sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

11 Eylül 2010 Cumartesi

evde ayı beslemenin erdemleri üzerine

geçende istasyonda tren beklerken çevremdeki insanlardan birkaçı eve köpek alıp alamayacakları üzerine tartışıyorlardı. düşündüm de, ben hiçbir hayvanı sevmiyordum. benim gibi sevgi dolu bir insan nasıl olur da hiçbir hayvanı beğenmez diye düşünüp bu durumu içime sindiremedim. mutlaka benim de sevdiğim, beslemek istediğim, kürkünü başını okşayıp sevgi yumağı gibi takılmak isteyeceğim bir hayvan olmalıydı. uzun uzun düşündükten sonra bir gün bahçeli bir evim olursa bahçede ayı beslemeye karar verdim. peki neden ayı? ayıyı diğer mahlukattan ayıran özellikler nelerdir? ayı sahibi olmak insana ne gibi değerler katar? işte bu yazımda bunları tartışmak istiyorum sevgili blöğ kardeşlerim

1- ayı dürüsttür: hep övünülecek bir şey gibi bahsederler ya, köpeği şehrin dışına bıraksan gider sahibini bulur, kediyi bıraksan sahibini umursamaz, evinin yolunu tutar diye ve bunlar hep romantik hayvan bakıcısı tarafından bir içgüdüden çok hayvanın davranış biçimi addedilir. ayı böyle değildir işte. ayıyı şehrin dışına bıraksanız ne sizi, ne boklu evinizi sallar. öyle eve gidip heves içinde beklersiniz geri dönecek diye... köpek gibi yalaka, kedi gibi materyalist değildir. ayıdır o, geri dönmez. "banane ulan, kendi kaybetti. evde de istediğim yere sıçıyordum, burda da istediğim yere sıçıyorum. canı isterse elinde bir ceylanla gelir beni ikna eder" diye geçirir aklından. karizmasından ve kibirinden zerre ödün vermeden sonuna kadar ormanda takılır, canına minnettir.

2- ayı anarşist ve özgürlükçüdür: özgürlük dendi mi hep aklımıza kuşlar gelir değil mi? çünkü kuşun kafesini açtığınızda, öyle bir ses çıkardığını kimse duymamış olsa da, pırrr diye uçar. ayrıca kuşu kafese koyduğunda gece gündüz deli gibi bağırır, kafa siker. yani tam sadist bakıcının, yasa koyucunun kendisinden beklediği şeyi yerine getirip bir tatmin duygusu verir. bir kuşu özgürlüğüne kavuşturduğunu gören sadist yasa koyucu oturur bir de kendisiyle gurur duyar utanmadan. peki ayı öyle midir? kafese koysan pek takmaz. yere oturur, bacaklarını açar ve bir şeyler kemirir. yasa koyucunun kurallarına pasif protesto uygular. o kurallar yokmuş gibi davranır. kafesini açarsın, çıkmaz. adeta "ben zaten burdaydım, sen kendini tatmin etmek için çevremi kafesle çevirdin ama şimdilik eğlenmene izin veriyorum" dercesine takmaz bakıcıyı. kendi özgürlüğünü, yasa koyucunun onu özgür bırakma özgürlüğünü sınırlayacak biçimde inşa eder. öyle bir duruma gelir ki ayı kafesten çıkar ama bakıcısı sevinir özgürlüğüne kavuştuğu için...

3- ayı zekidir ve sahibini de zekileştirir: birçok kedi-köpek sahibi kedinin eline yumak verir veya köpeğin yakalayıp getirmesi için uzaklara top atar. kedi oynadığı yumağı bir türlü kavrayamadığından ve yumağın karmaşık yapısının dinamiklerini çözemediğinden yumakla sağa sola yuvarlanır, sahibine çok sevimli gelen bir şekilde komiklikler sergiler. tabii biz insanlar (çoğu zaman) kediden daha yüksek bir iq'ya sahip olduğumuz için kedinin çektiği ızdırabı tahayyül edemiyor, kedinin de o aktiviteden keyif aldığını sanıyoruz. oysa kedi bir noktadan sonra yumakla cebelleşmelerinin sonrasında gelen ödüllere şartlanıyor ve onu, karnının doymasını önceleyen bir tür ritüel olarak alıp bıkmadan usanmadan oynuyor yumakla. böylece, bir yandan da ayının özgürlükçülüğünün tam tersi bir şekilde, bir efendi - köle diyalektiği içinde gelişen sakat bir ilişki ortaya çıkıyor. aslında köpeğin de pek farkı yok. o da ontolojik sürekliliği kavrayabilecek kadar zeki olmadığı için top her atıldığında farklı bir avın çalıların arasına düştüğünü sanıp hareketleniyor. onu her koşup getirdiğinde sahibinin başını okşamasınıysa bir mükafat olarak aldığı için her seferinde gidip aynı topu getirmekten bıkmıyor. kuşların zaten kuş beyinli olduklarını hepimiz biliyoruz. salıncakla oynayabilen hayvandan ne beklersiniz ki? diğer taraftaysa ayı: çalılıklara top atsanız topa değil size bakar "şimdi onu neden oraya attın?" diye soran, yaşadığı saçmalıktan bitkin gözlerle. önüne yumak koysanız bir pençe darbesiyle 50 metre öteye gönderip bir numarası olmadığını anlar. yumağı almaya da siz gidersiniz. işte böyle böyle derken bir süre sonra daha yaratıcı oyunlar geliştirmeye çalışırsınız. zekanız parıldar... eskiden mahallelerde ayı oynatan insanlar vardı. onlar ayıyı oynamaya şartlandırmak için kullanılan dahice yöntemleri nasıl buldular sanıyorsunuz?

4- ayı gururludur: kedi - köpek gibi jenerik hayvanlar besleyen insanların karşılaştıkları çok büyük bir sorun da bu hayvanların her şeyi beğenmemesidir. yani mesela bir kedi illa tasta süt ister. sütü koyunca pıt pıt pıt diye koşup gelip diliyle yalaya yalaya içer sütünü... veya köpeğe kemik verirseniz kuyruğunu sallar, nasıl sevindiğini belli eder. sevmedikleri yiyecekleri verirseniz yemezler. işte tam bu noktada kedi - köpeğin sahibi "ay ne kadar gururlu hayvanlarım var, ağzına sarmayan yemeği nasıl da yemiyor" der ama yaptığı olayın antroposentrik, yüzeysel bir görüşünü çıkarmaktır. kedi o yemeği yemeyerek aslında efendi - köle diyalektiği içinde bir tür küçük protesto yapmaktadır. o gün kendini aç bırakarak sahibine "bir sonraki sefer düzgün yemek getirmezsen kendimi açlıktan öldürürüm allahıma" demek ister fakat bu bir ergenin başkaldırısından farksızdır aslında... sahibinin otoritesini içselleştirmiştir ve potansiyel sonucunu belirlediği bir beklenti içine girerek sahibinden aşağı bir konumda olduğunu kabul eder. işte şimdi bu konuda ne kadar yanlış düşündüğünüzü görüyorsunuz sevgili blöğ kardeşlerim... diğer tarafta ayı ne yapar? önüne gazete atsanız yer ve kağıdın organik bileşenleriyle bile beslenir. et koysanız yer, ot koysanız yine yer, tabağıyla götürür. adeta "bugün de mideye indirilmekten kurtuldun şanslı çocuk" der gözlerinizin içine bakarak yiyeceğini kemirirken. bir süre sonra sahip, ayıya sahip çıkmaya başlar, çünkü ayı o kadar gururludur ki sahibi gardını indirip onunla arkadaş olmaya karar verir. hatta şu resmi dikkatle inceleyelim:

bakın ayımız ne kadar da mutlu... aile içinde saygı görüyor ve ailenin bütünlüğüne nasıl da katkıda bulunuyor. tamam bir dakika oradaki sakallı amcadan bahsetmiyorum... ayı dediğim gerçek ayı, şu tam karşıda duran... evet bakın nasıl da gülümsüyor... gözleri hayata gülen bir ayı kadar mutluluk verici ne olabilir? orada envaî çeşit yiyecek varken bir kediyi, bir köpeği zaptedebilir misiniz? ama bakınız ayı nasıl da sabırla bekliyor tabağına yemek konmasını... o kadar takdire şâyan ki... bazan biz insanlar bile yemeğin orasını burasını mıncıklayıp tadına bakmayı ihmal etmezken bu ayı nasıl da özen gösteriyor adâb-ı muaşerete. o kadar kibar bir beyefendi ki şu fotoğrafın çekildiği zaman çevresindeki hanımefendilere iltifat olsun diye mütevazı bariton ses tonuyla "la donna é mobile / qual piuma al vento" dizelerini bile seslendiriyor olabilir. mutluluğu yüzünden okunuyor asalet timsali hayvanın.

ayrıca ayı dediğimiz gururlu canlıyı tasma takıp gezdiremezsiniz. o buna layık değildir. zaten kolunuz pahasına tasma takmayı başarsanız dahi onu yerinden kıpırdatamazsınız. ancak elinizi omzuna atıp parka falan götürebilirsiniz. parkta da kedi köpek gibi elalemin topuna, frizbisine takılıp sizi satmaz. yanınıza oturur ve sizinle dertleşir. "olum şu ilerdeki pembe şortlu nasıl ha?" diye sorarsınız ve "yenge ağzına sıçar abi" manasındaki kükremesiyle aklınız başınıza gelir. çünkü ayı ahlaklıdır, düşüncelidir. evdeki zavallı kadıncağızın, o cânım pirzolaları yapan iyilik abidesinin üzülmesine gönlü razı olmaz. bence bunlar bir hayvan için muhteşem özelliklerdir. ne kedi gibi nankör, ne köpek gibi yalakadır. yeri gelir insanı evcil hayvanı gibi sahiplenir, onu dışarıdan gelen tehlikelerden korur, dosta güven, düşmana korku verir.

