sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

24 Aralık 2009 Perşembe

işveren azarlamak

en sonunda dün gerçekleştirdiğim şeydir. manyak işverenler benim gibi nezih, latif ve mümtaz bir şahsiyeti bile çileden çıkarmayı başarmışlardır. erkekler için "askerliğini yapmış olma" şartının aranmasına inanılmaz gıcığım. askerden gelsek "artık yaşlanmışsın" diyerek almayacaklardır (tabii gelirsek)... devletin saçma politikaları sonucu askerlik yapma konusundaki düşüncelerimi yazsam sayfalar yetmez sanıyorum ama her türk asker doğduğu için bu konuda da yalnız olduğuma eminim. neyse, telefonla arayıp askerliğimin 2 yıl tecilli olduğunu söyledim. 2 yıl sonra gidiyorsun yani dedi, ben de evet dedim. kusura bakmayın diye bir cevap geldi... ben de dayanamadım maaşı sordum. 1000 - 1200 arası dedi. bunun sonucunda kendimi tutamayıp telefona karşı hönkürdüm. kaç çalışanınız 2 yıldan fazladır o maaşa çalışıyor diye sordum. bizim çalışma ortamımız aile gibidir diye bir şey geveledi. ben de çocuğuna harçlık verir gibi maaş vermenden belli zaten dedim ve bir de beyinsiz olarak nitelendirdim kendisini...

böyle güzel bir konuşmaydı işte... içinizde insan kaynakları yöneticisi falan varsa kusura bakmasın pozisyona değil, kişiye güdümlü bir hakaretti. hatta o kişinin kendisine bile değil, patronuna diyelim... sanki ayda 5 milyar vereceklermiş gibi askerliğini action man olarak yapmış, jetpack ehliyeti bulunan, paint'te mona lisa çizebilen eşcinsel eleman alınacaktır türünde ilan veren çok afedersiniz ama puştlar bulundukça kan beynime sıçrıyor.

en iyi 150 flash oyunun arasında hannah montana yok!!!

techcult gibi bir halttan anlamaz bir site en iyi 150 flash oyunu diye bir liste yaptığını sanmış fakat hani sırf hannah montana?! buralar böyle hep hannah montana olacaktı... çok üzüldük ve düş kırıklığına uğradık... ama yine de bakmak isteyenler burdan gitmişler

http://www.techcult.com/the-150-best-online-flash-games/

21 Aralık 2009 Pazartesi

forum yöneticilerindeki kompleks sorunsalı

türkiye'de forum deyince aklımıza ne gelir? milli ideolojik kollektivizmden başı dönmüş üyeler, açtığı konuyu editlediğiniz için küsen kompleksli yönetim, yönetime yaltaklanan üyeler, erkeklik kültleri, kadın üyelerin resimli şiirleri, kadın üyelerin "teşekkürler güzel paylaşım" mesajına rep verip medet uman erkek üyeler falan filan... kısacası genel davranış biçimlerine bakıldığında forumlarla iktidar açlığı ve güç fetişizmi gibi duyguların doyurulduğu çok net bir şekilde görülebiliyor. bu durum tartışmalarda da kendini gösteriyor aslında. sıradan üye olarak yönetimden biriyle tartışmaya girdiğinizde haklıysanız direkt olarak banlanıyorsunuz. yani yönetimin hiçbir zaman yenilmediği bir savaş durumu var ortada... tam tersi olan durumlarda ise (yani yönetim haklı, kullanıcı haksızsa) bütün forum haksız olan kullanıcıyla ölümüne dalga geçer, gücün yanında bulunulur. çünkü forum yöneticiliği hala müthiş bir iktidar sembolü olarak görülmekte ve yönetim elemanlarının akla hayale gelmedik kompleksleri her zaman ortaya çıkabilmektedir. ben de dilforum diye bir foruma üye olmak gibi bir hata yaptım. foruma slogan önerilerinin yazıldığı ve bir tanesinin seçileceği bir konu vardı gözüme çarptı. genelde sloganları bilirsiniz. "dilforum, dilin adresi", "dilforum, dillerin buluşma noktası" gibi klişeşerden yüzlercesi arka arkaya dizilmişti. insanlar o kadar yaratıcıydı ki 160 kadar slogan önerisi vardı ve hepsinin içinde "dil" geçiyordu. ben de naçizane önerimi yazayım dedim. genesis'teki babil kulesi efsanesi aklıma geldi ve "babil kulesinin en üst katı" şeklinde bir slogan önerisinde bulundum. tabii insan forumda her şeyi dilekçe yazar gibi yazmıyor ve sağında solunda smiley'ler falan vardı. aldığım tepkiyi kendiniz görün.


sitenin kurucusu olan adam bu mesajımı ciddi olmamakla suçluyor. bunun anlamı şu: içerikte dikkate değer bir şey bulamamış ve sadece biçime yoğunlaşmış. bu adamı size tanımlayayım: bu adam ingilizceyi sadece dersane açıp para kazanmak için öğrenen sıradan bir ingilizce öğretmeni. hayatında hiçbir karmaşık şeye kafa yormamış, kitap okumak, bir şeyler öğrenmek gibi aktiviteleri çoktan askıya almış bir kişilik. böyle  ingilizce öğretmenlerini şimdiye kadar dersanelerde olsun, ingilizce kurslarında olsun, ortaokullarda, liselerde olsun çok fazla gördük. o yüzden fazla şaşırmıyor ve o sözle ne demek istediğimi açıklıyorum bir sonraki postta... unutmadan da belirteyim, siteden banlanmamış, toptan silinmişim. o yüzden benim mesajlarım yok olmuş, ne yazdığımı sadece quote olarak görebiliyoruz. eraserhead adlı kullanıcı ben oluyorum.

 
bu mesajda da adamımızın sitenin kurucusu olmasına rağmen kullanıcının önerisini bilgi eksikliğinden dolayı anlayamadığı için köşeye sıkışmış bir sıçan gibi davrandığını görüyoruz. smilofobi diye bir şey yeni mi çıktı acaba? güya beyimiz smiley'lerden rahatsız olmuş ve o yüzden bu öneriyi kabul etmemiş. geçsene bunları yavrum!

bu cevaptan sonra, smiley'lerle dolu 7 tane önerinin kabul edildiğini yazmıştım ama ona cevap gelmediği için toptan silinmiş durumda. isteyen siteye girip bakabilir. normalde herhangi bir şeyi bilmeyen insana cahil diye hakaret edilmez. her insanın her şeyi bilmesi beklenemez tabii ama burada hatasını kabul etmediği gibi bilgisizliğini de tartışmanın diğer tarafını yok ederek haklı çıkarmaya çalışıyor. böyle bir adam cahil sıfatını sonuna kadar hak etmiyor mu?

ayrıca bu postların linki de şurda:
http://www.dilforum.com/forum/tarih-i-dilforum/72457-dilforum-sloganini-ariyor-16.html

içimizdeki macromedia flash aşkı bambaşka

fi tarihinden beri bilgisayar kullanan biri olarak bilgisayarlarıma birçok program kurdum, birçok program sildim. kimisinin arayüzüne bön bön bakıp bir bok anlamadım, kimisini rastgele çözdüm, kimisinin işlevselliği karşısında hayranlıkla kalakaldım. fakat ne olursa olsun, bilgisayara her format attığımda ilk kurduğum program hep macromedia flash oldu. "ulan daha programın adını bilmiyorsun" dediğinizi duyar gibiyim. adobe bunu da satın almış. bana ne? ne fark eder? ben hala flash 8 kullanıyorum.


- peki sayın kekremsi, flash'la nasıl tanıştınız?
+ babamın dünya varolduğundan beri bilgisayar kullandığını sandığımız bir arkadaşı vardı. bir gün onun bürosuna gitmiştik. benim ilk bilgisayarım o zamanlar o kadar yeniydi ki kurduğum programları ve oyunları direkt program files'tan siliyordum. ekle / kaldır diye bir şeyden haberim yoktu. neyse, ben yine koşa koşa adamın masasının yanına gittim ve monitöre bakmaya başladım. o da o sıra sonradan motion tween ve guide layer olduğunu öğreneceğim şeyle kendiliğinden yazı yazan bir animasyon yapmıştı. bu görüntü karşısında gözleri parlayan, büyülenen ben programın adını sordum ve adam da chip dergisinin yanında gelen bir cd çıkarıp "bunda deneme sürümü var. zamanı bitince tarihi geri alır alıp kullanırsın" diyerek ilk bilgisayar sibertavşanlığımı da öğreterek cd'yi bana verdi. bu olayı takip eden birkaç ayda, okuldaki not eğrimde gözle görülür bir düşüş yaşanmıştır. zira okuldan gelen ben geldiğim gibi bilgisayarı açıp keyframe'ler senin, object'ler benim uğraşıp durmuşumdur. tabii yapamadıkça da o meşhur super mario oynayan kız gibi sinir krizleri, buhranlar geçirerek "bunu doğuracağıma balistik jel doğursaydım" diyen zavallı annemin kaygılı bakışlarını üzerime çekmişimdir. tabii o sıralar sadece ben ve 2-3 arkadaşımın ortak espri anlayışına hitap eden birçok animasyon yapmış, dersimize giren hocaları grotesk yaratıklar gibi resmedip dalga geçmişimdir. bu da yetmezmiş gibi bir gün sınıfta boş zamanlarımızda nelerle uğraştığımıza dair sorulan bir soru üzerine çizgifilm yaptığımı söyleyip bir anda, o zamanki tipime rağmen oldukça sağlam bir karizma yapmışımdır. tabii bu büyük karizma evde geçerli değildir. veli toplantısı denen gereksiz organizasyonda notların tabana doğru ilerlediğini öğrenen babam eve geldiği gibi ilk iş bilgisayarı ve playstation'ı söker ve okul kapanana dek notlar tekrar yükselmezse bunları satacağını söyler. tabii böyle yıkıcı, yusuflatıcı, sıçırttırıcı bir tehdit üzerine geri kalan zamanda ortalamayı 5.00'a yaklaştırdığımı söylememe gerek yok. kolunu bacağını keserim desen bu kadar etkili olmaz yani...

hatta yeri gelmişken, o zamanki tipimi de sizlerle paylaşayım. yahudi yerleşimcilere benziyormuşum."yahudi yerleşimci" sözü de nasıl aşağılayıcı bir sözdür. sürekli, akşam haberlerinde duyup milletçe lanet etmemiz için uydurulmuş bir kalıp gibi. bu tipe bile çok iyi bir ün sağlamıştı flash, düşünün artık...


o zamanlar nedense, interneti bile olmayan, harddiski topu topu 1.9 gb bilgisayarı buz gibi odada kullanırken, frontpage express'te kodlara bakıp anlam çıkarmaya çalışırken, sonic, jazzjack rabbit gibi saçma oyunlar oynarken o kadar manyakça bir zevk alınırdı ki insan buz tutup gebereceğini bilse kalkmazdı başından... cillop gibi soba yanan odada 60 küsür ekran televizyona bağlı, o zaman için süperötesi grafiklere sahip 50 kadar oyunu olan playstation'a dönüp bakılmazdı bile. mavi ekran vermek için fırsat kollayan bilgisayar nedense çok daha çekici gelirdi... sanırım bilgisayarın adsl ile tanışması aslında hiç iyi olmadı.


sonra ben taaaaa lise 1'e geçene kadar flash 2 ile cebelleştim durdum. malum, dialup bağlantı da çok pis giriyor diye internete haftada 1 saat anca giriyorduk. onda da takıldığıımz saçma forumlara cevap yazmak, bomboş email hesaplarımıza bakıp spam kısmında bol bol bulunan "enlarge your penis up to 1 km" türündeki email'lerin hangi manyak tarafından ne maksatla gönderildiğini çözmeye çalışıyorduk. sonra bir gün, flash aşkını bulaştırdığım bir sınıf arkadaşım azmedip flash 5'i indirdiğini söyledi. "olm yarın cd'ye at getir lan" dememle 128 mb ram istediğini öğrenmem bir oldu. ayrıca 300 mb sadece setup dosyasıydı. benim 166 celeron, 32 mb ram, 1.9 gb hdd gibi 1965 yılı için iyi sayılabilecek özelliklere sahip bilgisayarımda nah çalışırdı yani. o sıralar ekonomik kriz de olması dolayısıyla (gerçi olmadığı zaman var mıydı ki?) peder bey yeni bilgisayar almazdı... sonra ben boynu bükük eve döndüm.

aradan birkaç ay geçti sanırım. bir gün babamın o tarih öncesi çağlardan beri bilgisayar kullanan arkadaşı kendine yeni ram almış. eski 128'i bize verdi. sevinçten kusmuş olabilirim. onu bilgisayara taktık ve ayrıca başka bir yerden de yine elden düşme 10 gb harddisk alarak sevinci ona katladık. sonrasıysa çatır çatır flash 5! flash 5'in kullanımı daha kolaydı. motion tween ve onunla alakalı birçok şeyi 5 ile öğrenmiş bulunduk. ayrıca actionscript'e de küçük bir giriş yapmıştık. hollywood filmlerinde blip blip sesleri çıkaran imleçli bilgisayarda kod yazan insanın ketum mağrurluğuyla ona buna hava atıyorduk. tabii bu sıralar bir de ezikler için swish diye bir program çıkmıştı. bu, flash'ın yazılı olanıydı. yazılar yazıp bunları alengirli animasyonlarla hareket ettirmek suretiyle banner hazırlayanlar mantar gibi türemişti birden... bunları swf formatında kaydedemeyenler veya kaydedip de sitelerine yükleyemeyenlereyse panama'ya nerden gidileceğini soran korsan sürüsüne cevap veren panama'yı çoktan yağmalamış henry morgan gibi göbeğimizi tuta tuta gülüyor idik.


 işte 128 mb ram ve 10 gb harddiske sahip bilgisayar ve ben (o saç stilinin sorumlusu kimdir bilmiyorum)

 
sonraki dönemlerde, özellikle benim bilgisayarın toptan servisdışı kaldığı lise 2 yaz tatiline kadar flash mx çıktıysa da 5'in kullanım rahatlığına sahip olmadığı düşünülerek kullanılmadı. sonra bilgisayarsız geçen, hayatımın tartışmasız en sıkıcı 1 yılının ardından üniversiteyi ilk yılda kazanamamamın faturası bilgisayarın yokluğuna kesilmiş, canı sıkılan insan kendini derse de veremez denerek o zamanki şartların en iyisi bir bilgisayar alınmıştır (sene 2004). tabii yeni bilgisayar aldırmış olmanın gazıyla bir de adsl abonesi olunmuş, bünye sevinçten kudurtulmuştur. adsl ile birlikte internetten yazılım alanındaki tüm yenilikler yakından takip edilmiş, tez elden flash 8 indirilip kurulmuştur. flash 8 ile acayip interaktif siteler yaparak falan ego nal gibi yapılmış, kusursuz çalışan loading ekranı sayesinde avusturya arşidükü ve katalunya çokoprensiyle eşit statüye gelinmiştir. ayrıca bir yazılımcı kadar olmasa da, actionscript kullanımı da iyice geliştirilmiş, butonların objelerle uyumu, küçük objelerin hızlı yüklenmesi ve web sayfalarıyla entegrasyonu konularında ciddi atılımlar yaşanmıştır.

kullanım kolaylığı ve esnekliğiyle her türlü ihtiyaca cevap veren, can sıkıntısı gidermekten tutun da alengirli projelere kadar her şeyi yapmanıza imkan tanıyan, powerpoint kullananların yanında tamamen kendinize ait tasarımlarınızla sunumlarınızı tek kişilik gösteriye çevirebileceğiniz, üstüne bir de hayvan gibi site yapmanıza olanak tanıyan, eve gelen misafirlerin çocuklarını denek olarak kullanabileceğiniz psikolojik deneyler bile hazırlanabilen flash, bilgisayar programlarının gıralıdır diyorum ben. kabul edileceğini bilsem word'ü falan siler, ödevlerimi bile flash'ta yazarım!

