz duygular uyandırmadığı gibi balıkçıları bütün varoluşu çözmüş, tinle beslenen canavarlar olarak görmeme de sebep olmuyor. tam aksine, sırf trend olduğu için şiir yazan kızlardan ve erkeklerden nefret ettiğim kadar nefret etmeme sebep oluyor böyle şeyler. birileri allah rızası için artık yok etsin şu modayı da gidip balıkçı teknesinde balık yiyelim, rakı içelim...

20 Kasım 2009 Cuma

hanımın çiftliğindeki herif

bugün huşû içinde kitap okurken televizyonda hanımın çiftliği tangırdıyordu. sadece tanınmış bir yazarın romanından uyarlandığı için övüldüğünü duyduğum basit ötesi bir konu ve siktiriboktan bir romansın ürünü olan bu, çizgifilmin seks imalısı olan dizi umrumda bile değil fakat başroldeki adam şener şen olsa daha güzel olmaz mıydı? bu adam şener şen taklidi yapıyor lan! bence telif hakkı ödemeli...

18 Kasım 2009 Çarşamba

ingilizce konuşma kursu

bazen bloga bir şey yazdığım zaman o şeyin yazdığım son şey olduğunu düşünüp belli belirsiz bir ümitsizliğe kapılıyorum. sanki başıma gelebilecek bütün ilginç olayları bu blogda listelemişim gibi hissedip hayatımın bundan sonraki kısmında yazmaya değer bir şey olmayacağı hissi sarıyor tüm benliğimi (oha abartıya bak)... fakat şimdi düşündüm de her gün duyduğum veya gördüğüm en saçma şeyi yazsam bu blog sadece o malzemeyle kıyamet kopana kadar gider (ben ölünce kopuyor, evet). ana haber bültenini saymazsak bugünkü saçmalık dozajımın en etkili kısmı şüphesiz "ingilizce konuşma kulübü" diye bir şeyin varlığını fark etmem oldu. tamam, ben okuma ve yazma konusunda hiç zorluk çekmememe rağmen konuşma konusuna eksikliklerim vardır ve ingilizce sonuçta benim para eden tek vasfım. buna rağmen ben bile iyi konuşamıyorsam sokaktaki adam buna daha derin bir açlık duymamı? duyar... ama kavram çok saçma değil mi? hazırlık sınıflarında ingilizce konuşma zorunluluğu koyarlar da yanında oturan hüseyin'in, arkada oturan fadime'nin bir hayalet tarafından ele geçirilmiş gibi (bu ara haunt veya possess kelimelerinin karşılığı yok sanırım türkçede) veya oz büyücüsünde diploma aldıktan sonra akademik laf salatasına yakın bir üslupla sayıklamaya başlayan teneke adamı andırırcasına hastalıklı bir şekilde ingilizce konuşmaya başlamasının zorunluluktan olduğunu bilmenize rağmen orada gülmeden kendinizi tutarsınız ve arkadaşınız fadime'nin "cheque" kelimesini "çikûûûû" diye okuması bile sınıftaki o ciddi havayı bozmaya yetmez. çünkü siz de herkes kadar o hastalıklı moddasınızdır ve sürekli gerçeğin hüküm sürdüğü saçmalık ülkesine arkanızdan uzay aracına esnek bir lastikle bağlanmış bir şekilde ilerledikçe o dünyanın bir parçası olmanıza rağmen arkanızdaki simgesel düzen lastiği siz ilerledikçe gerginleşir ama teneffüs zilinden önce kendinizi yeniden uzay aracınıza fırlatamazsınız ve nefesinizi tutmak zorundasınızdır. utanmasam ders arasına bu yüzden teneffüs denmiş derim.

işte bu adamlar bu manyaklığı istenen bir şey haline getirmişler. ve ayda 250 lira alıyorlarmış bir öğrenciden! yabancı hocalar eşliğinde... bu işin tonla yöntemi var. tv'de orijinal diliyle film veya dizi seyret. evde kendi kendine konuşma alıştırması yap falan... hatta daha da merak eden varsa işe yaraması garanti olan bütün yöntemleri öğrenmek istedikleri konusunda bir mail göndersinler, ben onları aydınlatayım. bundan gerçekten kaçmam ve elimden geldiği kadar yardım ederim. sonuçta ortada bir üretim yok ki! bunca yıl ingilizce konuşuyor musun diye soranların evet cevabı alınca hemen arkasından büyük bir heyecanla "KONUŞ!" demesinin saçmalığını klişe oluncaya kadar sayıklayıp durmadık mı?

aslında banane tabii... isteyen gidip istediğini yapabilir, beni ilgilendirmez ama bu kulübü günün en saçma şeyi ilân etme hakkımı saklı tutuyorum...