maddeler artırılabilir tabii ama uykum geldi, uyuyacam ulan

9 Eylül 2010 Perşembe

referandum üzerine

bildiğiniz gibi pazar günü parti liderlerinin kudurmuş birer köpek kadar sakin ve mantıklı bir şekilde halka izah ettiği referandumu oylayacağız. korkmayın, o evet - hayır tartışmalarına girip siz sevgili bülöğ kardeşlerimi buhranlara sokmak gibi bir amacım yok. zira, rukneddin cevdet kekmresi yine gözlerden kaçanı yakalıyor, kimsenin fark etmediğini gözünüze sokuyor. bu sabah kalktığımda kafamda referandumla ilgili bir şimşek çaktı: referandumda 2 oy var ama aslında 3 farklı şekilde oylanabiliyor değil mi? evet, hayır ve geçersiz. peki hayırla geçersiz arasındaki fark nedir? ikisi de mevcut sistemin devam etmesini savunan oylar değil mi? buradan aslında hayır oylarının ikiye bölündüğünü çıkaramaz mıyız? bunun akp'nin bir stratejisi olduğunu düşünmek çok mu paranoyakça olur bilmiyorum ama ben bu durumdan ciddi ciddi kıllandım. siyasetçi denen pezevenklere zerre kadar güvenmediğim için ve ne mevcut durumun, ne de potansiyel durumun doğru noktalara odaklandığını düşündüğümden başta geçersiz oy kullanmayı düşünüyordum fakat bu olayın farkına vardıktan sonra ne yapacağımı düşünmeye başladım. tabii, geçersiz oy sayısı diğerlerinden fazla çıksa referandumun iptal edilmesi gerekir ama birbirinden bok olduğunu düşündüğüm 2 taraf da bu kadar hararetle savunulurken o ihtimalin olması zaten mümkün değil. böylece geçersiz oylar sadece hayır'ın bir versiyonu olarak kalacak. hem akp'yi destekleyip hem anayasa değişikliğini onaylayanlar, akp'yi destekleyip değişikliklerden bihaber olanlar, akp'yi desteklemeyip değişikliği destekleyenler zaten eveti seçecek, bunu biliyoruz. diğer tarafta anayasanın değişmesini istemeyenler hayırı seçecek ama bir de anayasa değişikliğini istemeyip bütün bu referandumda kuduz bir şekilde toplumu manipule etmeye çalışan politikacılara gıcık olan bir kesim var ve bunlar büyük ihtimalle geçersiz oy kullanacak. yani temelde anayasa değişikliğini onaylayanların her halukarda eveti seçecek olmasına rağmen onaylamayanların ikiye bölünmesi söz konusu. ayrıca bir de akp şovenistleri var ki onlar da olaydan habersiz olmalarına rağmen evet basacaklar. benim burnuma bok kokuları geliyor blöğ kardeşlerim. bu entry'yi tuvalette yazıyor olmamın bunda payı ne kadardır merak ediyorum

7 Eylül 2010 Salı

ramazan bayramı üzerine

bildiğiniz gibi, ülkemizde ramazan bayramı diye bir fenomen var
[gülüşmeler] yok yok bu kadar da yabancılaşamam. mesela cümleye "bildiğiniz gibi, güner ümit diye bir fenomen var" diye başlayabilirdim ama bunu ramazan bayramına yapamam. o zaman çok fazla şey olurum... yani tam bir blogcu olurum o zaman... tam o saniye hakkımda bölümünü açıp "nescafem ve nutellam olmadan güne başlayamayan bir aklın saçmalıkları" falan yazmam gerekir. yok, hayır o kadar bayağılaşmayacağım. sadece bayramda biraz eğlenmeniz için size bazı ipuçları vermek istiyorum. bunların bazılarını uygulamaktan çekinebilirsiniz ama inanın bunlar dünyanın en sıkıcı akraba ziyaretlerini bile çok renklendirecektir. +18 öğeler içeren bu eğlence unsurlarını tehlike ve zorluk (ve dolayısıyla eğlence) katsayısı artacak biçimde sıralayarak anlatıyorum. doğabilecek hasarlardan bülöğümüz kat'a ve zihnar sorumlu değildir.


1- el öpen çocukları şoke etmek:
bir noktada yaşını başını almış insanlarız. küçükken bu yönde birçok dua almış olmamıza rağmen el öpenlerimiz veya su getirenlerimiz çok olmasa da olaydan tamamen habersiz 3-5 genç akrabamızın, konu komşu çocuğunun bayramda ufaktan elimizi öptüğü, buna hazır da olsak, hiç umursamıyor da olsak rahatsız edici bir gerçek. yani kabul etmemiz gerekir k hiçbirimiz eli öpülesi insanlar değiliz. yine de çocuklar bunun ayrımına varamadığından şlok şlok öpmektedirler elimizi. hatırlayınız sayın bülöğ kardeşlerim, hanginiz el öptüğünüzde karşılığında menkul bir kıymet talep etmedik sessizce de olsa? işte şimdiki neslin de böyle bir talep içinde olması çok doğaldır ve para vermek gibi konvensiyonel ve nispeten tahmin edilebilir bir eylem yerine, daha önceden bilerek cebinizde tuttuğunuz süresi geçmiş banka kartınızı çocuğa verip şifresinin de 1234 olduğunu söylerseniz hem akrabalarınızı, hem de çocuğu kısa süreli bir şoka sokabilirsiniz. hepsini siktir edin, kendiniz eğlenirsiniz blöğ dostlarım... bunu deneyin

2- hangi bölümde okuduğunu soran akrabanın ilgisini test etmek:
öğrenci olduğum zamanlarda yüzümüzü bayramdan bayrama gören akrabalarımızla ilk saniyeden kilitlenen muhabbetleri açmanın tek yolu okulla ilgili konulara girmekti. şahsen ilk başlarda ben de sizin gibi hangi bölümde okuyorsam onu söylüyordum.

- ee rukneddin, nasıl gidiyor görüşmeyeli?
+ iyilik be amca, uğraşıyoruz sen nasılsın?
- iyiyiz hamdolsun iş güç...
[ailecek hiçbir ortak noktamızın olmadığı amcamla rahatsız edici bakışmalar eşliğinde geçen birkaç dakika sonunda]
- okul nası rukneddin? izmirde mi okuyodun?
+ evet amca, dokuz eylül amerikan kültürü ve edebiyatı 3. sınıf... hıfzı abi naptı?
- o da bitirdi işte okulu (tabii ki bitirdi... adam benden 15 yaş büyük) şu an maliyede çalışıyor (8 senedir çalışıyor zaten amca, bu yeni bi şey değil ki)

işte bu kısır döngü ortalama 150 bayram sürdükten sonra amcanın her sene aynı soruyu sormasından kıllanılır ve ulan dur bi test edeyim şunu denir:

- okul nasıl rukneddin? izmirde mi okuyodun?
+ yok amca trakya üniversitesi tütün eksperliğindeyim. bu sene bitcek inşallah
- oh oh maaşallah hadi bakalım
(bi dakka lan dalga mı geçiyordu?)

bir sonraki bayram:

- okul nasıl rukneddin? izmirde okuyordun değil mi?
+ yok amca istanbuldayım. cerrahpaşa 5. sınıfta
- ooo hangi bölüm?
+ e tıp...
- oh oh oh maaşallah. hıfzı abini de tıbba sokalım diye çok uğraştık da (40 sene evvel [bkz. evvel]) olmadı

bir sonraki bayram:

- okul nasıl rukneddin? izmirde okuyordun değil mi?
+ yok amca mardinde okuyorum. mimar sinan uzay mühendisliğinde doktora yapıyorum (artık bu noktada aile bireyleri 10 parmağını ağzına sokmuş, dehşet içinde olan biteni izlemektedir)
- oh oh ne güzel. hıfzı abin de (sormamıştık ama) maliyede
+ ooo girdi mi maliyeye? ne güzel (adam 2 seneye emekli olacak)

bir sonraki bayram güleceğinizden korktuğunuz için görüşmediğiniz amcanızın devreleri yakıp babanıza "rukneddin mardinde  uzay eksperliği okuyodu değil mi? hıfzı da maliyede" şeklinde bir cümleyle kelimeleri kifayetsiz bıraktığını öğrenebilirsiniz.

3- arsız akrabalara karşı brinkmanship politikası:
brinkmanship aslında 2. dünya savaşından sonra ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeninde abd ve sovyetler arasındaki caydırma politikasının en önemli stratejilerinden biriydi. yani iki ülke arasındaki her olayı en uç noktaya kadar götürüp karşı tarafı caydırmak için elinden geleni ardına koymama politikasıdır.
peki bunun bayramla ilgisi ne? şöyle ki, çoğumuzun yavşak diye tabir edilen akrabaları olmuştur. bu akrabalar genelde 28-35 yaş arasında olup gömlek + keten pantolon kombinasyonu, bağcıksız klasik ayakkabıları (sanırım kolej deniyordu onlara) ve nişanlılarıyla (daha evlendiklerini gören olmamıştır) sürekli sırıtarak muzip sorular sorup ziyarete gidilen evin, kendisinden küçük bireylerini zor durumda bırakma politikası izler. genelde jinosentrik (yani karı-kız merkezli) olan ve kişinin özel hayatını hedef alan bu ısrarcı sorulara karşı eşit bir şekilde arsızlık politikası izlerseniz ailenizin ve bu arsız kişinin nişanlısının gözünde "deliyle deli olmaya çalışan zavallı edepli çocuk" imajıyla dünyanın en ezik görüntüsüne sahip olabilirsiniz. bunun yerine ona delinin kim olduğunu ve deliliğin sınırlarını göstermeniz gerekir. diyalog genelde aynı noktadan başladığı için size bir taslak çıkarıyorum şimdi, dikkatle izleyin:

- ee rukneddin? kızların canını yakıyor musun oralarda?
+ yok abi ehe ehe (bu noktada annenin kimse tarafından takılmayan "yok benim oğlum yapmaz öyle şey" iddiası)
- hadi olm yalan söyleme. erkek adamın sevgilisi olmaz mı? (suratta o iğrenç sırıtış)
+ ya abi ne sevgilisi? tövbe valla bir daha sevgili mevgili yapmam (sevgili yapmak... tam bu türden bir herifin anlayacağı tabir) geçen bi partiye gittim abi tamam mı (bu noktada artık koltukta yavşak akrabaya doğru dönülmüş, bacak bacak üstüne atılmış, kol ise koltuğun arkalığının üstüne konmuştur. adeta "al amınakoyim" dercesine hikaye anlatılmaktadır) birkaç hap attık, sonra geldik eve. kafam yerinde değil ama ne yaptığımı biliyorum. 2-3 haftadır takıldığım bi hatun vardı abi. onunla bişeyler olmuş. ben dışarı boşaldığımı biliyorum. ertesi gün kız tutturmasın mı ben hamileyim diye? bunun eski sevgilisi var birol diye. kesin o ibnetordan peydahladı karnındakini. dedim ben sana mı bakacam piçine mi? (annenin gözleri fal taşı gibi açılmıştır, baba ise parmaklarını ovuşturarak halının desenlerini saymaktadır) dışarı boşaldığıma eminim abi! en kötü ihtimal ağzına boşalmışımdır. hem 1 günde mi hamile kaldı bu orospu? (bu arada über süslü nişanlısı da bir öğürme refleksindan sonra eli ağzında, odadan koşarak çıkmıştır. (evet, aklınıza who's afraid of virginia woolf geldi) yavşak akraba da onu takip eder. anne ve baba da onların arkasından... tabii baba odadan çıkmadan önce dönüp işaret parmağını size doğru sallayarak "misafirler gitsin, senin ağzına sıçacam" hareketi yapar.)
o saniye atlayıp kaçabileceğiniz bir arabanız ve eviniz yoksa pek tavsiye edilmez bu brinkmanship politikası...