17 Aralık 2009 Perşembe

anlamını bilmediğiniz kelimelerle dükkan açmayın kardeşim

efendim gün geçmiyor ki bir saçma şey daha görüp afallamayayım! izmir'e son gittiğimde buca'da bir seyahat şirketinin adı beni yine tam beynimden vurdu: ENIGMA TRAVEL! ulan insanoğlu olarak trafik kazalarına falan açık bir yapımız var. bu yüzden insan seyahat firmalarında aşina olduğu bir güven duygusu arıyor. yani benim umrumda değil aslında ben nerde ucuzsa oraya giderim ama mesela bir hakiki koç ile hakiki tavşan veya flamingo diye 2 firma karşılaştırılsa mutlaka koç olanı seçerler. neden koç? çünkü koçun üstüne binip deehh diye bağırılabilir, koç insanı süser, güçlü bir hayvandır falan ama en önemli özellik şudur: koç hayvanı bilinen bir hayvandır. tavşan gibi tekinsiz, flamingo gibi zayıf değildir. flamingonun adı bile türkçe değil lan! ama adam tutmuş enigma travel diye bir firma kurmuş. oğlum bu ne? enigma travel giderken sağda, gelirken sağda... ama ben biliyorum onun sebebini. adam kesin bir yerlerde gördü bu enigma kelimesini "hele ne güzel kelime lan" dedi ve seyahat firmasının adı enigma travel oldu. adam o gün şans eseri rectum veya scoracratia gibi bir kelime görse muhtemelen firmanın adı bu olurdu.

ayrıca unutmadan belirteyim manisa'da da bohem düğün salonu diye bir yer var

7 Aralık 2009 Pazartesi

peynir kokmak

efendim bazı insanlar peynir kokar. nedendir bilinmez ama bu böyledir. tabii peynircilikle uğraşan biri peynir kokabilir ve peynir kokusu öyle çok da kötü bir koku değildir aslında ama çok alakasız bir insandan gelmesi kişiyi zaman zaman şaşırtır. mesela ortaokulda bizim sınıfta bir kız vardı. yanına yaklaşınca buram buram peynir kokardı. başta, pek etik olmayacağından bundan sınıftaki birkaç yakın arkadaşıma hiç bahsetmedim fakat daha sonra başka bir arkadaşım da aynı kanıya vardığını söyleyince bu kıza uzun süre acımayla karışık bir şefkatle yaklaşmıştık. bir soru sorduğunda falan o dönemlerde her kıza yapılan gibi terslemek ve dalga geçmek yerine güzel güzel izah ediyorduk. herhalde bir peynircide falan çalışıyor veya köyde yaşıyor da peynir yapması gerekiyor falan diye. zaten görünüşüne pek özen gösteren bir kız değildi. şişmandı da... o yüzden bu yöndeki düşüncelerimiz kuvvetleniyordu. bir gün okula gemiden bozma bir bmw ile geldiğini görmüştük. direksiyonda fırça bıyıklı, kır saçlı bir amca vardı. sonra biz bu kızı takibe aldık ve birkaç soruşturma ve takipten sonra, şehrin tartışmasız en güzel evinin bunlara ait olduğunu ve babasının süper zengin olduğunu keşfettik. yani barok tarzda (burada en ufak bir şaka yoktur. bildiğiniz barok!) dizayn edilmiş bir malikaneleri vardı. quadruplex idi kendisi (tabii öyle bir terim varsa... 4 katlı yani). sonradan, parayı nerden, ne miktarda, nasıl kazandıkları falan konumuz değil. asıl konu şu: garajında bir bmw 7, bir mercedes s320 olan, 16. yüzyıldan kalma bir şatoda yaşayan bir hanım kızımız (muhtemelen peynire elini değirmez. hatta başkasının bile eli değmez o peynire! el değmeden hazırlanır ve çatalla tüketilir) neden peynir kokar? işte hiçbir zaman cevaplanamayacak bir soru...

5 Aralık 2009 Cumartesi

bu şakayı kim yapıyorsa bir adım öne çıksın

duble hörmetli merope gaunt sayesinde tanışmayı akıl ettiğim google analytics'in ilk kahkaha krizi meyvelerini toplamış bulunmaktayım. bloguma giren insanların google'dan aratarak geldikleri keyword'lerin tam ve sıralı listesini görünce bunun bir şaka olduğunu düşünmekten başka bir şey gelmiyor aklıma. bu yüzden bunu yapan itiraf ederse iyi olur... işte o liste!


1- adam dövme teknikleri: ulan adam dövmenin tekniği mi olur? hadi karate, judo, aikido falan belli bir teknik içeriyor diyelim ama adam döverken neyin tekniği lan?! yaradana sığınıp girişme gibi evrensel ve muhafazakar bir teknik varken daha neyin tekniğini aratıyorsun google'da? bir de benim blogda ne görmüştür ve gördüklerini hasmı karşısında tecrübe etmiş midir ayrıca merak ediyorum.

2- arka sokak karakol polis: bu adamın ciddi sorunlar yaşadığını anlatmaya gerek yok sanıyorum. buna gerçekten uyduracak bir şey bulamadığım gibi amacını da çözebilmiş değilim. arka sokak adlı bir dizi var ve onun bölümlerini seyretmek için yazmış olabilir ama neden karakol ve polis?

3- bez bebek dizisi nasıl bir teknikle çekiliyor: şimdi kamuoyu şunu merak ediyor: bez bebek dizisinde kullanılan teknikleri alman dışavurumcu sinemasıyla bağdaştırmak mümkün müdür? mümkündür tabii! hatta okeyi dışa vurdurup rakiplere biner puan kaktırmak da mümkündür. aslında bez bebekteki tekniği bir dönem ben de merak etmiştim, evet. 7 gün 24 saat yayınlanan bir diziyi çekmek için ne tür bir insan kullandıkları aklımı kurcalamadı değil. o yüzden bu meraklı vatandaşa çok şaşırmadım.

4- HANNAH MONTANA'NIN OYUNLARI AMA SIRF HANNAH MONTANA: bazen hannah montana oyunları diye aratıyoruz ama yanında chuck norris de hediye geliyor. öyle olmasın! lütfen sakın öyle olmasın rica ediyorum. hannah montananın oyunları ama sırf hanna montana gözünün çapaklarını yalayayım abiler ablalar 7 yaşındaki çocuğumu keserim başkası olmasın

burada tabii sevgili ziyaretçilerimizi küçük düşürmek istemiyoruz. yoksa istiyor muyuz lan? yok yok istemiyoruz ama çok komik yahu ben napayım

3 Aralık 2009 Perşembe

2 yaş sendromu

bayramda eve gelen misafirlerin çocukları sayesinde psikanaliz disiplinine böyle bir kavram kazandırmış bulunmaktayım. aslında hayat 2 yaşındaki bir çocuk için çok zordur. bu yüzden ortada hiçbir sebep yokken birden duygulanıp ağlamaya başlıyorlar. insan 2 yılda hayatın acımasızlığıyla ilgili çok şey öğrenir. uçuk mama fiyatları, ikinci oynamada kırılan oyuncaklar, klavye tuşlarının kocamanlığı gibi faktörler bebeği bu genç yaşında türlü acılara gark etmektedir zaten... bir de anne-babanın oyuncak tren, çizgifilm kanalı gibi hayatî meselelere karşı takındığı duyarsız tavrı, zaten zor bir hayata sahip olan bebeği iyicene çileden çıkarır ve bebek de feryadı koyuverir haklı olarak...

30 Kasım 2009 Pazartesi

sonunda o aradığım müziği buldum

hangi türk filmlerinde çıktığını bilmemekle birlikte özellikle cüneyt arkın'ın silahı bel hizasında doğrultup suçluya doğru yürüyerek bir şeyler söylediği sahneleri bulunan türk sinemasının film noir örneklerinde çok meşhur bir müzik vardır. ağzımla falan taklit etmeye çalıştığımda bu müziği herkes tanır ve istemışı kahkaha atmaya başlar, çünkü o denli rezil bir tınısı vardır. insan o sahnede huşû içinde kitap okuyor bile olsa o müzikle olay bir aksiyon sahnesine dönüşebilir. işte o müziği buldum sonunda! ve siz sevgili bilog gardaşlarımla paylaşmaktan gurur duyuyorum! müziğin adını ve kime ait olduğunu bilen bizimle paylaşırsa sevinirim...


ayrıca "dur! yüzüne dokunma. güzelliği lazım bize..." dedikten sonra asıl kendisinin gözüne gözüne indirmesi de ilginç bir detay

24 Kasım 2009 Salı

gerizekalı kpds soru üreteci

kpds soruları birbirine o kadar benziyor ki artık kpds soruları üretmeye karar verdim. kpds sorularında sorunun hatalı olup olmaması önemli değildir. önemli olan şeyler abd ve politikalarının haklı çıkarılması, takıntılı bir şekilde petrolden bahsedilmesi, gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızlarının verilmesi falan filan... kpds'yi geçen herkes petrol ticareti yapacakmış, kimse newsweek veya wall street journal dışında bir şey okumak için öğrenmiyormuş gibi. bu noktadan hareketle ben de kpds soruları yazabileceğimin farkına vardım (o gerizekalı kişisel gelişim kitaplarında geçen cümleler gibi oldu) ve kendi sorularımı üretmeye karar vermiş bulunuyorum. ayrıca soruları doğru cevaplayan 5 kişiye blogumuzdan temiz hava ve bol gıda! işte örnekler:

1- America's means of attaining its goals in Iraq have always been simple. Laying groundwork for democratic infrastructure through __________ defenseless civilians, and reestablishing the corrupted justice system through __________ people for no reason and torturing them constantly are the main means of providing Iraq with democracy.. Although these ways are cruelly criticized, this is the natural procedure in Iraq's way to democracy.

a) defending / wasting
b) humiliating / imprisoning
c) fucking / screwing
d) eploying / caressing

2- The biggest exporter of oil in the world, Saudi Arabia is full of _______________ wealthy enough to purchase football clubs in England, and also people too poor to afford a loaf of bread. This can never be criticized, though, as you are always _______________ losing your head.

a) caretta carettas / destined for
b) happy people / fond of
c) sons of bitches / in danger of
d) those /

3- As OSYM, we are way too moron to create our own questions. Thus we steal stories from the magazines like Newsweek and The Economist. We are even amazed at how on earth we have been able to write this question. That's __________!

a) fucking delicious
b) fantastic
c) incredible
ç) haha! a new choice
d) it

4- Gas emissions in the United States are skyrocketing. The biggest reason for this is the use of small coupés with engines big enough to _____ a plane _____. Although one can hardly reach the top speed of a muscle car, a big engine is considered vital for _____   _____.

a) take / off / showing / off
b) drive / by / rolling / out
c) running / high / a difficult / wheelie
d) wash / up / fucking / inside

10 dakikada bu kadar sıçabildim ama az daha kassam ösym'den daha kaliteli paragraf soruları bile hazırlarım. işin sırrı manyakça ülkelerden, devletlerden, benzinden gazdan falan bahsedip durmak. hayatımda sıkıldığım için yanlış yaptığım tek sınav bu kpds bokudur...

her şeyi hayata benzeten metafor tembelliği

nedir lan bu hayattan istediğimiz? benzetmediğimiz şey kalmadı! nere bir entel kişilik görsek hemen hayatı bir şeye benzetip etraftaki insanları mest ediyor! ben de bu durum ilgimi çektiğinden beri aklıma gelen her şeyi hayata benzetmeye başladım ve çok müspet sonuçlar elde ettim... hem de entel konuşma tarzıyla aktarıyorum bu tecrübelerimin neticelerini:

1- hayat bir bardak çay gibi değil midir azizim? ince beline tutulup hangimiz yakmadık elimizi?
2- hayat bir çanta gibidir aslında... dertleri içine attıkça ağırlaşır.
3- hayat biraz da teknosa kataloglarına benzer hürmetli dostum... ilk sayfalarında televizyon, son sayfalarında
 tansiyon aletleri vardır.
4- hayat bir yandan da toplu mouse gibi değil midir aziz dostum? pisliklerini temizlemedikçe rahat kullanamazsınız.
5- belki de bir post-it gibidir. izinizi bırakıp bir yere yapıştırmadıkça sizi kimse hatırlamaz.
6- hayat biraz da bifa'nın halley'i gibidir. yaldızlı paketini heyecanla açıp bok gibi bayat bir şeyle karşılaşırsınız.
7- ne güzel söylemiş bilgisayarcı, hayat usb kablosu gibidir derken, varlıkla yokluğu birbirine bağlayan...
8- aynı zamanda ayna gibidir de... ne kadar yamuk bakarsanız o kadar fazla şey görürsünüz.
9- ah azizim unutmadan, biraz da delik prezervatife benzer. umarsız bir tutam zevk için sizi mahveder.
10- elif şafak'ın aşk kitabı gibidir de aynı zamanda... pembe bir tuğladır, can sıkmaktan başka işe yaramaz.
11- slavoj zizek'in david lynch üzerine yazdıkları gibidir. anlaşılmayanı daha da anlaşılmaz kılar...
12- biraz da şampiyonlar ligi maçlarına benzer mîrim. görkemli açılış müziği çalar durur ama 1-2 gol anca atarsınız.
13- gençlik dönemlerimde de webcam'e benzetirdim şahsen... buna uyduracak bir şey de bulamadım lan... neyse
14- hayat bir squash seansı gibi de değil midir aynı zamanda? topu tam elinizden çıkardığınızı sandığınızda çarpıp size dönmez mi? bu da yetmezmiş gibi aynı kısır döngü için topa yetişmeye çalışmaz mısınız?
15- lider makine üreticileri gibidir de... liderliği ne zaman eline aldığının farkına bile varmazsınız

işte görüldüğü gibi binlercesini üretebiliriz. dünya üzerindeki her şeyi hayata benzetebiliriz. bu yüzden artık lütfen hayatı bir şeye benzetmeyin. "aslında hayat da biraz x gibidir" demeyin lan! başka bişeyleri bişeylere benzetin mümkünse

21 Kasım 2009 Cumartesi

kollektif bilinçaltındaki deniz adamı imgelemi

bu dünyada anlamadan öleceğim şeyler olduğu için sevinirken, anlayamadan öleceğim şeyler olduğu için üzülüyorum. anlamamakta direnmeme rağmen anlayamamanın beni üzdüğü şeylerden biri denizle haşır neşir olan insana yüklenen derin anlamlardır. tamam, denize bakınca insan türlü efkâra gark olurmuş falan filan ama bu kıyıdan biraz açılıp balık tutan her adamı filozof yapmaz ki... özellikle alkol alan birisi çevresinde bulduğu ilk balıkçıya "bu hayat çekilmez be reis!" der. balıkçıysa siktir git dercesine bir bakış atar ama bu bakış o adam için öylesine mânâlıdır ki o ilk sözü bir de "halimden bir sen anlıyorsun be şevket kaptan!" şeklinde bir coşku boşalımı takip eder. anlamıyorum ulan! hadi denizle uğraşmak zor iştir, bu yüzden bu adamlar halden anlar gibi bir nedensellik uydurduk diyelim. neden özellikle balıkçı? felsefenin ege sahillerinde başlaması sonucu düşüncenin deniz kenarını ve balıkları çağrıştırmasının tetiklediği başka bir çağrışım mıdır acaba bunun sebebi? saçmaladığımın farkındayım ama televizyonda, orda burda bunu gördükçe, balıkçı teknesinde rakıyla balık yemenin o karmaşık kodlarla belirlenmiş simulakrasından insanların inanılmayacak kadar fazla etkilendiklerine şahit oldukça merak ediyorum, sorun bende mi acaba? balıkçı teknesinde balık yemekten alınan haz her insanda built-in midir? bende inanılmaz duygular uyandırmadığı gibi balıkçıları bütün varoluşu çözmüş, tinle beslenen canavarlar olarak görmeme de sebep olmuyor. tam aksine, sırf trend olduğu için şiir yazan kızlardan ve erkeklerden nefret ettiğim kadar nefret etmeme sebep oluyor böyle şeyler. birileri allah rızası için artık yok etsin şu modayı da gidip balıkçı teknesinde balık yiyelim, rakı içelim...

20 Kasım 2009 Cuma

hanımın çiftliğindeki herif

bugün huşû içinde kitap okurken televizyonda hanımın çiftliği tangırdıyordu. sadece tanınmış bir yazarın romanından uyarlandığı için övüldüğünü duyduğum basit ötesi bir konu ve siktiriboktan bir romansın ürünü olan bu, çizgifilmin seks imalısı olan dizi umrumda bile değil fakat başroldeki adam şener şen olsa daha güzel olmaz mıydı? bu adam şener şen taklidi yapıyor lan! bence telif hakkı ödemeli...

18 Kasım 2009 Çarşamba

ingilizce konuşma kursu

bazen bloga bir şey yazdığım zaman o şeyin yazdığım son şey olduğunu düşünüp belli belirsiz bir ümitsizliğe kapılıyorum. sanki başıma gelebilecek bütün ilginç olayları bu blogda listelemişim gibi hissedip hayatımın bundan sonraki kısmında yazmaya değer bir şey olmayacağı hissi sarıyor tüm benliğimi (oha abartıya bak)... fakat şimdi düşündüm de her gün duyduğum veya gördüğüm en saçma şeyi yazsam bu blog sadece o malzemeyle kıyamet kopana kadar gider (ben ölünce kopuyor, evet). ana haber bültenini saymazsak bugünkü saçmalık dozajımın en etkili kısmı şüphesiz "ingilizce konuşma kulübü" diye bir şeyin varlığını fark etmem oldu. tamam, ben okuma ve yazma konusunda hiç zorluk çekmememe rağmen konuşma konusuna eksikliklerim vardır ve ingilizce sonuçta benim para eden tek vasfım. buna rağmen ben bile iyi konuşamıyorsam sokaktaki adam buna daha derin bir açlık duymamı? duyar... ama kavram çok saçma değil mi? hazırlık sınıflarında ingilizce konuşma zorunluluğu koyarlar da yanında oturan hüseyin'in, arkada oturan fadime'nin bir hayalet tarafından ele geçirilmiş gibi (bu ara haunt veya possess kelimelerinin karşılığı yok sanırım türkçede) veya oz büyücüsünde diploma aldıktan sonra akademik laf salatasına yakın bir üslupla sayıklamaya başlayan teneke adamı andırırcasına hastalıklı bir şekilde ingilizce konuşmaya başlamasının zorunluluktan olduğunu bilmenize rağmen orada gülmeden kendinizi tutarsınız ve arkadaşınız fadime'nin "cheque" kelimesini "çikûûûû" diye okuması bile sınıftaki o ciddi havayı bozmaya yetmez. çünkü siz de herkes kadar o hastalıklı moddasınızdır ve sürekli gerçeğin hüküm sürdüğü saçmalık ülkesine arkanızdan uzay aracına esnek bir lastikle bağlanmış bir şekilde ilerledikçe o dünyanın bir parçası olmanıza rağmen arkanızdaki simgesel düzen lastiği siz ilerledikçe gerginleşir ama teneffüs zilinden önce kendinizi yeniden uzay aracınıza fırlatamazsınız ve nefesinizi tutmak zorundasınızdır. utanmasam ders arasına bu yüzden teneffüs denmiş derim.

işte bu adamlar bu manyaklığı istenen bir şey haline getirmişler. ve ayda 250 lira alıyorlarmış bir öğrenciden! yabancı hocalar eşliğinde... bu işin tonla yöntemi var. tv'de orijinal diliyle film veya dizi seyret. evde kendi kendine konuşma alıştırması yap falan... hatta daha da merak eden varsa işe yaraması garanti olan bütün yöntemleri öğrenmek istedikleri konusunda bir mail göndersinler, ben onları aydınlatayım. bundan gerçekten kaçmam ve elimden geldiği kadar yardım ederim. sonuçta ortada bir üretim yok ki! bunca yıl ingilizce konuşuyor musun diye soranların evet cevabı alınca hemen arkasından büyük bir heyecanla "KONUŞ!" demesinin saçmalığını klişe oluncaya kadar sayıklayıp durmadık mı?

aslında banane tabii... isteyen gidip istediğini yapabilir, beni ilgilendirmez ama bu kulübü günün en saçma şeyi ilân etme hakkımı saklı tutuyorum...

17 Kasım 2009 Salı

viyana'yı alamamamış olmamızın faydaları üzerine

ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimimiz boyunca hep viyana'da dev bir kapı olduğundan, o kapıya orducanak dayanmamıza rağmen bir türlü kırıp içeri girememiş olmamızdan dem vurup durduk. sanki viyana kapılarını geçsek dünya için çok matah bir şey olacakmış gibi topluca üzülürdük bu duruma. zaten o dönem her çocuk maruz kaldığı ideoloji ve televizyon programları yüzünden manyak gibi güç fetişisti olduğu için alayına gittiğimiz osmanlı döneminde türklerin gerçekten muhteşem durumda olduğunu sanmaktadır. tuvalette her zaman ilginç fikirlere gark olan ben de bu durum üzerine kafa yordum ve bu şekilde neden daha iyi olduğunun sebeplerini çıkardım...

osmanlı viyana'ya hakim olsaydı

1- dava ve dönüşüm gibi 2 kitap yazan kafka deli diye tımarhaneye kapatılırdı. kapatılmasa bile dava'dan sonra kitabı tamamen yanlış anlayan bir kadı tarafından komploya kurban gidebilirdi. dünya, yabancılaşmanın etkilerini belki de en iyi anlatanlardan biri olan franz kafka veya yeni adıyla ferhan kafkas'a yabancı kalırdı.

2- oedipus kompleksi ve kastrasyon korkusu gibi kavramları ortaya atan freud'un osmanlı uleması tarafından saygıyla karşılanacağını beklemek pek mantıklı olmaz sanıyorum. muhtemelen en başta kendisi hadım edilir ve harem psikologu olurdu.

3- belki tek iyi etki mozart için olurdu. türk san'at musıkîsine yeni bir soluk getiren dahi çocuk wolfi, yeni adıyla vasfi ahmet bozar avusturya'da olduğu gibi genç yaşında fakirlikten ölmez, sarayda orkestra şefi falan olurdu. figaro'nun düğünü kanto için bestelenir, figaro'nun kına gecesi, figaro'nun sünneti gibi versiyonlarıyla seyirci eğlence manyağı edilirdi. ayrıca kendisinin mehter takımı için de çok etkili eserler besteleyeceğinden şüphe yok.

4- valsin babası johann strauss da en çok nihâvend veya rast makamında yazacağı eserlerle tanınırdı. saray orkestrasında vasfi ahmet bozar'la birlikte türk musıkîsine çağ atlatır, ayrıca meşhur blau danube de nihâvend makamında baştan yorumlanırdı.

5- ludwig wittgenstein maşasıyla sobada kestane közler, karl popper ise kestaneleri löp löp mideye indirirdi. ikili arasında bir düşmanlık değil, güzel bir dostluk doğar, felsefe dünyası kazanırdı.

6- michael haneke'nin filmleri türk aile yapısına uygun bulunmaz, başta bulunsa bile sonradan filmi yakılır (bkz yorgun savaşçı), ve şer'î hükümlere göre tez elden kellesi alınırdı.

demek ki neymiş? bir ilâhi tasarruf varsa bizim viyana kapılarını aşındırmakla kalmamız üzülünmesi gereken bir şey değilmiş! zaten bir de cermen açılımını falan ülke kaldırmayabilirdi...

16 Kasım 2009 Pazartesi

fuck you, ösym

bilindiği üzre dün ales sınavına girmiş bulunmaktayım. ales, bitirilmesi pek mümkün olmayan bir sınav olduğundan soruları ışık hızında çözmeniz gerek. ancak ösym'nin yanlış sorularıyla bu ne kadar mümkündür bilmiyorum. soruyu buraya dün yazacaktım ama bugün soru kitapçığının yayınlanmasını bekledim. ordan ekran görüntüsü alıp buraya koyuyorum...



bu sorunun cevabını ben %8 kâr buldum. sayısal bir bölümden mezun olmamış olmama rağmen kullandığım yöntemden ve sonuçtan da eminim. pantolonun fiyatı değil de maliyeti gömleğin 2 katı olursa cevap %10 çıkıyor, ki doğru cevap olarak da ösym cevap anaharında onu göstermiş. bu sorunun üstünde yaklaşık 5 dakikamı harcatan ösym'nin de allah belasını versin diyorum.