17 Kasım 2009 Salı

viyana'yı alamamamış olmamızın faydaları üzerine

ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimimiz boyunca hep viyana'da dev bir kapı olduğundan, o kapıya orducanak dayanmamıza rağmen bir türlü kırıp içeri girememiş olmamızdan dem vurup durduk. sanki viyana kapılarını geçsek dünya için çok matah bir şey olacakmış gibi topluca üzülürdük bu duruma. zaten o dönem her çocuk maruz kaldığı ideoloji ve televizyon programları yüzünden manyak gibi güç fetişisti olduğu için alayına gittiğimiz osmanlı döneminde türklerin gerçekten muhteşem durumda olduğunu sanmaktadır. tuvalette her zaman ilginç fikirlere gark olan ben de bu durum üzerine kafa yordum ve bu şekilde neden daha iyi olduğunun sebeplerini çıkardım...

osmanlı viyana'ya hakim olsaydı

1- dava ve dönüşüm gibi 2 kitap yazan kafka deli diye tımarhaneye kapatılırdı. kapatılmasa bile dava'dan sonra kitabı tamamen yanlış anlayan bir kadı tarafından komploya kurban gidebilirdi. dünya, yabancılaşmanın etkilerini belki de en iyi anlatanlardan biri olan franz kafka veya yeni adıyla ferhan kafkas'a yabancı kalırdı.

2- oedipus kompleksi ve kastrasyon korkusu gibi kavramları ortaya atan freud'un osmanlı uleması tarafından saygıyla karşılanacağını beklemek pek mantıklı olmaz sanıyorum. muhtemelen en başta kendisi hadım edilir ve harem psikologu olurdu.

3- belki tek iyi etki mozart için olurdu. türk san'at musıkîsine yeni bir soluk getiren dahi çocuk wolfi, yeni adıyla vasfi ahmet bozar avusturya'da olduğu gibi genç yaşında fakirlikten ölmez, sarayda orkestra şefi falan olurdu. figaro'nun düğünü kanto için bestelenir, figaro'nun kına gecesi, figaro'nun sünneti gibi versiyonlarıyla seyirci eğlence manyağı edilirdi. ayrıca kendisinin mehter takımı için de çok etkili eserler besteleyeceğinden şüphe yok.

4- valsin babası johann strauss da en çok nihâvend veya rast makamında yazacağı eserlerle tanınırdı. saray orkestrasında vasfi ahmet bozar'la birlikte türk musıkîsine çağ atlatır, ayrıca meşhur blau danube de nihâvend makamında baştan yorumlanırdı.

5- ludwig wittgenstein maşasıyla sobada kestane közler, karl popper ise kestaneleri löp löp mideye indirirdi. ikili arasında bir düşmanlık değil, güzel bir dostluk doğar, felsefe dünyası kazanırdı.

6- michael haneke'nin filmleri türk aile yapısına uygun bulunmaz, başta bulunsa bile sonradan filmi yakılır (bkz yorgun savaşçı), ve şer'î hükümlere göre tez elden kellesi alınırdı.

demek ki neymiş? bir ilâhi tasarruf varsa bizim viyana kapılarını aşındırmakla kalmamız üzülünmesi gereken bir şey değilmiş! zaten bir de cermen açılımını falan ülke kaldırmayabilirdi...

16 Kasım 2009 Pazartesi

fuck you, ösym

bilindiği üzre dün ales sınavına girmiş bulunmaktayım. ales, bitirilmesi pek mümkün olmayan bir sınav olduğundan soruları ışık hızında çözmeniz gerek. ancak ösym'nin yanlış sorularıyla bu ne kadar mümkündür bilmiyorum. soruyu buraya dün yazacaktım ama bugün soru kitapçığının yayınlanmasını bekledim. ordan ekran görüntüsü alıp buraya koyuyorum...



bu sorunun cevabını ben %8 kâr buldum. sayısal bir bölümden mezun olmamış olmama rağmen kullandığım yöntemden ve sonuçtan da eminim. pantolonun fiyatı değil de maliyeti gömleğin 2 katı olursa cevap %10 çıkıyor, ki doğru cevap olarak da ösym cevap anaharında onu göstermiş. bu sorunun üstünde yaklaşık 5 dakikamı harcatan ösym'nin de allah belasını versin diyorum.