4. top yekûn savaş

her bayramda evimize gelen yaramaz çocukları biliyorsunuz sevgili blöğ kardeşlerim... bunların en az bu çocuklar kadar vurdumduymaz, çocukları evi ateşe verse bile oturduğu yerden kalkmayan gıcık velîlerine hiç unutamayacakları bir ders vermek istemediniz mi? istemişsinizdir. ben de çok istedim ve aşağıda bahsedeceğim türden bir yöntem geliştirdim. bu zorlu bir savaş olacak ama böyle vurdrumduymaz ailelerle mücadele hiçbir zaman kolay olmamıştır.
şimdi efendim, sözkonusu misafirler zile basar. kapıyı açmanızla bu manyak çocuğun koşarak eve girip pencere kenarlarına tırmanması, perde uçlarını topak topak ağzına sokması, playstation'ınızı tekmelemesi bir olur. ailesi ise en fazla, rıfkının hiç duymadığı "rıfkııııııııı yavruuuum yapna ama yavrum ya" uyarısıyla sizi daha da gıcık eder. işte tam bu noktada, çocuğu ayağınızla itip yere düşürdükten sonra belinizden bir kuru sıkı tabanca çıkarıp çocuğa 5-6 el ateş edin ve curcunayı seyredin. tebrikler, yaramaz bir çocuğu yola getirdiniz ve kekeme yaptınız. yaşlı babaannesiniyse cennete yolladınız. merak etmeyin, birkaç sene yatıp çıkarsınız. zaten hükümet genel af çıkaracak, siktir edin eğlenirsiniz...

işte böyle sevgili gençler... en sık görülen misafir tipleri ve onlara rağmen eğlenceli bir bayram geçirme yollarını size anlattım ve artık gerisi sizin işiniz sevgili blöğ kardeşlerim. elinizden geldiğince eğleniniz diyor rukneddin amcanız

6 Eylül 2010 Pazartesi

emre aydın sendromu

sevgili blogger üniversitesi psikoloji anabilim dalı öğrencileri. bugün tarihi bir gün yaşıyoruz. bildiğiniz gibi, emre aydın diye bir yaşam formu var. siyah giyiniyor, gözleri her daim yaşlı, sanki hıristiyan inancına dahil ama isa diye bir faktörden haberi yokmuş da insanlığın günahlarının kefaretini ödüyor gibi bir hali var. peki hiç düşündünüz mü işin içyüzünde, işin derinliklerinde neler var? hiç kurcaladınız mı olayın detaylarını? hiç merak ettiniz mi yaş sınırlamasından dolayı hayranlarının hiçbiriyle ilişkiye giremeyecek bu adamın tek sorunu bu mudur? erişilmez arzusunun nesnesi, objet petit a'sı 15-16 yaşlarındaki kızların 2-3 sene daha kendisini beğenmeye devam etmesi için dolu gözleriyle ve kaçıp giden fırsatın yasını tutarcasına küçülen ellerinin çarpıklaşmış parmaklarını avuç içlerine bastırarak loş ve rutubetli köşelerde ümitsizce dua etmek midir bu adamın bütün olayı? bu victorian karamsarlığın dejenere soğukluğunun ürettiği engellenmiş özne hayaletinin sahip olmakla övündüğü sakatlıkta gizli olan nedir kimsenin bir fikri var mı?

eminim ki hiç kimse olayların bu noktaya varacağını tahmin etmiyordu. emre aydın'ın kendisi bile unutmuştu böyle bir ihtimali. televizyon kanallarına çıkıyor, rahatça etrafta dolanıyor, gazlı içeceklerin sponsorluğunda gerçekleşen konserlere keremcem, şebnem ferah gibi şarkıcılarla birlikte katılıyor, tanıştığı kızlara çekinerek de olsa, yaşını sorup webcam'de rahatça kendini gösteriyordu. fakat ankara'daki küçük odasında sessizce planlar yapan, playstation oynayıp burnunu karıştıran, sabahları işe giden, akşamları işten gelen, evine lahmacun söyleyen sinsi bir manyak her şeyi çözmüştü. emre aydın korkuyordu.

peki emre aydın neden korkardı? kız arkadaşının hamile kalmasından mı? hayatında hiç kız arkadaşı olmamıştı ki... hep kıl payı farkla kaçıyor, 16 yaşından 18 yaşına kadarki geçiş evresinde hiçbir kız onu beğenmiyordu. elbette reşit olmayan biriyle ilişkiye girmek onu pek etkilemezdi, o zaten en korkuncuyla lanetlenmişti. üzerine serpilen kötülük çiçeklerini silkeleyebilmek için gülmemesi gerekiyordu ve bu vecibeyi, bir azizin ketumluğu, bir bakirenin aşılamaz karlı dağlar kadar saf, pürüzsüz ve bu sayede kadın doğası kadar kaygan bir mahremiyetin koruduğu onur içinde ifa etmeye çabalayarak, adeta bergman'ın virgin spring'indeki bakireninki kadar kırılgan saflığını müstesmir dünyanın tüm rahatsız edici bakışlarından yeterince emniyette tuttuğuna emindi.

buna rağmen her sabah adeta farklı bir kulun kefaretini ödüyordu. her sabah kalktığında aynı rüyayı görmekten o kadar bıkmıştı ki... rüyasında banyoya giriyor, ışığı açıp duvarla hiçbir bütünlük arz etmeyen, daha çok bir kenar mahalleye inşa edilmiş prefabrik bir şato kadar postmodern hilton lavabosunun aynasına bakıyor ve hep aynı gerçekle karşılaşıyordu. normalde böyle bir şokun onu sembolik rüyasından uyandırıp gerçeğin sert zeminine fırlatması gerekirdi ama bu rüyaya o kadar hazırlıklıydı ki artık hiç etkilenmiyordu. mohikan olarak addedilen saç stilini birkaç saniyeliğine bozarak saçını yana yatırmasını stockholm sendromlu bir tutsak kadar acı içinde karşılayan bilinci, o iğrenç craig david sakalını da eliyle kapatınca, hoparlörle mikrofonu aynı hizaya gelmiş bir ses sistemi misali, bilinçaltıyla aynı hizaya geliyor; yaşadığı sonsuz döngünün her günkü tutulması yine bütün ışığını kesiyor, yine gözyaşlarına boğuyordu emre aydın'ı, hilton lavabosunun estetik faciasını bulanıklaştırarak. her sabahki gibi antidepresan ayinini eda edip salat-ı vitr niyetine içeceği nescafe ile sabah ibadetini tamamlamak için mutfağa girerken telefonun sesini duydu.

telefon her çaldığında dijital bir ses 'necmi' diyordu. arayan kardeşi ve menajeri necmiydi; sırrını bilen tek kişi. emre aydın boğuk sesiyle telefonu açtı: "efendim, necmi"

necmi'nin sesi ciddi ve umutsuzdu:
"bittik abi..."

emre aydın başından vurulmuş gibiydi. haykırdı:
"nasıl? ne oldu söylesene be adam!"

"blogcunun teki, abi... fark etmiş. yemin ederim ben söylemedim. allah belamı ver-"

"tamam, sus. necmi... nec-"

"abi? abi iyi misin? hemen oraya geliyorum"

gözleri kararmıştı. kendini yere, sonsuz huzura bıraktı.

gözlerini açtığında kendini bir hastanenin yatakhanesinde buldu. yanında necmi vardı. neler olduğunu sordu. necmi ise bütün gerçeğin bir blogda ifşa edildiğini ve kendisinin derhal estetik ameliyata alındığını söyledi. dizüstü bilgisayarını ona doğru çevirdi. kişisel bok çukuru adında bir blog emre aydın - mahmut tuncer benzerliğiyle dalga geçiyordu. emre aydın'ın, daha doğrusu artık başka bir kabuğun altındaki emre aydın hayaletinin gözleri doldu. gözyaşları hala eski kaynağından çıkıyordu ama farklı bir ülkede denize dökülüyordu. necmi ona bir ayna tuttu. karşısındaki, mohikan saçlı ve craig david sakallı mahmut tuncer değildi. necmi her şeyi anlattı. bambaşka bir hayata başlayacaklardı. eski işi olan çiğ köfteciliğe geri dönecek, belli bir süre sonra keşfedilecek ve tekrar albüm çıkaracaktı. bu kez arabesk tarzında... necmi'ye sarılıp uzun uzun ağladı. blogdaki yazıyı okuyunca gözyaşları içinde gülümsedi. yakında bulgur ve mercimeğe bulanacak olan ellerine baktı. "zaten iyi gitar çalamıyorlardı" diye geçirdi içinden. haklıydı.

işte çocuklar, emre aydın'ın bu halde olmasına sebep olan sürekli endişesinin sebebi mahmut tuncer'e benzemesidir. o yüzden gönlünce kahkaha atamıyor, mütemadiyen bir şeye üzülmüş gibi duruyor. çünkü şen kahkahalar atarsa mahmut tuncer'e gerçekten benzeyebilir.



ayrıca bu entry'yi girmemem için teklif edilen 150.000 euro rüşveti reddettim. sırf siz sevgili bülöğ kardeşlerim böyle bir bilgiden mahrum kalmasın diye. kıymetimi bilin :F

29 Ağustos 2010 Pazar

türklerde olasılık çıkmazı

ya bak sinirlenmeyeyim diyorum ama yok... sevgili bilöğ kardeşlerim, hepimiz aşağı yukarı belli bir zihinsel düzeyin üstünde insanlar sayılırız. yani meydanlara gidip siyasetçileri alkışlıyor veya yuhalamıyorsak, hiçbir şeyin değişmeyeceğini bildiğimiz halde sadece cop yemek için eylemlere katılmıyorsak, facebookta her gün yeni bilgi grubunun resimlerini profilimizde paylaşmıyorsak gerçekten iyi durumdayız demektir. içinizden biri, bu söz için zaten fazlasıyla zeki olduğuna inandığım bir kişi, bana şu sözü açıklayabilir mi?

"hani olmaz ya, tut ki oldu..."

oğlum nerde gördün lan böyle bir saçmalığı, böyle bir sapkınlığı? bakın size bunun me'alini söyleyeyim: mister turist demek istiyor: "ben o denli bir insanım ki hem obsesif kompulsif bozukluğum var, hem de oldukça aptalım. yani kusura bakma, seni şaşırttığımı biliyorum ama ben içinde bulunduğum durumu analiz etme yetisinden o kadar uzağım ki, mesela geçen gün evin altına nükleer saldırılara dayanıklı bir sığınak yaptırmayı düşündüm. hani olmaz ya... tut ki oldu, napacaksın?

yav bak güzel kardeşim eğer bu satırları okuyorsan (ki okumadığından da eminim) bırak şu saçma lafı. ne demek lan hani olmaz ya, tut ki oldu? şu ömr-ü hayatında poğaça almak için pastaneye girip raflarda plütonyum olduğunu görüp de radyasyona dayanıklı kıyafet giyme gerekliliğiyle karşılaştın mı? veya anteni düzeltmek için çatıya çıktığında "ulan ne olur ne olur ne olmaz şu zıpkın silahımı yanıma alayım da köpek balığı falan çıkar allah muhafaza" dediğin oldu mu?


hani olmaz ya... yine de giyeyim radyoaktif elbiselerimi


olmaz olmaz bir de olacağı tutar, tedbiri elden bırakmayalım

zaten oraya da yazdım, bu sözün bir varyasyonu da "olmaz olmaz ama bir de olacağı tutar"dır. bundan daha çok stres, takıntı, rahatsızlık kokan bir söz duydunuz mu? tutmaz tavşan kardeş, kesinlikle tutmaz. mesela bir arabada sağ vites yoktur ve buna ya oluverirse demek... neyse susuyorum artık

bu saçma ötesi muhabbetin ekseriyetle kadınlar tarafından yapılıyor olması da anlamadığım bir başka nokta. "1 bende vardı, 3 de sonradan geldi; etti mi sana 4?" veya "apartmanda birbirimizin yüzüne bakıyoruz" gibi mantık sınırlarını zorlayan 2 cümleden sonra bu üçüncüsü türk kadınına karşı zaten az bir şey kalan inancımı hepten yerle bir etti diyebilirim. ciddi anlamda hemen silkinip toparlanması gerekiyor bu cümleleri sarf eden insanların. çünkü biliyorum bu cümleleri böyle aşırı kibar görünmek uğruna ortaya çıkaran birkaç sapkın canavar var. bunlardan dalga dalga yayılan bir akım haline geliyor bu tür şeyler.

ayrıca bu sözle karşılaştığım yer bir devlet dairesiydi. zaten bir networkten aldığınız sikindirik belgeyi yazıcıdan çıkarmak için 10 milyon para alıyorsunuz bari böyle saçma sapan laflar etmeyin de güzel güzel evimize siktir olup gidelim değil mi?