14 Kasım 2009 Cumartesi

salçalı yumurtalı makarna

ölene kadar sırayla deneseniz bitiremeyeceğiniz iğrenç yemek tariflerinin kol gezdiği kadın bloglarının çok revaçta olması sebebiyle ziyaretçi ıkıntısı çeken kişisel bok çukuru böyle bir olta atmayı dener. az önce yediğim ve çok güzel olan yemeğin detaylarını sizlerle paylaşmaya karar verir... işte tarif:

malzemeler:
2 adet yumurta, 1 paket makarna, ½ yemek kaşığı falan salça.

hazırlanış:
1- makarna yapılır.
2- 2 adet yumurta ve ½ yemek kaşığı falan salça kullanılarak salçalı yumurta yapılır.
3- makarna yeneceği sıra salça - yumurta alaşımı madde makarnanın üzerine dökülür.

zaafiyet olsun (: zukuli <--- sevimli gülüş

kültür ekonomisi ve coğrafya dergileri

ülkemizin en belirgin özelliklerinden biri de kültürlü olmakla coğrafya dergileri arasında bir bağlantı olduğu sanrısıdır. insanlar kültürlü olmayı dünyanın alakasız bir noktasındaki 4 kişilik kabilenin saçma inanışlarını öğrenmekten ibaret sandığı için ve adına kültür denmesi konusunda büyük ölçüde anlaşmaya varılan şey de artık paketlenip hazır bir şekilde tüketime sunulduğundan kültürlü olmanın faturası ayda ortalama 5 liraya indirgenebilmiş durumda. hatta lisede bile coğrafya öğretmeni diğer öğretmenlerden daha kültürlü görülür hep... çünkü diğer öğretmenlerde kendi alanlarında bile yeterince bilgi yoktur ama coğrafya hocası yetersiz + national geographic olduğu için onun artısı vardır. tabii edebiyat hocalarından da böyle bir şey beklenir ama onlar da kemalettin tuğcu, elif şafak, ayşe kulin batağına saplanmış ve zihinsel gelişim düğmesini off konumuna getireli yıllar olmuştur. peki neden ortalıkta dolaşan bir sürü coğrafya dergisi diğer dergilere yeğleniyor? bu konuda benim de net bir fikrim yok. mesela bilim ve teknik de okunabilir ama onun insanı kültürlü yapmaktan ziyade bilgili yaptığına inanılır. örnek olarak sallıyorum, intel'in geliştirdiği yeni mikroçipten bahsedip yakında insanların çatır çatır izleneceğini ileri süren biri diğer tarafta koku boku adlı bir kabilenin şelalede yıkanıp kaplumbağa yediğini söylemesinden daha az ilgi çekecektir. birinci haberin dünyadaki her yaşamı direkt olarak ilgilendirme ihtimali bulunsa da bu yoksayılır ve coğrafi farklılık üzerine kurulu olan şaşırtıcı bilgi tercih edilir. buradan hareketle kültürün zaten farklı kültürlerden bahsetmesi gerektiği sonucunu iddia edenler olacaktır. onları değiştireceğimi sanmadığım için bir kenarda bırakmayı yeğliyorum. fakat asıl mallığı söyleyeyim: neden kimse zihnini çalıştırıp çevresinde olan biteni daha zekice anlayıp yorumlamaya çalışmak yerine coğrafya dergileriyle kendilerini tatmin eder? cevap aslında çok basit. kütüphaneden sözgelimi bir nietzsche kitabı alacak olsa onunla uğraşması, onu anlaması gerekecektir. onun sayesinde çevresinde dönen siyasi olaylardan teknolojinin yarattığı benlik kaybının iktidar tarafından kullanımına, dinin kullanım alanlarına kadar birçok konuda ham bilgiyi edinip onu işleyerek hayatına uygulaması (tabii bu aşamaları insan bilinçli olarak yerine getirmez) mümkün olacaktır. tabii bütün bu kültür resmini romantik bir çerçeve içinde alıp bazı detayları ezberlemek varken ham bilgiyi işlemekle kim uğraşsın ki? bu kültür tüketicilerini avlamanın tek yolu da coğrafya dergisi değildir tabii... türkiyede bir sürü dizi sırf bu amaçla yapıldı. mesela daha dün gece gördüğüm hanımın çiftliği, vakt-i zamanında yayınlanan hatırla sevgili falan... bunlara yaptıklarının ne kadar boktan şeyler olduğunu söylediğinizde gelen argüman da çok basittir: "ama onlar türkiyenin gerçekleri!" hemen o anda peki, anlıyorum diyerek uzaklaşmak gerekir aslında... o şeyler "türkiye'nin gerçekleri" olduysa kültürü tüketim objesi olarak görüp zihnini çalıştırmayan, çevresindeki tabu duvarının arkasındaki objektif bilgiyi hazmedemeyen sizlerin sayesinde olmadı mı? ama o önemli değildir. öyle bir şeyin farkında bile olunmamıştır. sadece plaktan por una cabeza veya strangers in the night çalarken dans eden sevgililerin dışarda tankların yürümesiyle irkilip evlerinden alınmasının yarttığı acı vardır. sonrasında en yakın migros'a gidilir ve girer girmez görülen kitap standından darbe günlükleri türünde adı olan ucuz kitaplardan alınır. bu şekilde kültürlü olunacaktır. görüldüğü gibi yapılan salaklık hep aynı. sebebi ve sonucu yorumlamak yerine hazır bilgiyi satın alıp ezberlemek. yani coğrafya dergilerinin yaptığı şey... bak yine sinirlendim yahu! ve şu an masanın üstünden bir adet geo ve bir adet national geographic bana doğru bakıyor! dominik cumhuriyeti hakkında bilgi veriyormuş... bi git!

11 Kasım 2009 Çarşamba

kişisel bok çukurunun diğer bloglardan farkı nedir?

1- blog alemine baktığımızda "hastalıklı bir aklın saçma düşünceleri" gibi başlıklar görürüz. her konuda ahkam kesmeyi kendilerine görev edinen blog yazarları nedense kinik bir kendine güvensizlik maskesi altından yapar bütün yorumlarını. aslında bu kültürün gerisinde dervişçe bir geri çekiliş veya ingilizcede zınk diye anlamının alnından vurulan kullanımıyla "desistance" yatsa da bu, blog mantığıyla çeliştiğinden gereksiz bir duruştur. bu çekingenlik ve anlamsız tevazudan sıyrılabilen bloglar olsa da blogların çoğunluğu bu yöndedir. fakat kişisel bok çukuru kesinlikle böyle değildir. sonuna kadar iğrenç bir yerdir ve içine düşene zarar verir. buna rağmen dünyanın en iyi blogu olarak tartışmasız olarak kendisini seçer. tartışmaya girecek blogu da dikkate almaz.

2- 2. bir madde gelecekmiş gibi meraklandırır ama 2. bir madde öne sürmez ehe ehe

xbox 360 aldatmacası

bugüğne kadar xbox 360'ı kendi başına, playstation'dan bağımsız bir oyun konsolu sandık durduk değil mi? kazın götü hiç de öyle değil işte! rukneddîn cevdet kekremsi bir sahtekârlığı daha gün yüzüne çıkarıp gözler önüne seriyor (her ne kadar ikisi aynı anlama gelse de)



haydi dağılın bakalım şimdi... daha öğreneceğiniz çok şey var

biz boşuna kasıyoruz



şu videoyu gördüm göreli hayata bakışım kaydı resmen. düğünlere aşırı maruz kalırken diş fırçasına pek bulaşmamış bu güzel kardeşimizin bir tür beatbox yaptığı bu videoyu gördükten sonra bu yaşam içinde fazla bir şey ifade etmediğimi anladım. oğlum ben ne kasıyorum lan? ales çalışıyorum, boş zamanlarımda kitap okuyorum, blog yazıyorum, playstation oynuyor, burnumu karıştırıyorum. peki elime geçen nedir? hiçbir şey! fakat şu adamdaki tatmin duygusuna bakın sevgili okurlar! sanki bütün bir ankara müziğini tek başına ayakta tutuyormuşçasına bir kendine güvenle seyircinin gözlerinin içine bakarak "oğlum boşa kasıyorsun! bunu yapamıyorsan bir hiçsin!" der gibi bir ihtişam ve azametle duruşu adeta hafızalara kazınıyor. özellikle 52. saniyeden itibaren judas priest solosu atan birinin maharetli ellerini konuştururcasına bir hareketle yaptıkları beni benden alır götürür, bırakır 12. meridyen dolaylarına... hayatı bir daha hiç sevmeme bahasına izleyin aziz dostlarım...

öğrenci dövme teknikleri

ben neden ara sıra zamanda yolculuk yapıyorum hala anlayabilmiş değilim. ara sıra gerçeklikten kopup (bu arada gerçeklikten kopuşun da bokunu çıkardılar lan! şimdiki gençlerin hepsi zaten gerçeklikten kopuk. böyle ellerine love me yazıp dizlerini birbirine dayayıp ayakları açmalar, arka planı bulanıklaştırmalar falan...) tamam lan vazgeçtim gerçeklikten kopmaktan! kopmadan, uyumaya doğru falan veya tuvaletteyken aklıma hep böyle okul anılarım falan geliyor. bugün de düşünürken hayatımın en travmatik dönemi olan öğrencilik hayatım boyunca edindiğim dayak deneyimlerini müzik türlerine göre sınıflandırabileceğim fikri aklıma geldi. gerçekten de bazı hocalar adeta bir dayak orkestrasının bestekâr şefi gibi güçlü bir duruşla öğrencilerini pataklarken, diğer hocalar arabesk sanatçıları gibi ağırbaşlı ve muhafazakâr, kimi hocalar ise bir hardcore metal grubu gibi hoyratça girişirlerdi öğrencilerine...

bu dayak tarzlarını maddeler halinde sıralamak gerekirse:

1- klasik dayak: öğretmenin bol enstrünman yardımı ile ve düzenli yükselip alçalan notaları andıran şiddette girişmesidir. genelde kendine güveni tam olan, acemilik dönemini geçmiş, öğrenciyi dövecekse haklı sebepleri bulunan ve döverken bile kendine hakim olan hocalarda görülür. bu hocalar adeta bir sanat eseri gibi öğrenci döverler. kimisi beethoven gibi güçlü ve tutarlı girişip tamamen alman idealizminin kantçı ahlakını benimsemiş bir tavırla öğrenciyi yıldırma amacı güderken kimisi mozart veya tchaikovsky gibi sık ve çeşitli vuruşlar ve bazen metre, gönye, tebeşir gibi zengin enstrünman çeşidiyle dayağı adeta bir şölene dönüştürür.

2- arabesk / fantazi dayak: bu daha çok, meslekte yıllanmış, artık öğrenci dövmekten keyif almadığı gibi dayağın da çözüm olmadığını idrak etmiş olmasına rağmen anlık sinir boşalmalarıyla yerinden fazla kıpırdamadan öğrenciyi yanına çağırarak en rahat konumda öğrenci döven öğretmenlerde görülür. öğrenci çağırılır ve adeta kadere isyan edercesine öğrencilere "ooooğğlum yapma şunu artık yaaauu! 100 kere mi söyleyeceğiz ulan?" şeklinde cümleler eşliğinde girişilir ve ardından öğrencinin saçı falan çekilir. kendini jiletleyen bir arabesk fanatiğinin uslanmazlığına sahip olan öğrencinin aynı şeyi bir daha yapacağından emin olsa da, öğretmen öğrenciyi yerine yollar ve dersine devam eder.

3- heavy metal dayak: genelde mesleğe yeni atılmış genç kuşağın belli bir hümanizm psikozu döneminden sonra başvurduğu bu yöntemde belli kalıpların dışına çıkılmıştır artık... taze öğretmenimiz sanır ki öğrencilerin yaramazlıkları onları aşırı dövmekle önlenecektir. bu yüzden adeta kontrolden çıkmış bir elektro gitar solosu gibi, öğretmen, kendisine bile zarar verebilecek tekinsiz hareketler ve çok yüksek bir tempoyla öğrencisini pataklar ve asayişi sağlar. bazen kontrolü o kadar kaybeder ki 2-3 öğrenciyi aynı anda döver, kafalarını birbirine tokuşturur ve kendini tutamayıp küfür eder. hell fuckin yeaa!! işte dayak budur genç adam!

duyan da sanır ki 50 yılım okullarda geçti. yok lan sıradan bir öğrencilik sadece. ama sırf dayakçılar bizi mi bulmuştur nedir anlamıyorum ki... hele bir keresinde yemekhanede sırasında bir tokat yemişliğim var yüzüme yıldırım düştü sanmıştım. zeus musun be adam? bugüne kadar mermere mi tokat attın? çenemin açısı 4 derece kaydı abiler ablalar. sağa bakıp sola gülüyorum o günden beri... gerçi artık öğretmenler öğrencileri dövemiyormuş sanırım. zaten ne dövmekle kasıyorlar ki? yardır disipline hacı...

10 Kasım 2009 Salı

ağaçtan yaptım al



ey insanlar şu linkteki videoya bir kere bakın! namaz öğreniyorum vcd'sinden bir sinema başyapıtı. en önemli detayı en baştan veriyorum: videodaki celebrity kadir topbaş! başlıktaki meşhur repliği sarf eden de ondan başkası değil. tabii filmin görebildiğimiz kısmındaki tek sinemacılık başarısı da bu değil. zira filmin mizanseni olsun, repliklerin sapıkça düzgünlüğü olsun, ele alınan manevî konuların derinliği olsun tam anlamıyla bağımsız sinemanın ulaştığı son noktalardan biriymiş bu film. stv neden hala yayınlamadı anlamak çok zor. filmde birçok yeni teknik kullanılmış ama en can alıcı kısım tabii ki 1:27. dakikadaki "ağaçtan yaptım al!" oğlum insan mı yaratıyorsun orda? "şüphesiz biz düdüğü ağaçtan yarattık" falan de de tam olsun... tamam dini bir retorik benimsiyorsunuz ama duyan da ağacı kökünden söküp çalıyorsun sanacak. bir de aile bireyleri arasında geçen diyaloglar sim'lerin konuşması gibi. önce biri cümleyi kuruyor, sonra diğeri anlıyor, zihinde işleyip uygun cevabı düşünüp ortaya çıkan veriyi dil kasları ve dişler aracılığıyla karşısındakine iletiyor. böylesine çetrefilli bir işlem birkaç dakika sürüyor haliyle... ama şov bununla da sınırlı değil. 1:10. dakikada kızın hasret dolu bakışları ve sonrasında salıncağa ışınlanması ailenin kızlarında şimdiye kadar fark etmediği telekinetik özellikleri de ortaya çıkarıyor bir anda... ayrıca fitneci ninenin kolormatik gözlükleri de gözlerimizden kaçmıyor.

peki bu filmden ne anlıyoruz? insan boşu boşuna kasmamalıdır. sen istersen david lynch ol neye yarar içinde bir gıdım iman olmadıktan sonra? adam üstüne üstlük bir de istanbul büyükşehir belediye başkanı oldu lan! laleler falan dikti her tarafa... transcendentalist ne de olsa, ağaca bakıp düdüğü görüyor.