14 Kasım 2009 Cumartesi

salçalı yumurtalı makarna

ölene kadar sırayla deneseniz bitiremeyeceğiniz iğrenç yemek tariflerinin kol gezdiği kadın bloglarının çok revaçta olması sebebiyle ziyaretçi ıkıntısı çeken kişisel bok çukuru böyle bir olta atmayı dener. az önce yediğim ve çok güzel olan yemeğin detaylarını sizlerle paylaşmaya karar verir... işte tarif:

malzemeler:
2 adet yumurta, 1 paket makarna, ½ yemek kaşığı falan salça.

hazırlanış:
1- makarna yapılır.
2- 2 adet yumurta ve ½ yemek kaşığı falan salça kullanılarak salçalı yumurta yapılır.
3- makarna yeneceği sıra salça - yumurta alaşımı madde makarnanın üzerine dökülür.

zaafiyet olsun (: zukuli <--- sevimli gülüş

kültür ekonomisi ve coğrafya dergileri

ülkemizin en belirgin özelliklerinden biri de kültürlü olmakla coğrafya dergileri arasında bir bağlantı olduğu sanrısıdır. insanlar kültürlü olmayı dünyanın alakasız bir noktasındaki 4 kişilik kabilenin saçma inanışlarını öğrenmekten ibaret sandığı için ve adına kültür denmesi konusunda büyük ölçüde anlaşmaya varılan şey de artık paketlenip hazır bir şekilde tüketime sunulduğundan kültürlü olmanın faturası ayda ortalama 5 liraya indirgenebilmiş durumda. hatta lisede bile coğrafya öğretmeni diğer öğretmenlerden daha kültürlü görülür hep... çünkü diğer öğretmenlerde kendi alanlarında bile yeterince bilgi yoktur ama coğrafya hocası yetersiz + national geographic olduğu için onun artısı vardır. tabii edebiyat hocalarından da böyle bir şey beklenir ama onlar da kemalettin tuğcu, elif şafak, ayşe kulin batağına saplanmış ve zihinsel gelişim düğmesini off konumuna getireli yıllar olmuştur. peki neden ortalıkta dolaşan bir sürü coğrafya dergisi diğer dergilere yeğleniyor? bu konuda benim de net bir fikrim yok. mesela bilim ve teknik de okunabilir ama onun insanı kültürlü yapmaktan ziyade bilgili yaptığına inanılır. örnek olarak sallıyorum, intel'in geliştirdiği yeni mikroçipten bahsedip yakında insanların çatır çatır izleneceğini ileri süren biri diğer tarafta koku boku adlı bir kabilenin şelalede yıkanıp kaplumbağa yediğini söylemesinden daha az ilgi çekecektir. birinci haberin dünyadaki her yaşamı direkt olarak ilgilendirme ihtimali bulunsa da bu yoksayılır ve coğrafi farklılık üzerine kurulu olan şaşırtıcı bilgi tercih edilir. buradan hareketle kültürün zaten farklı kültürlerden bahsetmesi gerektiği sonucunu iddia edenler olacaktır. onları değiştireceğimi sanmadığım için bir kenarda bırakmayı yeğliyorum. fakat asıl mallığı söyleyeyim: neden kimse zihnini çalıştırıp çevresinde olan biteni daha zekice anlayıp yorumlamaya çalışmak yerine coğrafya dergileriyle kendilerini tatmin eder? cevap aslında çok basit. kütüphaneden sözgelimi bir nietzsche kitabı alacak olsa onunla uğraşması, onu anlaması gerekecektir. onun sayesinde çevresinde dönen siyasi olaylardan teknolojinin yarattığı benlik kaybının iktidar tarafından kullanımına, dinin kullanım alanlarına kadar birçok konuda ham bilgiyi edinip onu işleyerek hayatına uygulaması (tabii bu aşamaları insan bilinçli olarak yerine getirmez) mümkün olacaktır. tabii bütün bu kültür resmini romantik bir çerçeve içinde alıp bazı detayları ezberlemek varken ham bilgiyi işlemekle kim uğraşsın ki? bu kültür tüketicilerini avlamanın tek yolu da coğrafya dergisi değildir tabii... türkiyede bir sürü dizi sırf bu amaçla yapıldı. mesela daha dün gece gördüğüm hanımın çiftliği, vakt-i zamanında yayınlanan hatırla sevgili falan... bunlara yaptıklarının ne kadar boktan şeyler olduğunu söylediğinizde gelen argüman da çok basittir: "ama onlar türkiyenin gerçekleri!" hemen o anda peki, anlıyorum diyerek uzaklaşmak gerekir aslında... o şeyler "türkiye'nin gerçekleri" olduysa kültürü tüketim objesi olarak görüp zihnini çalıştırmayan, çevresindeki tabu duvarının arkasındaki objektif bilgiyi hazmedemeyen sizlerin sayesinde olmadı mı? ama o önemli değildir. öyle bir şeyin farkında bile olunmamıştır. sadece plaktan por una cabeza veya strangers in the night çalarken dans eden sevgililerin dışarda tankların yürümesiyle irkilip evlerinden alınmasının yarttığı acı vardır. sonrasında en yakın migros'a gidilir ve girer girmez görülen kitap standından darbe günlükleri türünde adı olan ucuz kitaplardan alınır. bu şekilde kültürlü olunacaktır. görüldüğü gibi yapılan salaklık hep aynı. sebebi ve sonucu yorumlamak yerine hazır bilgiyi satın alıp ezberlemek. yani coğrafya dergilerinin yaptığı şey... bak yine sinirlendim yahu! ve şu an masanın üstünden bir adet geo ve bir adet national geographic bana doğru bakıyor! dominik cumhuriyeti hakkında bilgi veriyormuş... bi git!