27 Ağustos 2010 Cuma

türk futbolu nereye gidiyor?

avrupaya gidiyor tabii ama gittiği gibi geri geliyor
aıdasıorjıoahrıoahra ulan bir an için ben bile ciddi bir yazı yazacağımı sandım

22 Ağustos 2010 Pazar

ilk aracımı alıyorum :)

uzun süredir çalışıyor olmam sonunda meyvelerini verdi ve yakında otobüslere, metrolara veda ediyorum. işte alacağım araç:

adam sahibinden.com'a savaş uçağı ilanı vermiş. fiyatı da 12 milyon dolar!!!  ıdrweırhıuewhrıuwehruıewhruw bu adam bu ilanı cidden elinde böyle bir uçak olduğundan vermemiştir, dalga geçiyordur sanıyorum ama gerçekten müthiş olmuş. böyle bir uçağı insan neden satın almak ister? benim aklıma ilk kırıkkaleye savaş açmak geldi mesela

özelliklerini incelediğimizde pilot kaskının da yanında hediye olduğunu görmem bu uçağa bağlanmama neden oldu. bunu almalıydım! pilot kaskı hediyeliydi çünkü... hiç düşünmeden teklifimi yaptım

araç muayyer mi diye sordum. bir de oluru nedir abi dedim. 1-2 milyon düşerse alıyorum inşallah önümüzdeki günlerde. sonra da allah nasip ederse batı komşumuz cebeciyi haritadan silebilirim...

haaaa bir de başlık hakkında: hani böyle çalışmaya yeni başlayıp da ilk evini veya arabasını alan hanım hanımcık veya bey beycik tipler vardır ya. facebook'a veya msn iletisine ilk arabam :), ilk bilgisayarım :), yeni evimde ilk günüm :) falan yazarlar... onları irreversible'daki gibi dövmek istiyorum. dünyanın en kötü şeylerinden biridir herhalde... hatta "bugün ilk maaşım, yarın ilk evim" yazılı bir reklam afişi vardı bir bankanın camında. hayatımda onun kadar itici çok az şey gördüğümü sanıyorum. ona da referans vermeden geçmeyeyim dedim

atmak fiilinin dayanılmaz karizması

ingilizce öğrenen herkes get, take, go gibi fiillerin 1001 türlü yerde kullanabilmesine kafayı takar ve ingilizlere demediğini bırakmaz. ingilizcede geneli phrasal verb olan bu şeylerin öyle ahım şahım karizmaları olmasa da bizim atmak fiilinin yarattığı bir karizma vardır. ben bugün bunun farkına vardım. bir durumda asıl kullanılması gereken fiil yerine "x atmak" kullanıldığında o fiilin öznesi sanki olayı aşmış, yüklemde bahsi geçen eylemi doruğa ulaştırmış ve artık sadece kendi keyfi için yapıyor gibi görünür... mesela bilgisayar kullanımından örnek vermek gerekirse, kimse hiçbir veri depolama aygıtını biçimlendirmez, formatlamaz... bunun yerine format atar. bilgisayar kilitlense reset atar. gider psp alır, oyunları çalıştıramaz ve cihaza yazılım atar. arabasına çip atar. bara diskoya gitse dans edip şarkı söylemez, çılgın atar. hatta yeterince çılgın atamazsa yardım için 1-2 tane hap atar. her şeyi bir kenara bıraktım diyelim ama hap atmak nedir lan? hapı havaya atıp ağzınla yakalıyor olsan vallaha bir şey demeyeceğim ama neyin mücadelesidir lan bu?

bunlar belirli bir meslek veya ilgi grubunun dışındaki insanların yaptığı şeylerdi diyelim. bir de pop dışında müzik icra eden insanların kullandığı karizmatik deyişler var. mesela bir ritm atmak... sanki adam gerilip gerilip 500 metre mesafeye ritm atıyor. bunun dışında solo atmak ve diss atmak da dilin arka planında güneş gözlüğü takıp saçına briyantin sürerken yakalanıyor.

bir de en üst entellik düzeyini aşmış insanların film atması vardır ki bence son nokta budur. mesela adamı yolda görürsünüz, başını tutarak yürüyordur. "hayrola timsah çok kötü görünüyorsun" diye bir sorun olup olmadığını öğrenme isteğinizi ima edersiniz ve adam aynen şöyle der: "ağbi sorma yağ dün gece 4 film attım hepsi woody allendı kafa beyin kalmadı bende".

yeter ulan bir gün kendimi kaybedip müthiş bir dayak atacağım bu insanlara ve atma eylemi nasıl yapılır öğrenecekler

16 Temmuz 2010 Cuma

son kitap çevirim tüm kitabevlerinde

bugüne kadar yoğun şua-i nûr huzmesiyle cümle ayanımızı ama eden, manevi dünyamıza çılgın attırıp ührevî alem kaygımızı zührevi bir hastalık gibi saran cevâb veremedi adlı dev eseri ingilizceye çevirmenin haksız gururunu yaşıyorum.

15 Temmuz 2010 Perşembe

cv'de çığır açan vasıf


bunu sözlükte buldum aziz dostlarım. bugüne kadar yazılı çeviri yapacak bayan eleman arayanları, askerliğini komando olarak yapmış eleman arayanları, hatta dalga geçildiğini düşünmeme rağmen lise mezunu ingilizce öğretmeni arayanları gördüm (yani şahsen görmedim de ilanlarını gördüm) ama bu adam vasıf konusunda yeni bir çağa merhaba diyor. becerikli, dindar, köylü aile... stv'nin dizilerinden fırlamış bir dizi karakterden bahsediyoruz. ayrıca dindar demişler ama hangi dine mensup olması gerektiğini söylememişler. mesela adam süper becerikli, bütün çiftliğin işini 7 dakika 12 saniyede bitiriyor, aynı zamanda köylü ama şaman diyelim. yani odin'e, thor'a falan tapıyor. nerden bulaştıysa iskandinav dinlerine bulaşmış adam. ama über dindar diyelim odin'e küfretmiş bir köylüsünün kafasına odunla vurmuş geçen yıl (bu ara odun - odin çağrışımı olabilir mi? aslında olabilir ama olamaz. yani bizdeki odun kelimesinin bir alakası yok ama ingilizcedeki wood - wooden ve hatta wednesday kelimeleri odin'den gelmekte, bunu da bir dipnot olarak şey yapalım) hadi her şey bir yana, vasıfların belgelendirilmesi söz konusu olmaz mı? mesela ben cv'ye kafama göre b sınıfı ehliyet yazabilir miyim? veya diploma notumu 3.99 yapsam diplomanı göster demezler mi? peki bu adam dindar olduğunu nasıl kanıtlayacak? iş görüşmesinde namaz surelerini mi okutacaklar? veya son 5 haftanın cuma hutbelerinden yazılı mı yapacaklar? yoksa adam kafadan bir mucize mi gösterecek? işte bunlar hep merak konusu... ben mesela kullanılan yazılımlar kısmına winamp veya mspaint yazmayı falan düşünmüştüm ama anahtar özellikler diye başlık atıp altına dindar veya namazında niyazında yazmak gerçekten en çılgın düşlerimde bile yer almamıştır. bu açıdan diyorum ki: "mehmet torun sen kocaman bir çılgınsın dostum!"

14 Temmuz 2010 Çarşamba

hayatımda gördüğüm en vurucu reklam




bu reklamı bir torrent sitesinde gördüm. gerçekten de orijinal yazılıma veya filme verecek kadar parası olmayan fakirlerin kaybettiği şeyleri sıralıyor fakat neden araba ve yattan sonra kız? fukara erkeklere kızların vermediği konusunda genel bir kanı olabilir. bunun doğruluk payı da olabilir ama burada bir sınıflandırma sorunu yok mudur yani? parası olmayana araba yok, yat yok, kalorifer yok demekle aynı şey lan bu! daha alakasız bir şey bulabilirlerdi diye düşünüyorum sadece yeterince kafa yormamışlar...

bilöğ dünyasına geri dönüş

dünyada diğer düşüncelere temel teşkil eden, asla sarsılmayacak ve aksi iddia edilemeyecek düşünceler nelerdir diye sorsalar ne varoluşçuluk, ne nihilizm, ne de aşkıncılık derim. bu dünyada en sarsılmaz düşünceler bilgisayar satıcılarının kendilerinden başka kimsenin bilgisayar kullanamayacağına dair düşünceleri ve otobüs şoförlerinin ne olursa olsun arkada boş yer olduğuna dair inançlarıdır. bu ikisine ne söylerseniz söyleyin hiçbir şey fark etmeyecektir.

yeni bir bilgisayar aldınız diyelim. adama da zamanınız olmadığından veya benzer bir sebepten windows xp de kurmasını söylersiniz. peki adam sadece windows xp mi kurar? tabii ki hayır. birçok saçma sapan şey de bilgisayara ilk kurulumunda eşlik eder. mesela ben yeni bir bilgisayar alma şerefine nail oldum son zamanlarda. masaüstüne bir baktım mtu var. şu bildiğiniz ingilizce - türkçe sözlük olan mtu. bir dakika... ben-bana?! mtu? yok yok bir hata olmalı... F5'e basayım bari - anaa hala orda lan! üstelik kısıtlı sürümüymüş; adam asmaca yok. hadi onu geçtim limewire vardı! limewire nedir a dostlar? "al kutsi falan indirirsin diye limewire kurdum" demek kadar büyük bir hakaret olabilir mi aziz dostlarım, karıncayiyen kardeşlerim?

bunların hepsi bir tarafa, biz youtube'a giremedeğimiz için bilgisayarda belirli değişiklikler yapmışlar. ben bu belirli değişikliklerden dolayı uzun zamandır blogger'a giremiyordum mesela. www.blogger.com yazıp enter'a basınca "üzgünüz site duvar" gibi bir mesaj veriyordu firefox. o zamanlar devlet erkânının iyice azdığı zamanlar olacak, porno sitelerin türk ip'lerine ayrılan kapasitesi dolmasın da devlet büyüklerimiz daha kolay film indirebilsin diye sanıyorum, google bile yasaklanmıştı biliyorsunuz. ben de zannetmiştim ki bu ahval ve şerâitten mütevellit blogger'a intikal hacredilmiş. sonra çevredeki insanlara falan da sorunca benim dışımda herkesin blogger'a girdiğini fark ettim. sonra düşününce bilgisayarcıların bu müthiş kuruntusunun aklıma gelmesiyle windows klasörüne girmem bir oldu. sonra biraz aceleci davrandığımı fark ettim. kendimi birkaç dakika mal gibi hissettim çünkü aradığım dosyanın adını bilmiyordum (sonra da bilgisayarcılara bok atıyorum). firefox'u açtım hemen (çünkü internet explorer simgesinin altında sadece "internet" yazıyordu. yazmasaydılar onun yaşlı teyzeler tarafından her uzaktan kumandada olduğuna inanılan "basarsan bozulur" düğmesi türünde bir şey olduğunu sanabilirdik). sonra 1-2 bir şey arattım ve aradığım dosyanın "hosts" adında bir dosya olduğunu görerek hatırladım. hemen windows klasörüne girip ctrl+f'e basıp hosts'u arattım ve bulur bulmaz notepad'le açıp içindeki her boku sildim. sonuç olarak bloga geri döndüm.