9 Kasım 2009 Pazartesi

twitter şeysi

twitter olayına ben de dahil olmuş bulunmaktayım. adresim şu:

https://twitter.com/member2remember

şimdiye kadar pek bir numarasını göremedim ama heralde iyi bir şey ki bunca insan üye olmuş... göreceğiz bakalım

jenerik öğretmen sözleri

çoğumuzun üzülerek, çocuk sahibi olanların artı bir de dehşete düşerek fark ettiği bir özellik vardır: öğretmenlik özelliği. biricik yavrularımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerin en yüksek erdem sahibi insanlar olması beklenirken, daha doğrusu gerekirken, özellikle belli bir yaşı geçmiş ve belli ideolojiler desteklediği için ilkokul öğretmeni olmuş vatandaşlarımızın genelinin insanın ağzını açık bırakacak derecede yüzeysel ve ağzını her açtığında klişeler açığa çıkaran, zihnindeki boşluktan adeta çürümüş beyin parçacıkları akıtan bir insan güruhu olması hepimizin bir dönem ya kanını dondurmuş ya da alay konusu olmuştur. ilginç olan ise, bu standartlara uymayan öğretmenlerin, ve hatta üniversitedeki hocaların dışlanması ve diğer türe alışmış öğrenciler tarafından bile yadırganmasıdır. peki bu giriş bölümünü neden yaptım? canım istediği için. burada asıl belirtmek istediğim ise ilkokul öğretmenlerinin %90'ının söylediği garip sözlerdir. örnek vermek gerekirse:

1- sen her sakallıyı deden mi sanıyorsun?

genelde öğrenci sıfatı, zamiri falan birbirine karıştırınca veya 1 ile -1 arasındaki farkı anlayamadığında bir anda açığa çıkar bu söz. neden illa bu kalıplaşmış deyiş kullanılır bilinmez.

kutsal öğrenci cevabı: sanıyorum ulan sanıyorum! karşı yönden ne gelse dedem sanıyorum, ne olacak? çöp arabasını dedem sanmışlığım var seni ne ilgilendir... aa... dede sen nerden çıktın?

2- türkiyeden 1 liraya alıyorlar kumaşı, 100 liraya pantolon olarak satıyorlar! veya alıyorlar kilosu 8 liraya fındığı, paketleyip 150 gramı 1.5 liraya çikolata olarak satıyorlar!

genelde kahvede gazete okumak dışında herhangi bir şey yapmayan, memur olmasa bir hitler, bir franco havasında yaşayacak hardcore milliyetçi öğretmenin sarf ettiği sözdür.

k. ö. c.: ya ne olacağıdı? zamanında ağır sanayinin ülkeye zarar vereceğini söyleyen de sen değil miydin? aman ne orijinal bir laf ettin. eskiden buralar hep üzüm bağıydı biliyorsun...

3- 45 yıllık öğretmenim, sizin kadar kötü bir sınıf görmedim!

k.ö.c.: belki de gördün ama hatırlamıyorsun.

4- sonra vay efendim söylemedi, vay efendim uyarmadı demeyin!

bu "vay efendim" kalıbı neden öğretmenler arasında bu kadar meşhur oldu anlamak çok zor. bir ödev veriyorsun, tamam. her ödev gibi, yapılmama ihtimali var. fakat hayatında kaç öğrencinin "vay efendim" diye konuşmaya başladığını gördün? mesela "vay efendim ben kalem sivriltecektim", "vay efendim beslenme çantamdan sadece 1 yumurta çıktı!" türünde cevaplar geliyor da biz mi duymadık yani? osmanlı beyzadelerine mi ders veriyorsun oğlum? kafandan aristokrasi mi yaratıyorsun lan kendi kendine?

k. ö. c. makamı çekiliyor artık burada...

8 Kasım 2009 Pazar

erken evlenmenin zararları üzerine


kaynak: http://answers.yahoo.com/question/index;_ylt=Aq_K6Ls3u9bv.5d1T2Kp5eojzKIX;_ylv=3?qid=20090922014626AAqNCZa

insanlar bas bas bağırıyor belli bir yaşa gelmeden evlenmeyin diye... hiç düşündünüz mü nedendir? işte bu yüzden... ortaokulu bitirmeden evlenirsen yahoo answers'da saçma sapan sorunlarına cevap ararsın. hanım kızımız demiş ki hamileyken seks yapsam karnımdaki çocuk hamile kalır mı? hadi cahilsin diyelim... aynı zamanda aptalsın da diyelim... ama bunu hastaneye veya sağlık ocağına gidip öğrenebilirsin. sonra yahoo answers'da neden benimle dalga geçiyorlar diye ağlama bari

7 Kasım 2009 Cumartesi

hayatın içinden

televizyon programlarında, kitaplarda, filmlerde, müziklerde deli gibi kullanılıyor bu tabir. sanki adam normalde saykedelik sanat yapıyor, hayatın dışından bildiriyor da hadi biraz da evin önünde sevişen kedileri anlatayım diyormuş gibi... bir sırça saray, bir fildişi kule havası yaratıyor bu tabir de kendisini kullananlarda... ben uzaktan görür, tespit yaparım, gerisine karışmam demeye getirir. hayatın dışında olduğu izlenimini yaratır. genellikle de "hayatın içinden"den kastedilen bilmemne kasabasındaki çömlek ustası falandır. ustanın yanına gidilir, işlerin kesatlığı hakkında bilgi alınır, modernitenin zanaatkarlığı öldürdüğünden dert yanılır falan... bu elemanlar da çömlek zanaatkarının dertlerine öyle samimi ortak olur ki sanırsınız evinde plastik kap yok adamın. çayı falan güğümden içiyor... neden böyle bir zihniyet var ki? yani bir şeyin hayatın içinden olması için insanların geneli tarafından unutulmuş olması şart sanırım. onlar da yaşıyor falan demeye getiriyorlar sanırım... bir de "hayatın içinden sımsıcak öyküler / hikayeler" falan diye insanların genellikle rahat seks yapamama stresinin dışa vurumu şeklinde eserler var ki onlara hiç girmek istemiyorum...

29 Ekim 2009 Perşembe

anlayana ve yersen

"anlayana" ve "yersen"
bu iki kelime türk toplumsal sözde farkındalığının merkezindeki iki kelimedir. nedense biri ne zaman toplumsal eleştiri materyali bulsa hemen başına veya sonuna "anlayana" ibaresini yapıştırıverir. zaten böyle bir stratejinin başarısızlığını görmek için toplumumuzun genel durumuna bakmak da yeterlidir aslında... halbuki genelde çok derin bir şey yoktur ve anlayan da zaten biliyordur. yani anlaşılmayacak bir şey olmadığı gibi, tarafından anlaşıldığı kişilerce de bilinenin doğrulanmasından başka bir şey değildir. bunun yanında bir de "yersen" lafı çok fena meşhur oldu. ilk olarak afrodizyak etkisi temalı fındık reklamlarında ortaya çıkan "yersen" klişesi zamanla sosyopolitik çarpıklıklar için falan kullanılır oldu. peki bir şeye  muhalefet olan insanlar neden aynı anda başka bir şeye daha muhalefet olamayıp illa bu kalıpların arkasına saklanıyor?

28 Ekim 2009 Çarşamba

bozuk saat bile günde 2 kez doğruyu gösterir mi?

dünya fokur fokur kaynıyor, çakıl çakıl çalkalanıyor; bilim ve saat çevrelerinin işi gücü yok oturmuş bu soruyu tartışıyor! anthony hopkins bir filmde bu lafı sarf etmiş diye doğruluğu sorgulanmadan bugüne kadar kullanılageldi bu özlü söz! 1+1=2 önermesini bile üzerine düşünecek kadar şüpheli bulan yüzyılın yarış elçisi rukneddîn cevdet kekremsi bu önemli soruna da ışık tutuyor ve bozuk saatin günde 2 defa doğruyu gösterdiği önermesine adeta nahı çekiyor!

şimdi bu incelemeye bakalım:

efendim öncelikle, bozuk bir saat değil, durmuş bir saat günde iki kez doğruyu gösterir. sözgelimi, bir dakikalık yolu 59 saniyede kat eden bir saat bozuk bir saattir.

normal saatin akrebi 30 derecelik açıyı 3600 saniyede kat edecektir. bozuk saatinki ise 3540
3600-3540=60
yani 1 saatte bozuk ve normal saatin arasında 60 saniyelik fark oluşur.
normal saat 12.00 iken bozuk saat 12.12 olacaktır. normal saat 24.00 iken bozuk saat 24.24 olacaktır.
buradan hareketle, normal çalışan ve bozuk olan saat arasındaki fark 60 saatte 1 saate çıkacaktır. öyleyse ikisi de başladıkları noktada eşitlendiğine ve doğru zamanı gösterdiğine göre ikisinin de akrep ve yelkovanının 2. kez 12'yi göstermesi için:
60x12=720 saat geçmesi gerekir

720 saat sonunda
normal saat 720 saat 0 dakikalık yol kat edecektir. yani tam 00.00'ı göstererek akrep ve yelkovanı 12 üzerinde duracaktır.
bozuk saat ise 720 saat 720 dakikalık yol kat edecektir. yani 00.00 + 12.00 = 12.00'ı gösterecek, akrep ve yelkovan 12 üzerinde duracaktır.

yani ilk kez başlangıç noktasında doğruyu gösteren bozuk saatimiz ancak 29 gün sonra, 30. güne girilirken tekrar doğruyu gösterecektir. yani bir gün içinde doğruyu 2 kez göstermeyebilir. hatta edimsel uzama göre düşünürsek asla göstermez. 2 salise arası sonsuz bile olabilir...

bunun yanında, durmuş saatle bozuk saat ayrımını da yapmak gerekir tabii. durmuş bir saatin bozuk olması gerekmez. pili bitmiş olabilir.

5 Eylül 2009 Cumartesi

beni dinleyin ey okurlar

blogumun yüce okurları! blog aleminin barbar kralları! sizlere sesleniyorum! bu çarşamba batı roma üzerine akınlar düzenliyoruz! üzüm bağlarını talan edip şarap testilerini kafamıza dikmeye, kraliçeleri kaçırıp köyleri yakmaya var mısınız?

yok bunu demeyecektim

dur köşe yazarı gibi yazayım

peki evdeki kaloriferler ergenekon'dan dolayı gitse ne hissederdiniz?

***

vatan, millet sözkonusu olunca gerisi teferruattır.

buradan erdoğana sesleniyorum

ya vergileri kaldır

ya da plucky duck taklidi yaparım!

köşe yazarları neden böyle yazar yahu? "vatan" meselelerini serbest şiir biçiminde yazınca daha mı etkili oluyor? ondan da önemlisi, ben neden böyle saçmalıyorum? sebebi basit! çünkü gün içinde bir yandan ales çalışıp diğer yandan bir edebiyat bölümünün olası mülakatlarına hazırlanmak için kitap okuyorum. en son h g wells'in hikayelerini okudum ama onlar mülakatte çıkmaz sanırım... malum üniversitedeki hocalar pek bilimkurguydu, fantaaziydi sevmez öyle şeyleri... o yüzden damardan girebilmek için bugün jane eyre, wuthering heights, moby dick, sister carrie gibi eserler alacağım ve bir konuşmaya başladığımda rutkay aziz konuşuyor sanacaklar! bu yüzdendir ki bloguma yazı yazamamaktayım. fakat dönüşüm muhteşemimsi olabilirmiş.

2 Eylül 2009 Çarşamba

gel gör beni beni ales neyledi

sri lankalı bilim adamları, ales sayısalın bünyenin yaratıcılığını artırdığı görüşünde birleşmiş milletler

30 Ağustos 2009 Pazar

photoshop iğrençliklerim 7

 
heralde milletçe çağı yakaladığımız tek zaman 1980 ihtilalidir. orwell'in 84'te olur dediği şeyin aynısını 4 yıl önceden yaparak bu alanda öncülüğümüzü ilan etmişizdir. ankara'nın adı airstrip 1 olsa daha da bir havalı olurmuş ama o kadarını akıl etmemişler artık...


fırtınalar koparan "böyle geğirdi berduş" adlı ucuz yemek tarifleri kitabından sonra ucuz konaklama rehberi "böyle uyurdu berduş"u da piyasaya süren nietzsche, yokluğa rağmen varlığını sürdürmek isteyenlere ışık tutuyor...
 
zabıtalarımız... dürüstlüğün yorulmaz bekçileri... onlardan bir tanesi diğerlerinden çok farklı! nerede tüzüğe aykırı bir iş görse basıyor mührü! işte o onurlu zabıtanın yürekleri sızlatan destanı "tüzüklerin efendisi: poğaça tüzüğü".
  
abd'nin diktatörlüğe, anti-demokratik oluşumlara karşı halk ve demokrasi yanlısı savaşını anlatan en iyi eser, "masumiyet füzesi". george bush'un ters tutarak okumaya çalıştığı kitap olarak ünlenen masumiyet füzesi, abd'de son 10 yıldır bestseller.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

böcek - ayak ilişkileri

heralde hepimizin unutamadığı iğrençlik anları vardır. bunlar kağıt üzerinde ufak meseleler gibi görünse de hafızada acayip yer eder ve kesinlikle unutulmaz. mesela siz yolda yürürken yanınızdan geçen bir dayı önce genzini boğazına kadar çeker ve sonra bir balgam atar, o iğrençliğe düşkün merakımızın tetiklemesiyle baktığımızda görürüz ki yerde beyin, akciğer, omurilik soğanı parçaları falan vardır ve turkuaza yakın bir renkte bulanık bir sıvıyla, daha ziyade plazmaya daha yakın olduğu anlaşılan bir maddeyle kaplıdır falan... veya umumi tuvaletlerin birine girme gafletinde bulunursanız tuval-et taşını tuval olarak kullanan, anal dönemden saplantılı, sanatçı ruhlu insanların avant-garde çalışmalarıyla karşılaşabilirsiniz. üstelik bu çalışma hem göze hem burna hitap eden interaktif bir çalışmadır genelde. bunun yanında, iğrendiğimiz başka bir şey ise böcek türleridir. richard dawkins'e göre sen ben gibi genetik hayatta kalma mekanizması olan; matrix'e göreyse sistemin içinde, bir nevi dll dosyası gibi işlev gören apayrı bir yazılım matriksinin parçası olan böcek dediğimiz oluşum, nedense bizlere sevip okşadığımız kedi köpekten, sütünü içtiğimiz inekten, bizzat kendisini yediğimiz kuzudan, tavuktan, balıktan falan iğrenç gelir. aslında bu yediğimiz hayvanların iğrenç bulup yemediğimiz bölgeleri de vardır. mesela gözler, beyin, testisler (gerçi bu son ikisini de yiyorlar ama) gibi. buna rağmen, böceklerin genelde bizden korkmaları sebebiyle kaçtığımız yönün tersine hareket ediyor olmalarına rağmen bunların, sırf hareket etmesi sebebiyle, bizleri bir noktada kıstırıp bütün bütün bütün mideye indireceklerini düşünürüz. ben kendimden biliyorum, 2-3 ay önce odada elimin yarısı kadar bir örümcek peyda olmuştu ve odanın, örümceğin bulunduğu tarafına yarıdan itibaren geçen olmamıştı. öylece durup örümcek beyin, onu bir gazetenin üstüne alıp dışarı atmamız için ortaya çıkmasını beklemiştik. halbuki mesela sineklerle aramız daha iyi. onları avucumuzda ezerek öldürdüğümüz bile oluyor (bana bakmayın, ben sadece gördüm). buna rağmen diğer böcek türleriyle karşılaşmalarımız genelde sancılı oluyor.