11 Kasım 2009 Çarşamba

kişisel bok çukurunun diğer bloglardan farkı nedir?

1- blog alemine baktığımızda "hastalıklı bir aklın saçma düşünceleri" gibi başlıklar görürüz. her konuda ahkam kesmeyi kendilerine görev edinen blog yazarları nedense kinik bir kendine güvensizlik maskesi altından yapar bütün yorumlarını. aslında bu kültürün gerisinde dervişçe bir geri çekiliş veya ingilizcede zınk diye anlamının alnından vurulan kullanımıyla "desistance" yatsa da bu, blog mantığıyla çeliştiğinden gereksiz bir duruştur. bu çekingenlik ve anlamsız tevazudan sıyrılabilen bloglar olsa da blogların çoğunluğu bu yöndedir. fakat kişisel bok çukuru kesinlikle böyle değildir. sonuna kadar iğrenç bir yerdir ve içine düşene zarar verir. buna rağmen dünyanın en iyi blogu olarak tartışmasız olarak kendisini seçer. tartışmaya girecek blogu da dikkate almaz.

2- 2. bir madde gelecekmiş gibi meraklandırır ama 2. bir madde öne sürmez ehe ehe

xbox 360 aldatmacası

bugüğne kadar xbox 360'ı kendi başına, playstation'dan bağımsız bir oyun konsolu sandık durduk değil mi? kazın götü hiç de öyle değil işte! rukneddîn cevdet kekremsi bir sahtekârlığı daha gün yüzüne çıkarıp gözler önüne seriyor (her ne kadar ikisi aynı anlama gelse de)



haydi dağılın bakalım şimdi... daha öğreneceğiniz çok şey var

biz boşuna kasıyoruz



şu videoyu gördüm göreli hayata bakışım kaydı resmen. düğünlere aşırı maruz kalırken diş fırçasına pek bulaşmamış bu güzel kardeşimizin bir tür beatbox yaptığı bu videoyu gördükten sonra bu yaşam içinde fazla bir şey ifade etmediğimi anladım. oğlum ben ne kasıyorum lan? ales çalışıyorum, boş zamanlarımda kitap okuyorum, blog yazıyorum, playstation oynuyor, burnumu karıştırıyorum. peki elime geçen nedir? hiçbir şey! fakat şu adamdaki tatmin duygusuna bakın sevgili okurlar! sanki bütün bir ankara müziğini tek başına ayakta tutuyormuşçasına bir kendine güvenle seyircinin gözlerinin içine bakarak "oğlum boşa kasıyorsun! bunu yapamıyorsan bir hiçsin!" der gibi bir ihtişam ve azametle duruşu adeta hafızalara kazınıyor. özellikle 52. saniyeden itibaren judas priest solosu atan birinin maharetli ellerini konuştururcasına bir hareketle yaptıkları beni benden alır götürür, bırakır 12. meridyen dolaylarına... hayatı bir daha hiç sevmeme bahasına izleyin aziz dostlarım...