söylemek istediğim, yeni bir bilgisayar satın alıyorsanız üzerine basa basa iyi kullandığınızı söyleyin. kötü kullanıyorsanız bile söyleyin ulan! hatta kendiniz söyleyemiyorsanız beni arayın ben konuşayım sizin yerinize pentagonun sitesine falan girdiğinizi söyleyeyim bunlara prim vermeyelim artık...

ayrıca bilgisayar gelir gelmez ne kurdum? doğru, flash kurdum aslında... sonra ne kurdum? office 2007. peki ya sonra? sims 3!!! peki sims 3 kurarım da spastik ev tasarımı yapmaz mıyım? yaparım. oduncu.

bu evi çekmeceden çay kaşığı çıkarırken tasarladım dememi bekliyorsunuz, biliyorum ama yok öyle bir şey... bildiğin tuvalette aklıma geldi. tuvalette ne yaptığımı zaten az çok tahmin edersiniz. kitap okuyordum: wittgenstein'ın ölümlü eseri tractatus logico-philosophicus. peki oyunla ilgisi nedir? illa bir ilgisi olmak zorunda mıdır? bu soruya cevabı tuvalette yanımda olan wittgenstein'ın ta kendisi veriyor:
3.34 a proposition possesses essential and accidental features. accidental features are those that result from the particular way in which the propositional sign is produced. essential features are those without which the proposition could not express its sense.
türkçe me'âli: bir önermenin temel ve rastlantısal özellikleri vardır. rastlantısal özellikler önermesel göstergenin üretildiği yoldan kaynaklanan özelliklerdir. temel özellikler, önermenin onsuz anlamını ifade edemeyeceği özelliklerdir.

peki ben wittgenstein'la aynı fikirde olmak zorunda mıyım? buna da cevabı kendisi veriyor:
no
peki wittgenstein neden ingilizce konuşuyor?
ich weiße nicht
yalnız şu an kelimenin tam anlamıyla şımardım ha. bloga uzun zamandan sonra girip burası kendi blogum diye istediğim gibi fink atabileceğim fikrini kaldıracak kadar olgunlaşmamışım demek ki daha... ulan gören de evin bahçesinde kung fu çalışıyorum falan sanar...

ayrıcana evi isteyen olursa havuzunla suyunla selinle birlikte (mahalle karısı stayla) paylaşabilirim. bu da böyle biline, böyle yazıla

17 Haziran 2010 Perşembe

sanırım beynimi ele geçiriyorlar mister turist

http://www.pown.it/1036


haftalardır bunu dinliyorum


sawyer sawyer sawyer sawyer sawyer sawyer locke

18 Mayıs 2010 Salı

solu bitirdiniz ulan

geçenlerde ilim irfan aşığı her keko gibi odtü kampüse pikniğe gitmiştik... 1001 neş'e içinde ekmek arasına doldurduğumuz çiğ salamdı, peynirdi falan tıkınırken ufukta bir dizi insan göründü, ellerinde birer tomar gazeteyle. üniversite kampüslerinde alışık olunan manzara olan "sol görüşlü öğrenciler"den bahsediyorum. bunlar da yahudi yerleşimciler, çeçen direnişçiler, rus kozmonotları gibi, kendi içlerinde birer stereotip olan mor converse'li, saç sakal karışık düşük bel pantolonlarla fink atan ilginç bebelerdi. gitgide yanımıza yaklaşıyorlardı... ekmekten istemezler inşallah diye aklımdan geçirirken gruptan bir kızın çıkardığı "miribaaa" sesiyle irkildim. ellerinde "muhalefet" adlı bir gazete taşıyorlardı ve belli ki bu gazeteyi dağıtıyor veya satıyorlardı. daha önce beytepe kampüsünde kendilerini komünist olarak tanımlayan ve über seksi üyeleri bulunan bir güruh bir şeyler dağıtırken marx'ı tamamen yanlış anladıklarını, hatta hiç okumamış bile olabileceklerini söylemeye tırsmıştım çünkü çok kalabalıklardı ama bu sefer sayılarımız yakındı ve bir durum olması halinde "CcC reiizzz yetiişş CcC" diye bağırıp götü kurtarabilirdik.

işte akılda bu fikirlerle yanımıza yaklaşan elemanlarla konuşmaya başladık. tahmin ettiğim gibi, bize gazete vermeye çalışıyorlardı. hemen açık kahverengi saçlı ve açık mavi gözlü bir kız olanın yanına yaklaştım ve gazeteye bu ismi kimin bulduğunu sordum. birilerinin adını söyledi ama doğal olarak o kimseleri tanımıyordum. sonrasında bu arkadaşları soru bombardımanına tuttum. muhalefetin iktidara göre tanımlanan bir şey olup olmadığını, bugünün muhalefeti yarın başa geçse gazetenin adını iktidar olarak değiştirip değiştirmeyeceklerini, dolayısıyla türkiyenin muhalefet anlayışında bir değişikliğe yol açmadıklarını fark edip etmediklerini falan sordum... güruh mal mal yüzüme baktıkça gaza geliyor, ordularının düşmanı çevirmesini bir tepenin üstünden seyreden bir kumandan edasıyla (bu noktada kendime de bi siktir git diyorum artık) amansızca hücum ediyordum. derken bunlar gazete mazete almayacağımızı anladı ve geldikleri yönden geri marşladılar.

buradan gençlere mesajım şu: böyle saçmalıklarla zaman kaybetmeyin, kaybediyorsanız bile kavramsal olarak daha tutarlı bir saçmalıkla kaybedin. ha tabii para veriyorlarsa yapın, sonuna kadar sömürün. şimdi bundan bahsedince, 2 yıl önce usb belleğini film yüklemek için aldığım, okuldan bir arkadaşım aklıma geldi. kendisi daha üniversitede 3. sınıfta olmasına rağmen usb belleğinin adını "prof " şeklinde koymuştu. mesela adı verengül özveren olsun diyelim, flash belleğin adı "prof ozveren" idi. hayatımda çok az şeyden bu kadar iğrenmiştim. işte bu "sol görüşlü öğrenciler" de aynı böyleler. hiçbir şeyi sorgulamadan bir ilüzyonun peşinden gidiyorlar. sağ görüşlü öğrenciler de farklı değil tabii. reisler, asenalar, kurtçuklar... çizgifilmden fırlamış bir hiyerarşi terminolojisi... aslında sırf bu herifleri protesto için fil, tavşan, tapir, koala gibi hayvanların sembolize ettiği bir siyasi akım başlatmak istiyorum. mesela fil gibi yeyin, tavşan gibi çiftleşin, tapir gibi burnunuzu her yere sokun, koala gibi yatın şeklinde öğretileri bile olabilr ki sürekli muhalif olmaktan daha mantıklıdır.

16 Mayıs 2010 Pazar

böcek antenleriyle iletişim kurmak

kancalı kalorifer böceği diye bir olgu var. adı tam olarak böyle olmayabilir ama ünü biraz darwin'in gölgesinde kalan bir zoolog olan teyzem tarafından telefonda yapılan bir teşhisle insectus radiatorius familyasından kancalılar sınıfına dahil bir böcek olduğunu anladık. tabii böcekle yüzleşen ben olduğum için teyzem telefonda son derece cool bir şekilde "zararı yok onların ya boşver yaşasın... hamamböceklerini yiyor onlar" demişti fakat yaklaşık 3-4 cm antenleri ve arka tarafından çıkan, mahlûkata mikro bir akrep görüntüsü veren kancasıyla pek de sakin karşılanacak bir şey değildi kendisi. üstelik tanrı sistemi öyle sadistçe kurmuştu ki bu böceklerin hamamböceklerini öldürüyor olması "ulan evde beslesek mi bi tane" diye kendi kendime sormama bile neden oldu. kendisiyle ilk karşılaşmamız klavyeyi dizimin üstüne almak maksadıyla kaldırdığımda olmuştu. klavyenin altından çıkmış, 2-3 saniye gözgöze gelmiştik. veya gözantene... kendileri 2-3 gün pek ortalıkta görünmemiştiler sağolsunlar. derken dün gece aklıma geldi kendileri... google images'a girdim ve kancalı kalorifer böceği diye arattım. firefox sayfayı açmaya ıkınırken bir baktım monitörün yan tarafından tırmanmaya kasıyor bizimki... oğlum aramızda duygusal bir bağ mı oluştu lan? yoksa tanrı benimle dalga mı geçiyor? allahtan boeing 747 diye aratmamışım zira camdan içeri bir tane girebilirmiş. işin kötüsü de monitörüme tırmanıyor lan! ben o monitöre yarım milyar para bayıldım! ağzının tadını da biliyor pezevenk... led aydınlatmalı hd monitörden aşağısı kurtarmıyor ibnetoru. ne bileyim hoparlöre tırman, bilgisayara tırman, klavye veya mouse'a da tırmanma mesela ama cama tırman, atla aşağı... tabii aramızda böyle bir duygusal bağ oluştuğunu görünce dedim fazla kıpraşma hemen bir gazete alıp geliyorum. evin taaa öbür ucuna gazete almaya gittim ve geldiğimde hala orada duruyordu. bir an düşündüm belki de bu böceğin canı sıkılıyordu ve antenleri vasıtasıyla "abi bir film aç da seyredek la ama şöyle komik bişeyler olsun" falan demek istiyordu veya işyerinde anten uzunluğuna karışan pezevenk patronunu ezdirecek bir insan arıyordu. belki de 2-3 gün önce dilini içe kıvırıp dişleriyle bastırarak "görecen sen oğlum! homo erectus tanıdıklarım var" demişti ve patron da ağzında yarım milimetrelik puro tütünüyle canhıraş bir kahkaha patlatmıştı. belki de bu olaylar tam da 1 mayıs günü yaşanmış, olay 15 günde bana kadar anca cereyan etmişti. hatta belki böcek biyoloji bölümünde doktora tezi için, en az fareler kadar zeki canlılar olduğuna inandıkları bir insanı yakından incelemeyi de içeren projesini hayata geçiriyordu.

tabii böcek milletine bu kadar empati de fazlaydı... ben de getirdiğim gazeteyi böceğe böceğe iteledim ama hayvan öyle bok bir şey ki başta binmedi gazetenin üstüne... ben de küçük bir kartonla arkasından da ittirdim ve camdan dışarı özgürlüğüne bırakmak zorunda kaldım. peki korku şöleni burda bitiyor muydu? tabii ki hayır. ertesi gün, yani şu satırları yazdığım sıralar işyerinden kalorifer böceğini aratayım dedim. sonucunda ulaştığım http://www.atlas-muhendislik.com/?p=atlas_bocek_ilaclama_zararlilar adresinde adamların resmen zihinsel manipulasyonla ürün sattıklarını fark ettim. şu yazıya bir bakın:

Kalorifer böcekleri hemen hemen dünyanın her yerine yayılmıştır. Çok soğuk kutup bölgeleri hariç bir çok yerde çok çeşitli Kalorifer böceği türleri yaşamaktadır. Özellikle de evlerimizde yaygın bir şekilde yaşayan Kalorifer böcekleri sağlığımızı olumsuz etkilemektedir.Yağmurlu havalarda foseptiklerin iyice tıkanması sonucu Kalorifer böcekleri lavabolarımızdan, küvetlerimizden ve tuvaletlerimizden çıkarak evlerimize girerler. Kalorifer böceklerinin yaşam alanları pis yerler olduğu için de vücutlarında bir çok hastalık mikrobunu taşırlar. Kalorifer böceği bulaşıcı hastalık vektörlerinin en başında gelenlerindendir.Kalorifer böceği karanlık ve nemli ortamları sever. Genellikle geceleri ortaya çıkar. Mesela evinizde hiç Kalorifer böceği görmemenize rağmen gecenin bir yarısı yatağınızdan kalkıp da ışıkları açtığınızda bu böcekleri görebilirsiniz. Özellikle de banyo ve mutfaklarınızda.


az ağır ol bakalım şampiyon! neyin mücadelesi bu böyle lan? bu tanımları böceğin kendisi görse oturup ağlar, ne yanlışımızı gördünüz diye isyan eder böyle bir yazıya...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

rukneddîn cevdet kekremsi halka arz ediliyor

rukneddîn cevdet kekremsi halkın sorunlarını dinliyor, çareler üretiyor, anlatım bozukluğu yapıyor... http://formspring.me/member2remember adresinden kafanıza takılanları sorabiliyorsunuz aziz dostlarım. fakat geçende falanca kimse gelmiş vay efendim neymiş yok dilin sınırları dünyanın sınırları mıymış, yok sembolik düzen şöyle miymiş böyle miymiş gibi sorular sordu. rica ediyorum efendim... bana bu gibi yüzeysel sorularla gelmeyiniz

ayrıca istediğiniz sorudan başlamayabilirsiniz

14 Mayıs 2010 Cuma

tek sayılı skorların çekiciliği üzerine

malumunuz, özellikle uçan hollandalının yılın blogu ödülünü almasından sonra futbol blogları mantar gibi çoğaldı. hadi sadece futbol olsa yine iyi... aynı uçan hollandalının yaptığı gibi ara sıra şarkılar, klipler, komikli şakalı fıkralar... tam bir şahane pazar havasında futbol blogculuğu anlayışı sardı yurdumuzun dört bir yanını... zaten futboldan en az anlayan kişilerin teknik direktör ve hakemler olduğu ülkemizde aslında blogculuk bu açıdan bulunmaz bir fırsattı ve insanımız bu fırsatı sömürdü resmen... gerçi zaten blogları kategorize etmeye kalkacağım başka bir postta ve ben de aslında klişenin bir parçasıyım ama neden futbola girdim? çünkü futbolla ilgili kimsenin bilmediği, bilip de görmezden geldiği bir gerçeği açıklamak üzereyim.

aslında futbol gibi, modern takım sporlarında amaç daima aracın önündedir. yani tam da modern zamanların istediği gibi, estetik ve hatta etiğin 2. plana atıldığı ve ne kadar fazla gol atarsanız o kadar iyi olacağı, kazanmak için her yolun mubah olduğu, tamamen linear bir başarı eğrisinin yönettiği bir oyundur futbol. aslında bütün takım sporları böyledir. takım sporlarının bir anda moda olmasının arkasında yatan sebep de 20. yüzyılın faşizan ulus devletleri ve seri üretimle gelen kapitalist tüketim ekonomisinin bir metaforu gibi olmalarıdır. yani franco'nun futbolu bu kadar desteklemesinin tek sebebi insanların futbol seyrederken dünyayı unutması değildir kanımca. zira futbolda da birey değil, takım önemlidir. oyuncu 5 gol atsa bile takımı 6-5 yenilmiş olduktan sonra yaptığının pek bir önemi yoktur. oyuncular kendi formalarıyla gruplandırılmış ve her oyuncu kendi benliğini iptal ederek takımın menfaatleri için uğraşmaktadır. burada futbolcuların hayvan gibi para kazanmasını örnek vererek benden dayak yemek isteyen olacaktır tabii ama burada asıl bahsettiğim olayın ekrana yansıyan biçimidir. riefenstahl'ın triumph of the will filmini seyretmiş bir sürü insan vardır kesin... orada da koca film boyunca alman toplumu ve alman askerleri toplu halde gösterilip duruyordu. topluluktan ayrı duran tek kişi hitler'di sanıyorum... yani bireyin yok edilip topluluk içinde tanımlanması ve sadece bağlı olduğu kuruma hizmet etmesi. futbolla benzerlik göstermiyor mu? zaten milletçe sürüldüğümüz yolun da bundan farkı var mı? hiçbir şeyi sorgulamadan vatanımıza, milletimize, anamıza, babamıza, dedemize, onun dedesine, allaha, peygamberlere, meleklere, ota boka bir sürü sorumlulukla donatılmıyor muyuz kendi rızamız dışında? yani zaten bir sürü takımın oyuncusuyuz ve kendi benliğimiz hiç olmamış bile. denilson'u düşünün... bence dünyaya gelmiş en iyi 5-6 futbolcudan biridir ama genelde başarısız olarak addedilir denilson. çünkü takımın galibiyetine çok fazla katkı yapmamaktadır. topu alıp 3-4 kişiyi ayağında oynatıp büyük ihtimalle kendi başına eğlenmektedir. yani "verimli" değildir ve verimlilik aslında takım sporlarında ve kapitalist değerler sisteminde en önemli şeylerden biridir. yani mesela carrick'in oynadığı futbol pek göze batmaz ama verimlidir. 1 yıl maç seyretseniz carrick'in 10 tane müthiş hareketini göremezsiniz ama istatistiklerine baktığınızda döktürmüştür. estetiğin geri plana atılmasına en iyi örneklerden biri budur sanıyorum... kierkegaard'ın tanımıyla "tin yoksunluğu"ndan muzdarip, sürekli kendisini sınırlayan tanrı, vatan gibi kavramlara bağlılığı gibi, desteklediği takıma bir totem tapınmasıyla bağlı olan taraftarın da çok iyi bir "takım oyuncusu" olduğu söylenebilir.

bunun dışında, futbolda aslında istenen şey imkansız olandır. ortada asla erişilemeyecek bir ilüzyon vardır. bunu en iyi iddialı takımlarda ve özellikle de onların taraftarlarında gözlemleyebiliriz diye düşünüyorum. diyelim ki desteklenen takım 1 sezon önce katıldığı her kupayı kazandı. bir sonraki sezon sadece birini kaybederse bütün ilgi ona odaklanır ve o kupa için üzülünür. yani aslında her kupayı 100 yıl boyunca sürekli aynı takım kazansa (45 yıl civarından sonra dünyada muhtemelen başka takım kalmazdı gerçi ama) maçlara çıkmasının hiçbir anlamı kalmayacaktır. yani ilüzyonu gerçeğe yaklaştıran başarıdan çok başarısızlıktır. tek tek maçlar için bile aynısı söylenebilir: bir takımın bütün oyuncularının her çektiği şut mutlaka gol olsa o takımın maçlarını seyretmenin bir anlamı kalmayacaktır. yani futbol maçlarını seyredilir kılan şey geleceğe ilişkin belirsizliğin sınırlı bir modelini belli bir bütünlük içinde sunmasıdır. kişi bir maçı baştan sona seyrederse baştaki belirsizliğin yerini alacak olan bilinen bütünlüğe dayanarak gelecek maçlarla ilgili tahminde bulunur veya ümitlenir. yani bir doyumsuzluk sözkonusudur. takım her maçı kazansa maçlarını seyretmenin bir anlamı olmayacaktır ama buna rağmen kişi istemediğini ister. yani bir ihtiyaç yaratılır diyebiliriz. fetiş objesi haline getirilen, kendi kendini yok eden bir imkansızlıktan başka bir şey değildir. bu yüzden bir aldatmacadır.

bir konu da ancak bu kadar dağıtılabilir... ama blog benim lan sonuçta istersem dağıtırım istersem orta yerine sıçarım. sonuçta bunu puanlayacak bir merci halihazırda yok... öyleyse asıl konuya geleyim. 40 yılda bir futbol olayına giren blogumuz, en hayati bilgiyi verip futbol anlayışınızı kökünden sarsarak bütün bu bildiğiniz linear futbol anlayışını yerle bir edecek bir şey söylüyor şimdi: tek sayılı skorların daha sansasyonel olması...

peki ne demektir bu? 1, 3, 5, 7, 9 gibi skorlarla maç kazanmanın dayanılmaz cazibesidir efendim. mesela bir takımı 3-0 yenseniz 4-0'dan daha sansasyonel olur. 6-0 fenerbahçeliler için önemli bir skor olsa da 5-0 kadar net ve ezici değildir. mesela 10-0 yeneceğinize 9-0, 8-0 yeneceğinze 7-0 yenin... hele ki asal sayı kadar gol atarsanız o ayrıca bir zevk verecektir... bir de bol gollü ama tek farklı galibiyetler vardır. mesela 2-1 o kadar sansasyonel değildir. 3-2 çekişmeli bir maç olduğunu gösterir. 4-3 genellikle arasındaki fark çok bariz iki takım arasında olur. küçük takım çok kasmıştır ama olmamıştır... skor 5-4 ise daha iyi olan takımın maçı pek sallamadığını anlarız. 6-5'te işin boku çıkmıştır artık. 7-6 ve 8-7 gibi skorlara ben şahsen tanık olmadım ama onlarda artık defansların greve gittiğini anlayabiliriz. öyleyse yaratacağı etki bakımından en sansasyonel skor güçlü sayılabilecek ve iddialı bir takıma karşı farka gitmek anlamına gelen 5-0 ve aynı güçlü ve iddialı takıma karşı tek farklı maç olarak 3-2'dir.