mesela 10 yıl önce, bahçede duran önü kapalı bir terliği giymiştim ve terliğin içinde ağaç dalı gibi bir şey vardı. heralde küçük ağaç parçalarıdır, rüzgarla terliğin içine girmişlerdir diye düşünmüş, ortalarda koşturmuştum o terlikle... sonra tabii ayak uçlarıma yapışkan bir sıvının değdiği hissine kapıldım. başlarda pek önemsenmeyecek kadar küçük bir histi bu ve heralde plastik terliğin içinde ayağım terledi diye düşündüm. fakat sonra ayağıma git gide sıvaşan bir şey olduğunu fark ettim ve ayrıca o ağaç parçası gibi şey hala orada duruyordu. sonra ayağımı çıkarıp bir bakmaya karar verdim ve o muhteşem manzarayla karşılaştım! ayak uçlarımda yeşilimsi bir sıvı vardı ve ucunda parçalanmış bir çekirge! insanlar olarak ne kadar da yıkıcı, tahrip ediciyiz... kendimin öldürmediğini umarak, zehirli olma ihtimali varsa nasıl kurtulduğuma hayret ederek ve sonraki birkaç ay boyunca ne zaman aklıma gelse electric boogie şeklinde sarsılarak hatırladığım bir anı olarak tarihteki yerini aldı.


böceklerle ayağım arasındaki bu sıkı ilişkiler tam bitti sanıyordum ki, geçende bir olay daha başıma geldi. bilgisayarın başında otururken bir baktım ayağımın üstünde tatlı bir kaşıntı hissi. ayağıma uzanmak için de üşeniyorum bir yandan... sonra biraz zaman geçti ve fark ettim ki bu kaşıntı hissi hareket ediyor! kafayı indirdiğimde az önce bahsettiğim o örümcekle karşı karşıyaydık! kendisi yarım saat durmuş olmalı! sonra tabii gözlerin pörtlediği, bir naranın boğazda düğümlendiği o değerli birkaç saniye içinde bir örümcek tarafından sokulmanın korkusuyla, hayvanı da ürkütmeden bu işten kurtulmalıydım! bir kağıt alıp hızlı bir şekilde halının üstüne attırdım hayvanı ve sanki örümceğin saatte 50km hızla uçma veya sadece uçma yetisi varmış gibi salona topukladım. sonra o da dolabın arkasına topuklamış tabii 2 saat kendisini aradık.


her şeye rağmen, bardağı taşıran damla bu bile değildi. 2-3 gün önce, balkona çıkıyordum ve kapının eşiğinde bir şey ezdiğimi fark ettim. yani böyle bir tür küçük çilek ezer gibi bi duyguydu bu. üstelik bir de ayaklarımı yere sildim önemsemeyerek... tam o sırada aklıma geldi: bir böcek ezmiş olabilirdim. aslında tam de öyleydi... hem de bir osurukböceği! hay şansıma sıçayım dedim ve ayaklarımı yıkadım, yerleri sildim... daha ne yapabilirim ki?

26 Ağustos 2009 Çarşamba

photoshop iğrençliklerim 6

 
"olağanüstü bir kurgu." the new york times
"anlatılanlar kurgu değil. savaş gerçekten oldu." washington post
"hadi ya." the new york times

ayrıca sayın merope gaunt beni mimlemiş, zımbalamış, tag'lemiş! kendisine teşekkürü bir borç bilirim ama öder miyim bilmem

25 Ağustos 2009 Salı

sek süt paketindeki çocuk aslında kim?


sek süt paketlerine dikkat edenler o korkunç çocuğu mutlaka fark etmiştir. adeta o meşhur filmdeki alien'lar gibi, alından itibaren büyüyen kafatasının içinde süt içerek kurduğu korkunç planları tahmin etmek hiç zor değil aslında... bu pozu verirken kim bilir, sevimli üst komşusu ihtiyar yesari amcayı piyano teliyle boğup uzuvlarını derin dondurucuya tıkmak mı istiyordu, yoksa anasınıfındaki öğretmeninin gözüne lego sokmak mı... bu düşüncelerle süt içen bir insan size birini çağrıştırdı değil mi? evet, a clockwork orange filminin baş kahramanı alex!

şu iki resme bir bakın. resmen o çocuk büyüyünce alex oluyor lan! ben bile bu sütü içerken türlü vahşi hissiyata kapıldım! balmar sütten şaşmam bu saatten sonra... bim'de satılıyor zaten hem ucuz, hem de insanı daha hayırlı efkâra gark eden mümtaz bir tasarımı var. siz de öyle yapın sevgili okurlarım, değerli yurttaşlarım.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

ağlayarak dua eden stv sunucuları

adamlar ne kadar şovmen yahu... sahur zamanı duyuyorum stv'de sahur programı sunan amca en son, sabah ezanından önce dua etmeye başlıyor ve dua ederken birden ses yamulmaya başlıyor, amcamız ağlamaklı oluyor. ağlamakla ağlamamak arasında af dilediği sıralarda sembolik düzen yıkılıyor ve gerçek kabak gibi çıkıyor ortaya! 1 saattir ağlamaklı olan dayı bir anda okuduğu duayı şaşırıyor ve yanlış bir kelime söylüyor. tam o anda ağlamaklı ses düzeliyor, kelime düzeltiliyor ve sonra hüzünlü ses tonuyla küçük emrah duasına devam ediliyor.

bunları seyretmek gerçekten eğlenceli çünkü insan öbür taraf, cennet, cehennem gibi şeyler varsa bu herifler dururken cehenneme gitmeyeceğinden, sırf bunca sahtekarın varlığı yüzünden yata yata cennet yapacağından, veya ne olursa olsun şu anda aynı gezegeni paylaşmak zorunda kaldığı bu iğrenç yaratıklarla en azından aynı yerde olmayacağından emin oluyor. ilahi adalet bu olabilir mesela... bunların televizyon kanallarında yayınlanması artık acayip gelmiyor ve bence en kötüsü de bu.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

40 katır mı 40 satır mı?

bu eserimin adını "40 katır mı, 40 satır mı?" koyuyorum. şahsımın şu sıralardaki ruh halini en iyi anlatan fotoğraftır kanımca. 2 tane eşşek ölüsü gibi ağır fasilite (fasilite, evet) arasında bocalayan benliğimin kpss'den de 88 almış olmasının da vermiş olduğu kararsızlıkla varoluşun girdaplarında kaybolma hissinin yansıması olan hayatta kalma zorunluluğunun doğurduğu gelecek hakkında bir şeyler yapma hissiyle, ontolojik sürekliliğin garanti altına alınmış olmasının olası yanılgısından uzak bir şekilde dünyevî çırpınışlara adanmış gençliğimin tinsel huzuru yoksaymak pahasına geçtiği dikenli patikaların özeti şeklindeki bir çalışmadır kendisi...

bir yanda gta 4, pes 2009, motorstorm gibi, single player'ı ayrı zevkli, multiplayer'ı ayrı zevkli, birbirinden oynanası playstation oyunları; diğer tarafta iç içe geçmiş orgy yapan köklü ifadeler, çarpanlarına ayrılmış paramparça sayı kümeleri, işçi, havuz, sürat gibi türkiye'de her türlü sorunu doğuran kavramların problemleri, manyak şekilleriyle kafa bulandıran geometri... tabii acı ilaç her zaman faydalı olandır (götümden atasözü de uyduruyorum). bunun için insan bu gibi yol ayrımlarında anlık keyiflerden uzak durup uzun vadede fayda sağlayacak seçeneğin peşinden gitmelidir falan... buradan gençlere tavsiyem şu: hazır embriyoyken ölün.

21 Ağustos 2009 Cuma

evdeki hava sirkülasyonundan dolayı kapının çarpacağı sıra oluşan o 2-3 saniyelik gergin bekleyiş

ben bu korkuyu heyecanın doruklarında yaşıyorum. tam bilgisayar ekranına konsantre olmuşken ileride bir şeyin hareket ettiğini görüyorum ve bakıyorum ki o şey kapı! birazdan çarpacak! yerinden kalkıp koşup kapıyı tutmaya çalışsan muhtemelen yetişemeyeceksin ve her seferinde o yavaş yavaş ilerleyen kapının nasıl sona yaklaştığında bir anda dan diye kapanıp camlarını tutan macunların patır patır yere düştüğünü hala anlayamıyorum

rukneddîn cevdet kekremsi soruyor: NEDEN?

bilmem

mikrofon görünce konuşacağı tutan manyak halkımız

ben bunu anlamıyorum. normalde 2-3 kelimeyi arka arkaya getirmekten aciz insanlar toplumumuzun önemli bir parçası. bunlara bir soru sorarsınız mesela "susmak erdemdir" gibi saçma bir görüşün arkasına sığınıp mal mal suratınıza bakarlar, kısa ve öz(!) cevap verirler, evet bile söyleyemedikleri için "haağğaa" gibi sesler çıkarırlar ama televizyonda bir mikrofon uzatılmasın, direkt manyak gibi başlıyorlar şakımaya!

üstelik en iğrenç konulardır mesela üzerinde tartışılan... medyanın derdi hiçbir zaman haber yapmak olmamıştır belki ama insanlara böyle alakasız konular üzerinde söz hakkı veriyormuş gibi yapmak da ayrıyetten ahlaksızlığın daniskası diye düşünüyorum.

mesela adamın 4 yaşındaki oğluna tecavüz etmişler (yok tabii böyle bir şey ama olayın manyaklığını daha rahat tahayyül edin diye söylüyorum) ve medya hemen damlamış olay yerine acılı babaya (bir de acılı anne, acılı baba vardır. baba versiyonu genelde çömelir ve yere bakarak gizliden ağlar, anne versiyonuysa elini kolunu bağlayıp kafasını da yere eğip bir top gibi olduktan sonra sessiz sessiz hıçkırır fakat bu durumdaki insanlar bile gazetecilerin sapıkça iştahını dindirmez ve illa o yıkılmış insanlara saçma sapan sorular sorulur) soruyor: neler hissettiniz? aslında cevap çok basit! "ananı hissettim" deyip bir de "basına hain saldırı" yapmak gerek ama genelde insanlar o durumda bile cevap vermeyi yeğler...

- biz evin avlusunda oturmuş kokoreç yiyorduk, sonra hava bulutlanır gibi oldu tövbe bismillah dedik hele mangalı kokoreçleri toplayak içeri girek dedik tam o sırada bir çığlık, bir feryad-ı figan, fren sesi falan derken beyaz bir tofaş şahinin hızla uzaklaştığını gördük... sonra sağa bak allah sola bak allah bizim oğlan yok! akşam geldi eli yüzü kanlar içinde dedim ne oldu? amcalar, inşaat bişeyler geveledi, o sıra anladık! acımız büyük. siz cefakâr gazeteciler olmasa nasıl sesimizi duyururduk? gerçi sesimizi duyurunca bir bok olacağından değil de medyamız sağolsun allah razı olsun! bu tecavüz haberini de yayınlayın gündemin çevresinde set olsun ergenekon haberleriyle bir...

adamı durduramıyorsunuz. adam o berbat anında konuştukça konuşuyor. ama tek örnek bu da değil... mesela adamın depremde evi yıkılmış, çocuğu askerde ölmüş, kan davasından karısını vurmuşlar falan ve gazeteciler ısrarla gidip adamları konuşturmaya çalışıyorlar ve işin ilginci, kimse de reddetmiyor. herkes elinden geldiğince olayı anlatıyor ediyor ve 3. sayfayı süslüyorlar böylece...

bir allahın kulu da çıkıp şunu anlasın artık: hiçbir medya kuruluşu veya yayın organı halkın tarafında değildir. iktidar adına manipulasyon aracıdır. inanmayan gidip althusser okuyabilir mesela... devlet bizim anamız babamız değil! her türlü ideolojik ve kollektivist baskıyla bireysel benliği baltalamaya çalışıp her fırsatta psikolojik tecavüzde bulunan, üzerimize binmeye çalışan ve genellikle başaran bir organizasyon! politikacıların zaten sahtekar kelimesinin tam karşılığı olduğunu söylememe gerek yok ve bunların hala "dava adamı" olarak gösterilmesi de medyanın sayesinde! bunları televizyonlarda, gazetelerde gördükçe ben deliriyorum ama adamlarda hala bir zeka parıltısı yok!

konuşun tabii... size mikrofon uzatıp "hayırlı olsun, depremde eviniz yıkılmış... malum, bizim bu durumdan yararlanmamız lazım da 3-5 kelime söyler misiniz acaba?" dediklerinde şevkle konuşun, meşhur olun! medya özgürlüğümüzün garantisidir!

evin önündeki şerefsiz köpekler

böyle bir başlık atınca sandınız ki yaptığı bir şeyi beğenmediğim birine bok atacağım. hayır, değil! konu gerçekten bizim evin önündeki köpekler, hatta köpppekklerrr!!! ben malûm ales denen şu iğrenç sınava girip 80 üstü puan almayı hedefleyen zavallı bir öğrenci... gece 12 gibi ders çalışmaya başlıyorum ama o saatlerde ne oluyorsa bu köpekler azıyor mu napıyor, deli gibi kavga ediyorlar, dalaşıyorlar... sanırım üzerinde anlaşamadıkları konu da bizim evin karşısındaki götü boklu park. lan 10 yıldır bu evde yaşıyorum bir allahın günü gidip oturmadım bile o parkta!! bazen basket oynamaya giderken çimlerini ezip geçiyorum tek ilişkimiz bu! oğlum değer yaratıp başında kavga mı ediyorsunuz lan? postmodern misiniz siz? çimlerine 2 sıçtın diye senin mi oldu koca park? bırak diğer köpekler de gitsin oynasın eğlensin! madem uyumuyorsunuz gecenin o vaktinde insan gibi geçinin... utanmasam israilin ülkemiz üzerindeki kirli oyunları diyeceğim lan!!!