öğrenci dövme teknikleri

ben neden ara sıra zamanda yolculuk yapıyorum hala anlayabilmiş değilim. ara sıra gerçeklikten kopup (bu arada gerçeklikten kopuşun da bokunu çıkardılar lan! şimdiki gençlerin hepsi zaten gerçeklikten kopuk. böyle ellerine love me yazıp dizlerini birbirine dayayıp ayakları açmalar, arka planı bulanıklaştırmalar falan...) tamam lan vazgeçtim gerçeklikten kopmaktan! kopmadan, uyumaya doğru falan veya tuvaletteyken aklıma hep böyle okul anılarım falan geliyor. bugün de düşünürken hayatımın en travmatik dönemi olan öğrencilik hayatım boyunca edindiğim dayak deneyimlerini müzik türlerine göre sınıflandırabileceğim fikri aklıma geldi. gerçekten de bazı hocalar adeta bir dayak orkestrasının bestekâr şefi gibi güçlü bir duruşla öğrencilerini pataklarken, diğer hocalar arabesk sanatçıları gibi ağırbaşlı ve muhafazakâr, kimi hocalar ise bir hardcore metal grubu gibi hoyratça girişirlerdi öğrencilerine...

bu dayak tarzlarını maddeler halinde sıralamak gerekirse:

1- klasik dayak: öğretmenin bol enstrünman yardımı ile ve düzenli yükselip alçalan notaları andıran şiddette girişmesidir. genelde kendine güveni tam olan, acemilik dönemini geçmiş, öğrenciyi dövecekse haklı sebepleri bulunan ve döverken bile kendine hakim olan hocalarda görülür. bu hocalar adeta bir sanat eseri gibi öğrenci döverler. kimisi beethoven gibi güçlü ve tutarlı girişip tamamen alman idealizminin kantçı ahlakını benimsemiş bir tavırla öğrenciyi yıldırma amacı güderken kimisi mozart veya tchaikovsky gibi sık ve çeşitli vuruşlar ve bazen metre, gönye, tebeşir gibi zengin enstrünman çeşidiyle dayağı adeta bir şölene dönüştürür.

2- arabesk / fantazi dayak: bu daha çok, meslekte yıllanmış, artık öğrenci dövmekten keyif almadığı gibi dayağın da çözüm olmadığını idrak etmiş olmasına rağmen anlık sinir boşalmalarıyla yerinden fazla kıpırdamadan öğrenciyi yanına çağırarak en rahat konumda öğrenci döven öğretmenlerde görülür. öğrenci çağırılır ve adeta kadere isyan edercesine öğrencilere "ooooğğlum yapma şunu artık yaaauu! 100 kere mi söyleyeceğiz ulan?" şeklinde cümleler eşliğinde girişilir ve ardından öğrencinin saçı falan çekilir. kendini jiletleyen bir arabesk fanatiğinin uslanmazlığına sahip olan öğrencinin aynı şeyi bir daha yapacağından emin olsa da, öğretmen öğrenciyi yerine yollar ve dersine devam eder.

3- heavy metal dayak: genelde mesleğe yeni atılmış genç kuşağın belli bir hümanizm psikozu döneminden sonra başvurduğu bu yöntemde belli kalıpların dışına çıkılmıştır artık... taze öğretmenimiz sanır ki öğrencilerin yaramazlıkları onları aşırı dövmekle önlenecektir. bu yüzden adeta kontrolden çıkmış bir elektro gitar solosu gibi, öğretmen, kendisine bile zarar verebilecek tekinsiz hareketler ve çok yüksek bir tempoyla öğrencisini pataklar ve asayişi sağlar. bazen kontrolü o kadar kaybeder ki 2-3 öğrenciyi aynı anda döver, kafalarını birbirine tokuşturur ve kendini tutamayıp küfür eder. hell fuckin yeaa!! işte dayak budur genç adam!

duyan da sanır ki 50 yılım okullarda geçti. yok lan sıradan bir öğrencilik sadece. ama sırf dayakçılar bizi mi bulmuştur nedir anlamıyorum ki... hele bir keresinde yemekhanede sırasında bir tokat yemişliğim var yüzüme yıldırım düştü sanmıştım. zeus musun be adam? bugüne kadar mermere mi tokat attın? çenemin açısı 4 derece kaydı abiler ablalar. sağa bakıp sola gülüyorum o günden beri... gerçi artık öğretmenler öğrencileri dövemiyormuş sanırım. zaten ne dövmekle kasıyorlar ki? yardır disipline hacı...