işte bu yeni bilgilerin ışığında artık maçları daha bilinçli seyredin, veya bana kalsa hiç seyretmeyin. manyak mısınız lan gidin 3-5 hayırlı iş yapın, küsleri barıştırın, hayvanları besleyin, süt sağın, kek yapın... ama siz siz olun maç 5-0 olunca 6-0'ını istemeyin... 3'ken 4 olsun demeyin. mesela 5-6 sene önce almanya bir maçta sanırım san marino'yu 11-0 yeniyordu. son dakikada bir penaltı kazandılar ve onu da attı utanmaz adam! zaten gerçek hayatta itfaiyecilik, çiftçilik, strip club garsonluğu gibi meslekleri olan adamlar var ve 40 yılın başı maç yapıyorlar. ne bu kadar doyumsuz olun, ne de tek sayılı ve özellikle de 11 gibi muhteşem bir asal sayılı skoru bozun aziz kardeşlerim...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

karatay üniversitesi fail fakültesi dekanı

konyada yeni açılan bir üniversite var karatay üniversitesi diye... onun internet sitesine girdim ve şöyle bir fotoğrafla karşılaştım sevgili bülöğ dostlarım


sübhanallah kardeş ibretlik paylaşım

böyle bir varlık var

10 Mayıs 2010 Pazartesi

avrupa dil pasaportu seviye tespit tablosu saçmalığı

bildiğiniz veya bilmediğiniz gibi avrupa dil pasaportu diye bir olay çıkardılar şimdi... böyle bir şey olduğunu uzun zamandır biliyordum ama kafama takılması işyerinde arkamda asılı duran sözkonusu tablodaki bir detayı görmemle oldu. dili kolayca yutulabilecek parçalara bölüp sadece benzer şeyleri bilip düşünebilen insanların arasında iletişim yükünü hafifletmeyi hedeflediğini düşündüğüm bir anlayışla dizayn edilmiş, güven içinde ben ingilizce biliyorum veya bilmiyorum dedirtmeye yönelik (klima ve deri koltuklu toyota camry ile uçmaya çalışmak gibi) bir uygulama gibi görünüyor bana... a1, a2, b1, b2, c1, c2 gibi 6 düzeyden oluşuyor ve c2 dilin nirvanası olarak kabul ediliyor bu olaya göre. yani aslında okulunuzda kpds'den zar zor 85 alan ingilizce öğretmeniniz de c2 düzeyinde ingilizce biliyor, john milton da, normal insanın yazarken kullandığı kadar kelime çeşidinin en az 2-3 katını konuşurken kullanan (hem de anadili ingilizce olmamasına rağmen) slavoj zizek de... yani deniz kenarında gördüğünüz turiste "i you fuck want" değil de "i want to fuck you" diyebiliyorsunuz, hatta "just because you are slavic" diye ekleyebiliyorsunuz ve bu, dili en iyi şekilde kullandığınız anlamına geliyor. gerçi bu uygulamanın sadece pratik ingilizceye yönelik yararlı bir şey olduğu ileri sürülebilir ama sektörün içinden biri olarak söylemem gerekir ki ingilizceyi sonradan öğrenmiş insanların hepsi tornadan çıkmış gibi, ağızlarını açtıklarında sadece klişe çıkarıyorlar. bunun sebebi tabii ki herkesin ingilizceyi benzer kitaplarla öğrenip benzer yayınlara maruz kalması, televizyonda benzer dizileri seyretmesi, mp3 player'larından benzer müzikleri dinlemeleri diyebiliriz. yani kelimelerin etimolojisi, dilin bağlı olduğu diğer diller, mitolojiler aslında gerçekten de kimsenin ilgisini çekmiyor ve kurduğumuz cümlelerden, yazdığımız yazılardan bireysel olarak kimsenin ayırt edici bir özelliği olmadığını görüyoruz. yani beyaz bir kağıdın üstünde çizgiler görmek gibi bir şey bu; bir nevi şizofreni gibi. sanki içimizden bir şey bizi yola sokmaya çalışıyor. buna superego denebilir tabii ama burada sorun sınırlanmayı neden bu kadar hevesle kabul ettiğimizdir zannımca. yani bir insan c2 dil pasaportu elde ettiğinde mutlu olur mu? veya kpds'den a düzeyine tekabül eden bir puan aldığında, yani kullandığı dil gibi parçalanıp yok edildiğinde... bu noktada toefl sınavının kpds'den daha belirleyici olduğu kanısına da değinmek istiyorum: evet, toefl daha belirleyici gibi görünür, zira sorularda verilmiş 5'er tane (ki en az 2 tanesi über-alakasız) gramer bazlı cevaptan birini seçmek, yani sadece orada duranı işaretlemek yerine toefl konuşma ve yazma gibi bölümleriyle bir şeyler yaratmanızı bekler. yine de 185 dolarlık fiyatını gözardı edersek toefl bile aslında aşırı insaflıdır. konuşma kısmında engrish konuşup yazma kısmında 4-5 kelimeden oluşan cümleler bile kursanız gramerde bariz hatalar olmadığı sürece geçerli bir puan alırsınız. mesela sınavda "write a poem to communicate your feelings (not ideas) about fucking a prostitute using iambic pentameter (15 points)" yazan bir kısım yoktur ve aynı konu hakkında "i think prostitution is bad. one person has to be with one person all his life. i am against it. you can try poligamy maybe. memnun kaygısız was having fun." diye ilerleyen bir yazı yazan kişi doğru yolda sayılabilir. dili sonradan öğrenenlerden hiçbirisi de aslında zor kitaplar okumaya çalışmaz. sadece aşina olduğu şeylere odaklanmaya çalışır ve sadece dili değil, kurgusu da klişelerle dolu yapımlara odaklanır. bunun yanında bol bol cnbc-e türü diziler de seyredilir, hatta dilin bütün klişeleri yerine otursun diye bunlar zaten o adamlara tavsiye edilir ve bunun gibi şeyler... aslında kafayı taktığım şey bu değildi ama yol üstünde yabancı dil bilmenin artık hiçbir öneminin kalmaması durağına da uğradım sanıyorum. kendimden örnek vermem gerekirse, ben birkaç haftadır norveççe öğreneceğim diye kasıyorum ve etraftan çok gereksiz bir iş yaptığım dışında bir tepki almadım. allah razı olsun ki artık ne kadar gereksiz bir iş yaptığımı biliyorum. ana argüman da norveççeyi kiminle konuşacağım sorusu. konuşmayacağım ulan sanki sen ingilizce öğrendiğini sandın da haftada en az 15-20 saat ingilizce mi konuşuyorsun? o kadar türkçe bile konuşmuyor olman muhtemeldir. ingilizce öğreniminin de ana argümanı artık budur diyebilirim. işyerinde yabancılarla konuşmaktan tatil yörelerinde kız kaldırmaya kadar geniş bir yelpazede ingilizce öğrenen bir sürü insan var. yüksek lisans veya doktora programları için öğrenmek isteyenler bile bunun üniversitenin dayatması olduğunu söylüyor. dünya üzerindeki çoğu önemli yayının ya ingilizce olduğu, ya da ingilizceye çevrildiği ve bu yüzden, kendi merakı için öğrenmek istediğini söyleyen bir kişiye bile rastlamadım. en iyi amaçlı olanı "yoksa yüksek lisansa almıyolar abi" şeklinde olandı şimdiye kadar.

peki ben neden ingilizce öğrendim? vakt-i zamanında anadolu lisesinde öğretmişlerdi ve sonrasında ingilizce bölümünü seçtiğim için böyle oldu. yani benim de başta pek akademik bir amacım yoktu ama 11 yaşında çocuğun ne akademik amacı olacak lan? fakat insan biraz geniş düşünür ve kendine dayatılan dışında şeyler de olduğunu keşfederse ingilizce bilmesi gerçekten yararlı olabilir. asıl sorun hiçbir yabancı dil belirleme sınavının derdinin bu olmamasıdır. çünkü otorite bunu pek sevmeyecektir ve otoritenin sevmediği şeyin uygulamaya kapalı olduğunu zaten hepimiz biliyoruz.

peki ulan bunca yaygara nedendi? bugün ofise girdiğimde arkamda asılı olan tablo dikkatimi çekti. tablonun aynısı şu linkte mevcut:

http://europassd.cedefop.europa.eu/europassd/home/hornav/Downloads/CEF/LanguageSelfAssessmentGrid.csp;jsessionid=2BCEEFA0BAF2DE3E79B3A14F6F8F6E03.workerd

yani tabloya göre en kötü düzey ingilizce a1 ve a1'in spoken interaction kısmında yazana dikkatinizi çekmek istiyorum:
"I can interact in a simple way provided the other person is prepared to repeat or rephrase things at a slower rate of speech and help me formulate what I'm trying to say. I can ask and answer simple questions in areas of immediate need or on very familiar topics."

bir dakika, burada bir sorun var... ulan hangi elementary düzey insan böyle bir cümle kurabilir? hani bu bir self-assessment grid'di? hani kişi bakarak durumunu çıkarıyordu? hatta tam şu yazıyı yazarken elimize ulaşan bir sınav kağıdında adam "I am a studen't" yazmış! bu yaratıcılık mıdır, mallık mıdır? yani ben öğrenci değilim demek istese gidip adamı alnından öpmek gerekir. hatta yazının devamında "trabzon has got very very nature" diye de bir cümle kurmuş. bu adam o cümleyi anlar mı lan sığır mısın? veya diğer taraftan düşünürsek, c2 olanda ne yazması gerekir? "I can talk about rocket science and produce existentialist paradoxes immediately but my knowledge of English. By the way, I hope you haven't failed to notice my innovative use of 'immediate'." gibi bir şey yazması gerekmemi? bu olay kafama takıldı aziz bülöğ yazarları. sabah sabah görmez olaydım lan... ve işin kötüsü hala arkamda asılı duruyor o tablo. kafama falan düşse öleceğime üzülmem de o tablo tarafından öldürüleceğime üzülürüm. gazetelerde falan ölümü ingilizceden oldu diye 3. sayfa haberi olarak çıkar. veya "avrupa dil pasaportu yine can aldı". allah korusun... yani tablo tarafından öldürülmekten... üstü de cam kaplıymış minakkim...

üstü cam kaplıymış demişken aklıma  benjamin'in the arcades project kitabı geldi. kendisi türkçeye "pasajlar" adıyla çevrildi. ben 2-3 entry önce belirttiğim üzre fakir bir insan olduğum içün para verip alamadığımdan pdf olarak download ettim  ve gerçekten muhteşem olduğunu söyleyebilirim. bunu okuduktan sonra diğer 3-4 kitabına da para vereceğime kindle alabileceğim hissiyatını kapıldım. bu ara kindle da alırsam tam anlamıyla ayranı yok içmeye e-book'la gider sıçmaya durumu olacak gibi, ki giderim de... ayrıca benjamin'den girmişken bu zat-ı muhteremin bir de mekanik yeniden üretim çağında sanat eseri diye başka bir makalesi daha var. onu da okuyup sayın meröp'ün isteği üzerine -arada bir bağlantı kurmayı başarabilirsem- atilla taş'ın, aşırı hentai pornosu izlemesinin yan etkisi olarak yazdığını düşündüğüm asian temalı grotesk ağıta da değinmek istiyorum ama orda mekanik yeniden-üretilebilirlikten fazlası olduğu kesin. hem de çok fazlası...

9 Mayıs 2010 Pazar

bu sene öss sorularını stephen hawking hazırlayacakmış

Yıllardır süren, ÖSS sorularını kimin hazırlayacağı yönündeki spekülasyonların altından teorik fiziğin önde gelen ismi İngiliz fizikçi Stephen Hawking çıktı. Evrenin sırlarının aydınlatılmasında STV ile birlikte en önemli çalışmalara imza atan Hawking, blogumuza şunları söyledi:




"Öncelikle bir Türk gazetesine demeç vermenin mutluluğunu yaşıyorum. Bugüne kadar birçok önemli projede birçok önemli görevde yer aldım fakat aldığım görevlerden belki de en ilginç olanı yüz binlerce gencin hayatını derinden etkileyecek olan böylesine bir organizasyonda yer almak. Böyle bir görevle onurlandırılmak kariyerimin dönüm noktalarından biri. Türkiye'ye geldiğim için çok mutluyum. İstanbul'un bazı yerleri doğal birer zaman makinesi gibi..."