19 Ağustos 2009 Çarşamba

evrimin kayıp halkası olarak ediz hun



richard dawkins, emma watson ve ediz hun arasındaki ilişkiyi (x+y) cinsinden yazınız

18 Ağustos 2009 Salı

bir tepkime olarak sevgi

dün dedem yine son ses stv seyrederken kulağıma şöyle bir cümle takıldı:

"... hidrojen ve oksijeni ele alalım. biri yanıcı, biri yakıcı ama bunlar sevgiyle bir araya geldiğinde en büyük ateşleri bile söndürürler. öyleyse rabbimizin yarattığı her şeyde bir hayır vardır bla bla bla"

öldürün beni. bu cümleyi duyduktan sonra biri lütfen beni öldürsün. ben bu dünyada hayatta kalmak için yeterli gereksinimlere sahip olmadığımı anladım bu cümleden sonra... onca nobel ödüllü fizikçi geldi geçti, mesela bir einstein ne demiş?

e=mc2

yani biri kütle biri hız ama bu ikisi sevgiyle birleştiğinde bildiğin atom bombası oluyor... abi nasıl aklımıza gelmedi böyle bir şey? tabii ki sevgi yahu işte! sevgi!!

17 Ağustos 2009 Pazartesi

ölüyüm

bugün sabhaın kör vaktidne kaklıp sorna da hiç uyuamyıp sonra da havyan gibi basket oynamanın bir souncu olarak öküz gibi yorgunum bu yüzden bir şey yazaımyorum ama fark etmişsinizdir, harflerin yeri kaşırık bile olsa beynimiz kemileleri nomral okuyromuş ya intrenetteki her yedre en az 1 miylon kez verlimiştir ona değineiym deidm gece gece... artık bırakıyorum öyle yazmayı zaten yorgunum daha çok yoruldum lan! bir de abercombie & fitch yazısının tişörtler için önemini bugün kavradım. yolda gördüğünüz herkesin önünde abercombie, a. fitch, a& fitch, abercombie & fitch türünden yazılar yazıyor ve insanlar delirmiş gibi bu tişörtleri giyiyor. şimdiye kadar sailing team 92, baseball championship, rugby challenge, surrender nebulizer türünde alakasız yazılar taşıyan tişörtlerin meşhur olduğunu görmüştüm ama bu abercombie furyası ayrı bir şey... hatta küçük bir araştırmayla umut sarıkayanın konuyla ilgili bir karikatürünü bile buldum. onu paylaşarak uyumaya gidiyorum. allah rahatlık versin... ya da çok da vermesin fazla rehavet iyi değildir keh keh keh!

15 Ağustos 2009 Cumartesi

photoshop iğrençliklerim 5



ne zaman çimlere basmayınız yazısı görsem kafamda böyle bir şey belirir

gazete promosyon jargonu ve anlamları

her şeyden önce halkın ihtiyacına göre yayın yapmayı ilke edinen gazetelerimizin, kafayı halkın ihtiyacıyla bozması sonucu bir döneme damgasını vurmuş bir promosyon furyası vardı. okul açılacağı sıra babacan bir sesin "işte eğitimde fırsat eşitliği" diye bağırdığı reklamlardan tutun kadınların "hepsi evladiyelik" diye tanıttığı siktiriboktan tabaklara, elmalılı hamdi yazır'ın ramazan zamanı "mevcut en önemli me'âl çalışmalarından biri" diye verilen kuran çevirilerine kadar birçok ürün değerli milletimizle buluşturuldu... peki hiç düşündünüz mü o reklamlarda gösterilenler, söylenenler ne anlama gelir? evet, ben düşündüm. yoksa sormazdım zaten...

olaya "eğitimde fırsat eşitliği" ile başlamak istiyorum. 1-2 yıl öncesine kadar her yıl okul açılacağı sıralar gazeteler üflesen kırılan bir tür plastikten yapılma bir kalem kutusu ve içinde rutubetli tahta kokan, üzerinde groetesk çizgifilm karakterleri ve çince yazıların bulunduğu 2 kalem, boş kağıdı silseniz karalayan bir silgi ve kesinlikle ne işe yaradığı belli olmayan (kalem açma işine yaramadığı kesin. onun dışında başka bir iş belki) bir kalemtıraş verirlerdi. reklamlarında ise boyundan büyük çantasını sırtına takmış bir çocuk apartman dairesinden tam çıkıyor olurdu ve annesi son anda çocuğu yakalayıp çantasına bu görkemli kalem kutusunu koyup yanağına bir öpücük kondurup okula gönderirdi. bari reklam yapıyorsunuz doğru dürüst bir şey yapın! çelik kapılı, koridoru seramik, merdivenleri granit döşeli bir apartman dairesinde oturan çocuğun her şeyi tamam da 2 tane götü boklu kalemi mi eksik yani? madem eğitimde fırsat eşitliği diyorsun dayasana gerçek görüntüyü!! arka plandan moonlight sonatayı versene! gecekondudaki evinin tavanından damlayan suyla uyanan ve o an düştüğü gibi odanın içini aydınlatan yıldırımla ürkse ya! tek başına kalkıp rengi solmuş önlüğünü giyip sayfalarının uçları kahverengiye dönüşmüş, nemden buruşmuş, üzerinde "hayat bilgisi" yazan kitabını alsa ya! sonra o muhteşem kalem kutusunu babasından abisine, abisinden de kendisine kalan paltosunun cebine koyup tek başına yollansa ya okula! madem eğitimde fırsat eşitliği diyorsun soksana ulan gözümüze ne demek istediğini de yaptığın katkıya kasıklarımızı tuta tuta gülelim!

bir diğer reklam da bu tabak çanak reklamlarıdır. kesinlikle toplumla dalga geçildiği son derece aşikâr olan tipte bir kadın çıkıp iğrenç bir sırıtışla "hepsi evladiyelik" der. sonra kadınlar beyaz arka planlı bir yere toplanıp bu tabakları inceler falan... neden matrix gibi bir yerde kadınlar toplanıp "aaa bak şu da çok güzelmiş" falan diyerek bu tabakları inceler, birini alıp diğerini bırakır ben anlayabilmiş değilim. kadın dernekleri neden aptal aptal şeylere saracaklarına kadınları bu kadar gerizekalı olarak resmeden şeylere sataşmıyorlar onu da anlayabilmiş değilim.

bunun yanında, çocuklar için eğitici şeyler, boyama kitapları falan veren gazeteler de vardır. bunların reklamlarında da bir çağrılma söz konusudur. mesela bir anda o superegoyla bağdaştırılması gereken dış ses "anneler! babalar! diye bağırır ve önce anne, sonra baba dönüp sol omzun üstünden geriye bakar. o sıra kamera da annenin yüzüne ani bir zoom çeker. buradaki olay lacan'ın gaze'inden başka bir şey değildir bence. çünkü burada o reklamı seyreden anne-baba aslında kendisine bakıyordur ve bir ego-ideal eşleşmesi sözkonusudur. yani daha anlaşılır bir dille, "bu, olmanı istediğimiz şey. bizim ürünümüzden alırsan gerçek anne baba olursun" demeye getiriyor. gerçi insanların umrunda değil tabii çocuk ağlayınca alıyorlar boyama kitabını ama insanlar gittikçe aptallaşıyor bu şekilde...

peki aptallaşan insanın aptallaştığının kanıtı reklamlarda yok mu? tabii ki var! yemek tarifi kitabı veren gazetelerden bahsediyorum. bunların da en temel argümanı şudur: "ölçüler bardakla, kaşıkla!" burada akla gelen soru şu: "benim kullandığım bardağı nereden biliyorsun lan?" ama tabii bu soru gerçeği pek yansıtmaz çünkü sonuçta bira bardağı veya direkt maşrapa kullanmıyorsak hepimizin kullandığı bardaklar aşağı yukarı aynı boyutlardadır. fakat bunun özellikle belirtilmesi "daha önce gramla, kiloyla anlattık bir bok anlamadınız! şimdi bardakla kaşıkla söylüyoruz. gerçi bundan da pek ümidimiz yok ama belki bu şekilde anlarsınız" demek gibi bir şey değil midir? öyle olduğu zaten aşikâr olsa veya öyle bir durum hiç olmasa bile hedef kitleyi temsil eden kadının orada çıkıp "ölçüler bardakla kaşıkla!!" diye sevinmesi gurur duyulacak bir şeyden dolayı mıdır? "ulan nasıl da anlamadık gramı, miligramı bee! ver kaşıkla bardakla bak nasıl yapıyoruz kekleri..."

aslında örnekler saymakla bitmez çünkü zamanında araba vereceğini söyleyen gazete de vardı ve benim tanıdığım birkaç insan kupon biriktiriyordu. dev müzik setlerinin 5 cm boyunda çıkmasından tutun da 150 ekran gibi görünen televizyonların 37 ekran gelmesine, zaman gazetesinin fetullah gülen kitaplarının alayını toptan vermesine kadar bir sürü promosyon manyaklığı gördük geçirdik... bir de kanal d sinema kulübü olgusu var ki o kadar amaçsız ve herhangi bir şeyden yoksun filmleri kim zahmet edip bir araya toplamış merak ediyorum. bir ara ondan da bahsedeceğim muhtemelen çünkü onun koleksiyonunu yapan bir tanıdığım var. türkiye şartlarında gazete almak zaten gündemi en yüzeysel seviyede takip edip hükümet propagandasıyla zihni doldurmanın en iyi yoludur diye düşünmekteyim ve bu promosyonlar hepten bokunu çıkarıyor işin. kişisel bok çukuru bile işin boku çıkmıştır diyorsa düşünün artık...

14 Ağustos 2009 Cuma

sana san'at tarihi öğreteyim ister misin yavrum?

http://witcombe.sbc.edu/ARTHLinks.html

böyle bir site var. sanat tarihini dünya üzerinde bölgelere ayırarak hayvan gibi arşivi birleştirmiş adamlar. buradan kendilerini kutluyorum.

her süper kahraman görüşümde içime oturan o garip his

ne zaman şu aptal süper kahraman filmlerinden görsem inanın kendimden utanıyorum. insanlığımdan utanıyorum... neden bütün süper kahramanlar x şeklinde duruyor? kollar bağlanmış ve bacaklar pişik olmuşçasına bir mesafeyle 2 yana açılmış durumda durmak neden? koskoca süper kahramansın, insanın sayarken kafasının karışacağı kadar olağanüstü şeye hükmediyorsun, neden 2 dakika rahat duramıyorsun ki? şöyle sal kolları, bir elinle kulağını kaşı, bir bacağını diğerinin üstünden geçirip bir ayağını parmak ucuna dikelt ve kenardaki bir duvara yaslan, tırnaklarına hohlayıp üzerine silmek suretiyle parlat falan neden bu kasılmalar yani?



her şey bir yana, bir de bunları taklit eden insanlar vardır ki daha da zarara uğratırlar bünyeyi... böyle kafaları bir şeye bozulduğunda kaşlarını çatıp kaşlarının altından sağa sola bakarlar, dudaklarını ve dişlerini sıkıp burun deliklerini büyütürler falan... hatta ayaktaysalar bacaklarını iki yana da açarlar. oğlum neden yapıyorsunuz bunu? siz ortalığı talan ederken kamera tracking shot'la çevrenizde dönmüyor. gözlerinizin sadece akı görünürken tepenizde kara bulutlar toplanmıyor. latex pantolon ve üstüne kırmızı don da giymemişsiniz. öyleyse neden kendinizi süper kahraman sanıyorsunuz? küçükken babanız size elektrik mi attı? kendinizi über kahraman olarak falan görüyorsanız bile mesela ezik takılın, çevrenizdeki insanlarla alçakgönüllü bir iletişim halinde olun, camiye gidin, kolunuzun altına bilgisayarınızın kasasını alıp servise gidin falan...

ayrıca saçmaladığım aklıma geldi. ayrıca wolverine ve örümcek adamdan iğreniyorum. çizgi roman tarihi bu ikisi kadar yüzeysel kahramanlar görmemiştir. ayrıca doktor xavier çok baba adam. bacaklarını 2 yana ayırmadan da karizmatik olabilen tek süperkahramandır yani... gerçi sırf onu yaptıramamaları tepki çekmesin diye adamı belden aşağı felç olarak çizdiler ama olsun.

sonuç: yaz kızım, gereği düşünüldü: süper kahramanların psişik süper kahramanlar ve pişik süper kahramanlar olmak üzere ikiye ayrılmasına, kendini psişik süferkahraman sanıp diğeri olup bacaklarını 2 yana açan insanların apış arasına CRANK!! veya VROOM!! diye bir tekme vurulmasına, VROOM diye ses çıkaran tekmenin bir sonraki celsede özel olarak tanımlanmasına, serbest vuruş kullanmadan önce bacaklarını pergel gibi açan cristiano ronaldo'nun 4 sezon 3 maç 28 dakika ağır maç cezasına çarptırılmasına, maç cezası bittikten sonra ise siirt jetpa sporda 1 yılı opsiyonlu 1 yılı boksiyonlu 2 sezon kamu yararına top oynamasına, lionel messi'nin kral olmasına, ve bunun gibi 3-5 şeye daha oy birliğiyle karar verilmiştir.

ayrıca bkz. cristiano ronaldo

photoshop iğrençliklerim 4

hayatta bir anda gerçekle karşılaşıp noluyo lan dediğimiz anlar vardır. ulan ben neden her şey için bir giriş gelişme sonuç düşünmeye çalışıyorum? lanet olsun ilkokulda öğretilen bilgilere! işte böyle bir şey yaptım

bir başmüsteşarın anıları

hep böyle kitaplar olur ya, adam bir bok yapmamıştır sadece saçma sapan anılarını yazar. kitabın içinde ne bir derinlik, ne düşünce dünyamızı bir adım ileri taşıyacak bir şey... etrafın gazıyla boşu boşuna kağıt israfı. zaten bu tür kitaplarda gerçekten olan şeyleri anlatanların sayısı çok azdır ve zaten onlar da aramızdan çabuk ayrılır.