10 Kasım 2009 Salı

ağaçtan yaptım al



ey insanlar şu linkteki videoya bir kere bakın! namaz öğreniyorum vcd'sinden bir sinema başyapıtı. en önemli detayı en baştan veriyorum: videodaki celebrity kadir topbaş! başlıktaki meşhur repliği sarf eden de ondan başkası değil. tabii filmin görebildiğimiz kısmındaki tek sinemacılık başarısı da bu değil. zira filmin mizanseni olsun, repliklerin sapıkça düzgünlüğü olsun, ele alınan manevî konuların derinliği olsun tam anlamıyla bağımsız sinemanın ulaştığı son noktalardan biriymiş bu film. stv neden hala yayınlamadı anlamak çok zor. filmde birçok yeni teknik kullanılmış ama en can alıcı kısım tabii ki 1:27. dakikadaki "ağaçtan yaptım al!" oğlum insan mı yaratıyorsun orda? "şüphesiz biz düdüğü ağaçtan yarattık" falan de de tam olsun... tamam dini bir retorik benimsiyorsunuz ama duyan da ağacı kökünden söküp çalıyorsun sanacak. bir de aile bireyleri arasında geçen diyaloglar sim'lerin konuşması gibi. önce biri cümleyi kuruyor, sonra diğeri anlıyor, zihinde işleyip uygun cevabı düşünüp ortaya çıkan veriyi dil kasları ve dişler aracılığıyla karşısındakine iletiyor. böylesine çetrefilli bir işlem birkaç dakika sürüyor haliyle... ama şov bununla da sınırlı değil. 1:10. dakikada kızın hasret dolu bakışları ve sonrasında salıncağa ışınlanması ailenin kızlarında şimdiye kadar fark etmediği telekinetik özellikleri de ortaya çıkarıyor bir anda... ayrıca fitneci ninenin kolormatik gözlükleri de gözlerimizden kaçmıyor.

peki bu filmden ne anlıyoruz? insan boşu boşuna kasmamalıdır. sen istersen david lynch ol neye yarar içinde bir gıdım iman olmadıktan sonra? adam üstüne üstlük bir de istanbul büyükşehir belediye başkanı oldu lan! laleler falan dikti her tarafa... transcendentalist ne de olsa, ağaca bakıp düdüğü görüyor.

9 Kasım 2009 Pazartesi

twitter şeysi

twitter olayına ben de dahil olmuş bulunmaktayım. adresim şu:

https://twitter.com/member2remember

şimdiye kadar pek bir numarasını göremedim ama heralde iyi bir şey ki bunca insan üye olmuş... göreceğiz bakalım

jenerik öğretmen sözleri

çoğumuzun üzülerek, çocuk sahibi olanların artı bir de dehşete düşerek fark ettiği bir özellik vardır: öğretmenlik özelliği. biricik yavrularımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerin en yüksek erdem sahibi insanlar olması beklenirken, daha doğrusu gerekirken, özellikle belli bir yaşı geçmiş ve belli ideolojiler desteklediği için ilkokul öğretmeni olmuş vatandaşlarımızın genelinin insanın ağzını açık bırakacak derecede yüzeysel ve ağzını her açtığında klişeler açığa çıkaran, zihnindeki boşluktan adeta çürümüş beyin parçacıkları akıtan bir insan güruhu olması hepimizin bir dönem ya kanını dondurmuş ya da alay konusu olmuştur. ilginç olan ise, bu standartlara uymayan öğretmenlerin, ve hatta üniversitedeki hocaların dışlanması ve diğer türe alışmış öğrenciler tarafından bile yadırganmasıdır. peki bu giriş bölümünü neden yaptım? canım istediği için. burada asıl belirtmek istediğim ise ilkokul öğretmenlerinin %90'ının söylediği garip sözlerdir. örnek vermek gerekirse:

1- sen her sakallıyı deden mi sanıyorsun?

genelde öğrenci sıfatı, zamiri falan birbirine karıştırınca veya 1 ile -1 arasındaki farkı anlayamadığında bir anda açığa çıkar bu söz. neden illa bu kalıplaşmış deyiş kullanılır bilinmez.

kutsal öğrenci cevabı: sanıyorum ulan sanıyorum! karşı yönden ne gelse dedem sanıyorum, ne olacak? çöp arabasını dedem sanmışlığım var seni ne ilgilendir... aa... dede sen nerden çıktın?

2- türkiyeden 1 liraya alıyorlar kumaşı, 100 liraya pantolon olarak satıyorlar! veya alıyorlar kilosu 8 liraya fındığı, paketleyip 150 gramı 1.5 liraya çikolata olarak satıyorlar!

genelde kahvede gazete okumak dışında herhangi bir şey yapmayan, memur olmasa bir hitler, bir franco havasında yaşayacak hardcore milliyetçi öğretmenin sarf ettiği sözdür.

k. ö. c.: ya ne olacağıdı? zamanında ağır sanayinin ülkeye zarar vereceğini söyleyen de sen değil miydin? aman ne orijinal bir laf ettin. eskiden buralar hep üzüm bağıydı biliyorsun...

3- 45 yıllık öğretmenim, sizin kadar kötü bir sınıf görmedim!

k.ö.c.: belki de gördün ama hatırlamıyorsun.

4- sonra vay efendim söylemedi, vay efendim uyarmadı demeyin!

bu "vay efendim" kalıbı neden öğretmenler arasında bu kadar meşhur oldu anlamak çok zor. bir ödev veriyorsun, tamam. her ödev gibi, yapılmama ihtimali var. fakat hayatında kaç öğrencinin "vay efendim" diye konuşmaya başladığını gördün? mesela "vay efendim ben kalem sivriltecektim", "vay efendim beslenme çantamdan sadece 1 yumurta çıktı!" türünde cevaplar geliyor da biz mi duymadık yani? osmanlı beyzadelerine mi ders veriyorsun oğlum? kafandan aristokrasi mi yaratıyorsun lan kendi kendine?

k. ö. c. makamı çekiliyor artık burada...

8 Kasım 2009 Pazar

erken evlenmenin zararları üzerine


kaynak: http://answers.yahoo.com/question/index;_ylt=Aq_K6Ls3u9bv.5d1T2Kp5eojzKIX;_ylv=3?qid=20090922014626AAqNCZa

insanlar bas bas bağırıyor belli bir yaşa gelmeden evlenmeyin diye... hiç düşündünüz mü nedendir? işte bu yüzden... ortaokulu bitirmeden evlenirsen yahoo answers'da saçma sapan sorunlarına cevap ararsın. hanım kızımız demiş ki hamileyken seks yapsam karnımdaki çocuk hamile kalır mı? hadi cahilsin diyelim... aynı zamanda aptalsın da diyelim... ama bunu hastaneye veya sağlık ocağına gidip öğrenebilirsin. sonra yahoo answers'da neden benimle dalga geçiyorlar diye ağlama bari

7 Kasım 2009 Cumartesi

hayatın içinden

televizyon programlarında, kitaplarda, filmlerde, müziklerde deli gibi kullanılıyor bu tabir. sanki adam normalde saykedelik sanat yapıyor, hayatın dışından bildiriyor da hadi biraz da evin önünde sevişen kedileri anlatayım diyormuş gibi... bir sırça saray, bir fildişi kule havası yaratıyor bu tabir de kendisini kullananlarda... ben uzaktan görür, tespit yaparım, gerisine karışmam demeye getirir. hayatın dışında olduğu izlenimini yaratır. genellikle de "hayatın içinden"den kastedilen bilmemne kasabasındaki çömlek ustası falandır. ustanın yanına gidilir, işlerin kesatlığı hakkında bilgi alınır, modernitenin zanaatkarlığı öldürdüğünden dert yanılır falan... bu elemanlar da çömlek zanaatkarının dertlerine öyle samimi ortak olur ki sanırsınız evinde plastik kap yok adamın. çayı falan güğümden içiyor... neden böyle bir zihniyet var ki? yani bir şeyin hayatın içinden olması için insanların geneli tarafından unutulmuş olması şart sanırım. onlar da yaşıyor falan demeye getiriyorlar sanırım... bir de "hayatın içinden sımsıcak öyküler / hikayeler" falan diye insanların genellikle rahat seks yapamama stresinin dışa vurumu şeklinde eserler var ki onlara hiç girmek istemiyorum...