fakat ben başmüsteşar olmadığıma ve artık mezun olduğuma göre okul anılarımı anlatabilirim diye düşündüm ve öyle birazcık düşününce bir sürü travmatik anımın olduğunu fark ettim ve bunları kronolojik sırayla blogda ifşa etmeye karar verdim. şimdiden saygıdeğer müdürüm, sevgili öğretmenlerim ve sayacak sıfat kalmadığından kel kalan arkadaşlarım, kuvvet komutanlarım, vaftiz babam, tövbe estağfurullah!

neyse, bir yerden başlamak gerekirse:

1- okuma-yazmayı 3 yaş civarında öğrendiğim yönündeki efsanelerin bir uzantısı olarak ilkokul 1. sınıfı transit geçmemin sağladığı avantajlardan henüz haberdar olmasam da dezavandajlarından ilki, yaşıtlarımdan 2 yaş küçük olmamdır. bu yüzden ilkokula alışmakta güçlük çekmem doğal olarak karşılanmıştır her zaman (veya ben öyle biliyorum). neyse, ilkokul 2. sınıfın ilk haftalarında sınıf arkadaşlarım 8 yaşında abiler ablalarken 6 yaşında olan bendeniz, entellektüellik mücadelesinin ilk haftalarında, terlikleri daha güzel göründüğünü düşündüğüm için ters giymemle dalga geçen bir sınıf arkadaşımla kavga etmekteyken hitler bıyıklı müdür yardımcısı ve aynı zamanda müzik öğretmeni olan zat-ı muhterem feyyaz örtmen (blogun sağ üstünde görülen frankenstein) duruma müdahale etme kararı alır. bu sert mizaçlı führer'in en önde oturan şahsıma bir hışımla yaklaşıp bir anda sağ elini kaldırıp "arbeit macht frei!" diyeceğini tahmin etmemden ötürü mü bilinmez bu ifadeden daha kolay bir soru cümlesine hazırlıksız yakalanmıştım: "adın ne?" o dönem, adımın ibrahim olduğunu ben dahil herkes biliyor sanıyordum, yanılmışım... en azından ben dahil değilmişim. biraz (!) korkudan olsa gerek, verdiğim "ismail" cevabıyla her ne kadar doğru cevaba yaklaşmış bile olsam tevrat'ta 1 nesille ıskaladığım bu cevabın cezası bütün sınıfın yarılmasıydı tabii ki. hz. musa gelse bu denli yaramazdı... bu cevapta bir terslik olduğunu sezen müdür yardımcısının o dönem için ufak tefek oluşumdan dolayı bana vurmaması benim avantajımaydı. daha sonra çağrılan velilerim yine beni bu dertten kurtarmışlar, 7 yaşına yakında basacağımı söyleyip iyi mi etmişler, kötü mü etmişler bilinmemektedir.

2- ilkokuldayken kantini işleten adamın 7up marka gazozu "tup" diye okuması geldi aklıma... bildiğin tup diyordu da biz mi yanlış biliyoruz diye tereddüt ediyorduk. leblebi tozu isterken bile tereddüt ederdik yani acaba onun da kantinci jargonunda jenerik bir adı mı var diye... çünkü leblebi tozu nedir lan?

3- yine ilkokuldayken tsubasa'da çekilen süper şutlara özenip 3 kişi birleşerek topa vuracak ve topun arkasından alev çıkartacaktık. bu bağlamda beden eğitimi dersinde hocanın verdiği sarılı mavili voleybol topunun başına ben de dahil olmak üzere 3 kişi geçtik: bendeniz, bülent, ferhat... çekeceğimiz şutun olası ihtişamından olsa gerek, bayağı gerilmiş olacağız ki 7-8 adım koştuk topa doğru. o, her birimizin birer tsubasa, benjamin, misaki, genzo wakabayashi olduğu büyülü anın sonunda ben ayağımı boşluğa salladım ve az kalsın bacağım çıkıyordu sanırım. ferhat da top yerine bülentin ayağına vurdu ve bülent de o darbenin etkisiyle topa dokundu ve top 2-3 metre gidip durmuştu. kaledeki gökhan wakabayashi ise şapkası gözlerini kapattığı için hala topu beklemekteydi... (bunu başka bir yerde daha anlattığımı sanıyorum ama nerede olduğunu hatırlamıyorum... çok büyük bir etki bırakmış)

4- yine ilkokuldayız... yanlış hatırlamıyorsam 3. sınıfta derste bitmek tükenmek bilmez iletişim faaliyetlerimdeyken, yani önümde, arkamda, yanlarımda kim varsa onlarla konuşma halindeyken hoca (o zamanki adıyla örtmen) 1 uyarıyor, 2 uyarıyor ve en sonunda delirip (normal zamanda da pek normal olduğu söylenemezdi gerçi ama...) beni yanına çağırıyor. eline plastik bir cetvel alan gözü dönmüş nasyonal sosyalist ekolün eğitim neferi bu cetveli elimde uygulamak suretiyle elimde ince uzun bir çizgi bırakıyor ve cetveli de kırıyor (öğretmenim canım benim canım benim) ama asıl bomba burada tabii... bu utanmaz, riyakâr şiddet yanlısı, daha sonra elimde kırılan cetvelin aynısından alıp ertesi gün okula getirmemi talep ettiğinde aldığı cevap sivil itaatsizlik kavramına çağ atlatacak cinsten: "öyleyse sen de sigarayı bırak!" bu alakasız cevabı ben şahsen hatırlamasam da sonradan çağrılan velilerimden duyduğum kadarıyla böyle bir cümle sarf edilmiş. tabii elimi kenara çektiğimde altındaki masaya çarpıp kırılan cetvelin izinin masa yerine elimde olmasının açıklamasını da stephen hawking'den bekliyoruz...

5- orta 3'te ev ekonomisi adlı saçma dersteyiz: onun pratik hayatta biraz daha naif kalan karşılığı olan ticaret dersindeki üstün başarımın aksine ev ekonomisinde bir türlü isteneni veremeyen bendeniz, dönemin sonundaki son projeyle hocanın ağzını kapatma derdine düşer... proje şudur: uzaktan kumandalı arabadan sökülen motora plastik uçak pervanesi takılır ve o da kartondan bir ev maketinden geçirilir. böylece hocanın masasına koyup en arka sıradan yönetebileceğim bir yel değirmeni yapmış olacağımdır. şimdiye kadar ev ekonomisi dersinde en sofistike çalışma olarak vitray boyayla, ancak kim olduğu sorulduğunda öğrenilen atatürk resmi çıkarmış okulun bilim tarihine geçecek bu proje, yastıklara daha çok tunus bayrağını andıran türk bayrağı çizip boyayan erkek çocuklarının ve yapma çiçek yapıp okula proje diye getiren kız çocuklarının çalışmalarını pervanesinde parçalayacak bir teknolojik buluş olarak not haneme altın harflerle yazılacak ve lgs puanıma katkıda bulunacaktır. fakat işler böyle mi gider? hayır! dünyanın en gıcık ve bekarlığı başına vurmuş hocalarından biri olan, şahin k kadar testesteron salgıladığına emin olduğum fatma hocamız bu çalışmanın hiç emek gerektirmediğini söyler ve yapma çiçeklere 100 puan verirken benim çalışmamı 55 puanda bırakır. ben de artık nasıl manyakça sinirlendiysem plastik pervanenin kanatlarını sökmeye başlarım ve bu sırada parmağımda bir yara açılır. etrafımdaki insanlardan yara bandı dilenirken bizim sınıftaki begüm bende var der, demekle de kalmaz elime kendi elleriyle sarar yara bandını... işi son derece ağırdan alması ve yumuşak dokunuşlar eşliğinde sürdürdüğü işlem sırasında şahsıma oldukça yakın durmasından anlaşılmıştır ki kızlar ancak öküz tiplere bakar (inanmayana o zamanki halimin bir fotoğrafını bulup gösterebilirim)
ayrıca mazlumun ahının izafiyet teorisine takılmasından dolayı, bir yıl sonra bir arkadaşımla yolda giderken bu çılgın bakire fatma hocamızın 2 kolunu da kırdığına şahit oluruz. tam karşımızdan geçen hocamıza sırıtarak ve en laubali ses tonuyla "hayırlı olsun çok yakışmış hocceaaam" demem ise içimdeki intikam volkanını dindiren yegane unsur olmuştur.

6- yine orta 3, müzik dersindeyiz. müzik hocamız psikopat hasan basri ayla (gerçekten psikopattı) herkese sırayla flütten sözlü yapıyor, yılan hikayesi jenerik müziklerinin, ılgaz anadolunun sen yüce bir dağısın'ların, uzaktaki bir köy hakkında yazılan determinist okul şarkılarının kulak tırmalayan melodileri mayısın sıcağında bunalan genç bünyeleri iyice nakavt ediyordu. 2. haftanın sonunda 820 numaralı öğrenci olan bana sıra gelmişti. benim de kapı zilini bile zor çalan bir yeteneğe sahip olduğum düşünülürse flüt çalıp çalamayacağım aşikârdı. o büyülü an gelmiş, hoca 820 numaralı öğrenciyi çağırmıştı. ilkokul 2. sınıfın aksine, uzun boydan ötürü en arka sıraların birinde oturan ben, o uzun mesafenin avantajını sonuna kadar kullanmaya çalışmış, o mesafede deepblue - kasparov maçında çıkabilecek toplam hamleden daha fazla sahtekarlığı aklımdan geçirerek yavaş adımlarla ilerliyordum. hoca not defterini açmış, adeta berlin filharmoni orkestrasının şefi simon rattle'ınki gibi beyaz, karışık saçlarla masasında bekliyordu. mayıs sıcağınını daha çekilmez hale getiren nemli rüzgarın kaldırdığı toz zerreleri açık camdan içeri girmiş, hocanın gözlüğüne yerleşip içeri giren güneş ışığıyla parlıyor, hocayı daha da korkunç ve yıkılmaz bir hale sokuyordu... işte o anda aklıma dahice bir plan geldi! hoca ne çalacağımı sordu ve ben de geçen hafta "sunalar" şarkısını çaldığımı söyledim ve hocaya konuşma fırsatı bırakmaksızın patolojik bir şekilde "mi-mi-la-sol-la mi-mi-la-sol-la" diye notalarını saymaya başladım. hoca ikna olmuş gibiydi. sonra son ikna atağımı da yaparak "hay allah bilseydim flütü de getirirdim ama geçen hafta çaldım diye..." deyip bir mahzun bir yüz ifadesi de takınınca hoca ikna olup 5'i basıverdi ve ben de 5.00 ortalama tutturmaya bir adım daha yaklaşmış oldum!

7- lgs'de anadolu lisesine gitmeye hak kazanmıştım. fakat bu demek değildi ki orada kural dışı eylemlerle, dayak ve küfürle karşılaşmayacaktık... lise 1. sınıfta bizim espri anlayışı ders esnasında mastürbasyon yapmaya bile izin verecek kadar gelişmiş sınıf arkadaşlarımız yeni bir sürprizin peşindeydi: osuruk bombası! ortaokul - lise terminolojisinde hiroshima - nagasaki etkisi yaratacak bu eylem gerçekten cesaret isterdi. duyar duymaz hepimizin kanı çekilmişti bilakis... teneffüsten sonra ders bütün şiddetiyle ilerliyor, sualler, cevâblar birbirini kovalıyordu. tam bu esnada bomba arka sıralardan salındı ve sınıfı bir ko(r)ku sarmaya başladı. o birkaç saniye içinde sınıftaki bir arkadaşımız fenalaşmış, birisi sıranın altına kusmuştu. işler kontrolden çıkıyordu! hoca durumu fark etti, camları açtı ve yüzünde bir iğrenme ifadesiyle müdür yardımcısının odasına koştu. hepimiz heyecanla bekliyorduk. adeta 2. dünya savaşı tersine işliyordu! önce atom bombası atılmış, sonra bir holokaust olacaktı! müdür yardımcısı elinde bir sunta parçasıyla geldi... üzerinize en ufak bir iftira atılmasının bile vücudunuzda ve zihninizde derin izler bırakacağı çok değerli bir andı o an. lacan'a göre gerçek buydu işte! toplu halde yutkunulursa camların titrediğine ben o zaman şahit oldum. sonunda, dehşete düştüğümden nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde failler yakalandı ve inanılmaz bir şekilde dövüldüler. öğrencilik hayatımda çok dayaklar yedim, birçok dayağa da şahit oldum ama böylesini gerçekten görmemiştim! kalınlığı en az 5cm olan sunta parçasıyla bacaklarına bacaklarına vurmuştu müdür yardımcısı ve disiplin cezası almışlardı... bu da korku dolu bir anı olarak hafızada kaldı...

8- bu anımız ise üniversite eğitimim sırasında... 2. sınıftayken sınıfa aile planlama bilgilendirme ekibi gibi bir şey gelmişti. zaten uzmanı olduğumuz konular hakkında uzun uzun konuştuktan sonra gitmeden önce her öğrenciye birer prezervatif veriyorlardı. sınıfta 90 kişi civarı olduğumuz için tam benim yanımda oturan arkadaşımda sonuncusu da verilmiş, bana kalmamıştı. o absürt havada ne yapsanız sırıtmayacağı için arkadaşıma "nasıl olsa hiçbir zaman kullanamayacaksın" diyerek ona verileni ben almıştım. tabii 90 civarı kişi, hocamız ve aile planlama ekibi canhıraş kahkahalarla tepki verdiği için arkadaşımız kızarmış falan ama ne geri istemeye ne de cevap vermeye cesaret edebilmiştir. böyle de iğrenç, hayvan, patavatsız ve bir o kadar da laubali bir insanım, evet.

sonra bir gün britanya reis-i cumhuru geldi. dedim ne lan bu hal? siktir git bir daha gelme! müsteşarlık zor iş, zirâ beşerî sûrette türlü mahlûkat ile alâkadar olma hâli teşekkül ediyor...