"Kekremsi'yi Kıramadım"

Türkiye'ye gelmesinde en büyük etkenin part-time tuvalet temizlikçisi ve ÖSYM başkanı Rukneddîn Cevdet Kekremsi Hocaefendi olduğunu belirten Hawking, "Kekremsi muhteşem bir insan. Kendisiyle dostluğumuz üniversite yıllarına dayanıyor. Kendisi 8 yıl üst üste birinci sınıfta kalınca Türkiye'ye dönmek zorunda kaldı. Yine de dostluğumuz bugüne dek sürdü. Bir gece beni arayıp TGRT'nin artık çekmemesinin uydularla ilgisinin olup olmadığını sordu. Sonrasında laf lafı açtı ve Türkiye'de çalışmak isteyip istemediğimi sorduğunda çok heyecanlandım. Genel görelilik ve bu bağlamda araştırdığım, zamanda yolculuk gibi gündelik konular üzerine çalışıyordum zaten... Rukneddîn'i kıramadım, ilk uçakla geldim." dedi.




En Büyük Destek Eşinden

Türkiye'ye gelme kararı sırasında en büyük desteğin eşi Elaine Mason'dan geldiğini söyleyen Hawking; "Sağolsun, eşim hep yanımda. Kendisi İstanbul'u çok sevdi. Başta, develeri göremeyince hayal kırıklığına uğradık ama sonradan alıştık. Özellikle Karaköy'e bayıldık. 'Torus' biçimli tatlıları çok sevdim. Burada, Bizans'ın kalbinde daha fazla zaman geçirmek için sabırsızlanıyorum." dedi.






Galatasaray Sevgisi Başka

2000 yılı UEFA finalinde Arsenal'ı yendiğinden beri Galatasaray'ın bütün maçlarını internetten takip ettiğini belirten Hawking, Fenerbahçe'nin ne olduğu sorulduğunda "O kim? Galatasaray'da mı oynuyor?" sorusunu sormayarak da alanında bir ilke imza attı. Öte yandan Türkiye'yle ilgili çalışmalarına da hız vereceğini belirten Hawking, Sabri'nin çektiği şutların GPS yardımıyla takibi ve topun çizdiği eğrilerin algoritmasıyla ilgili bir dizi çalışma yapmayı düşündüğünü de sözlerine ekledi.



İşbaşı İçin Sabırsızlanıyor

Soruları hazırlamaya başlamak için sabırsızladığını belirten ünlü fizikçi, "devlet malzeme ofisine supercomputer yazdık, bize 1.8 ghz arçelik laptop gönderdiler. umuyorum ki bu gibi birkaç bürokratik sorunu çözdükten sonra  işe başlayacağız. bu yıl sorular gerçekten 'kazık' olacak. Öğrenciler mi öss'ye, ÖSS mi öğrencilere girer bilinmez." diyerek espriyi patlattı.

Fakirin F'si

yıllardır hep f klavyelerin neden f ile başladığını düşünüp durmuştum. manyağın teki harfleri ne maksada hizmet ettiği belli olmayan bir biçimde qwerty - asdfgh - zxcvb şeklinde dizerek belki de msn'de atılabilecek 3 farklı türde kahkahayı tanımlamak suretiyle saçma sapan bir eyleme imza atmıştı fakat f klavyenin mantığı neydi? işte bunun üzerine pek kafa yormayan bendenize açıklama adeta bir vahiy gibi geldi geçtiğimiz günlerde... hem de bir vatan bilgisayar çalışanından.

olay tam olarak şöyle cereyan etti:

3 yıldır kullandığım usb klavye artık hepten isyan lock ışığını yakmış, kablosu Ç-L-P-0-9-F10 fay hattını takip edecek şekilde klavyeye dolanmadıkça çalışmaz olmuştu. yine de bu haliyle de çılgınlar gibi (olmasa da) kullanılabilen bu a4tech marka, "laser inscribed key"lere sahip üstün tayvan teknolojisinin ürünü klavye, teyzemin "bu bizim yeğen de amma dağınık. kablo klavyenin çevresine dolanmış ama onu düzeltmeyi akıl etmemiş" diyerek kabloyu yerinden oynatma eylem planını içeren dahice fikrini yürürlüğe koymasıyla hayata tuşlarını yummuş; ne yaparsak yapalım response vermez olmuştu. bunun üzerine söğütözü'nde bulunan vatan bilgisayar bayiine giden bendeniz karşıma çıkan ilk kişiye "en ucuz klavyeyi nerde bulabilirim abey?" diye sordum ve alt kata yönlendirildim. sonrasında alt katta duran hafif topluca beyefendiye "benim fazla vaktimi almayın. en ucuz klavye hangisiyse verin gideyim" dememle 15 liralık a4tech klavyelere yönlendirilmem bir oldu.




işte bu resimdeki klavyelerden bahsediyorum. son derece ufak tefek ve fonksiyonel... fakat gel gelelim bu klavyelerin hayvan gibi de bir fiyatı varmış! tam 15 lira!!! oradaki topluca elemana "oğlum manyak mısın? o parayla ankarada 25 simit, 15 poğaça, 10 tane de milföy alınır" demek istedim ama bu saydıklarımın hiçbirinde usb bağlantısı olmadığından retoriğim yeteresiz kalacaktı, bu yüzden söylemedim. bunun yerine "daha ucuzu yok mu?" diye sorunca "var ama F klavye" cevabını aldım.

şimdi hızlı düşünen bir zihin burada bir erkekliğe bok sürdürmeme durumu olduğunu çakıyor... sonuçta klavyenin layout'u istendiği gibi deniştirilebildiğinden orada ya bilgisayarı sadece facebook için kullanan çakma sarışın kızlarımız gibi "aa şey piki biz kû olanını alalım" diyeceksin, ya da yıllarını bilgisayara vakfetmiş bir insana yaraşan buram buram ketum bir mağrurluk kokan ve kutsal kitaplarda satır aşırı aşağılanan türden bir kibirle, "ulan bilmiyor musun klavyeye q layout yüklersen q klavye gibi çalışır. bu saatten sonra bakarak mı yazacaz allallaaaa" diyerek 34 liralık, tuşları alttan ışıklandırmalı klavyeye bakıp iç geçirerek ercan taner'in "hagiiee bir kaleye baktıaa bir baraja baktıaa" şeklindeki aforizmasında belirtmek istediği kas-analitik düşünce kombinasyonuyla bir paraya, bir klavyeye bakıp "ulan f klavyeyi alırsam geriye kalacak parayla" diye başlayıp zibilyon tane ihtimalle sona eren cümleleri ışık hızıyla akıldan geçirdikten ve charles bukowski'nin16-bit intel 8088 başlıklı şiirini, son derece de entellektüel bir canlı olaraktan bu grotesk transistör canavarlarının alayının yaşamın devinimi içinde bile sabit kalmayı başarabilecek kadar sığ birer techizat olduğunu fark ederek akıldan geçirdikten sonra f klavyeyi almaya karar verdim. tabii "peki daktilo var mı?" diye espri yapmayı da ihmal etmedim. ona var dese "peki kalem?" diye soracaktım...

yani sonunda f klavyeyi aldım ve klavyenin adının fukaralıktan f olduğu sonucuna vardım. v for vendetta gibi f for fukara diye film çekilebilir mi, çekilirse de gişe başarısı ne kadar olur bilemesem de konuyla ilgili bildiğim tek şey bilen ve fukara kişi için f'ydi q'ydu pek fark etmediğidir.

ayrıca yalan söylüyorum lan o kadar fakir değilim :F birkaç güne kadar kindle alacam yarım milyara keh keh keh

8 Mayıs 2010 Cumartesi

son zamanlarda şansımın tutması üzerine

anne babamın teşrif etmesinden ötürü, daha önceki yazılarımda sıçasıya eleştirdiğim ütü müessesesinden muaf oluşumun 5. haftasının bitmesine efkârlandığım geçtiğimiz günlerde her türlü pisliğin yuvası halini alan evimize teyzemin teşrif etmesiyle tekrardan bayram moduna geçmiş bulunmaktayım. teyze gelince ne kadar gömlek, pantolon varsa ütüleme görevini üzerine yıktığım için yaklaşık 1 ay daha ütü mütü yapmayacak olmamın haklı sevincini yaşıyorum. hazır yeri gelmişken ütüyü icat eden herifin günlük bela dozajını da allaha sipariş ettikten sonra bu sevincimi sizlerle paylaşmak istediğimi belirtiyorum sevgili bülöğ yazarları... şimdiye kadar hiçbir pantolonda çift ütü izi bırakmadım ama ellerimde 3, hatta 4 ütü izi hala durmakta ve yüreğimi derinden yaralamaktadır.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

hirsiz var!!

google yetkilileri yüce türk insanını ayak üstü kekleyeceğini falan sanıyordu ama biz burada cumhuriyetin yılmaz bekçileriyken böyle bir şey mümkün müdür efendi?!! sen git türkiye odalar ve borsalar birliği'nin logosunu al, az daha becerikli grafikerlerine 3 boyutlu yaptır! nerde lan o yoğurdun bolluğu?




işte bizim şanlı logomuz


ve işte o çalıntı logo (kabul etmeliyiz ki daha güzel ama)

1 Mayıs 2010 Cumartesi

amazon kindle almayı düşünmek

bildiğiniz veya bilmediğiniz gibi amazon kindle diye bir cihaz var. bu olay gerçekten mürekkeple çalışan ekranı sayesinde hiç parlama yapmadan hayvan gibi ebook, word dosyası, pdf falan okumanıza olanak sağlıyor. bunun yanında amazon'un kendi sağladığı bir hizmetle her yerden 3g ile beleşe internete girip özgürce fink atabiliyorsunuz... benim gibi, aradığı hiçbir kitabı piyasada bulamayan biri için ideal gibi görünen bu cihazı kullanan veya kullanımına şahit olanınız var mı? 500 lira civarında bir para buna bayılınır mı?


işte beyle bişey... mp3 falan da oynatıyormuş ama o özelliği falan umrumda değil... sadece gözü yormadan veya optimal düzeyde yorarak okuma sağlasın yeter diyorum ve siz sevgili bülöğ yazarlarının önerilerini bekliyorum

8 Nisan 2010 Perşembe

dr house dizi aşamaları

1- halk arasında kurulan cümle başına en çok ilerleme kat eden bilim dalı olmasına rağmen tıbbın (ve muhtemelen dizide hiç bahsi geçmeyen hacı, hoca ve aktarların), karşısında çaresiz kaldığı bir rahatsızlığın meydana gelmesi. mesela adamın teki bir sabah kalktığında alnından sıçtığını fark eder.

2- tüm tıp dünyasının bir bayram telaşı içinde hastalığa yoğunlaşması ve bir türlü hiçbir sonuç elde edememesi. tabii bu hiçbir sonuç elde edememe sırasında başarısızlığa uğrayacak denemelerin formülleri her haber verildiğinde sözkonusu başarısız denemenin sahibine bol bol dolly zoom yapılması.

3- izleyicinin, dr house'un oralarda bir yere adeta pusuya yatıp orta 3'ten beri bu hastalığın çıkacağını beklediğini hissetmesi.

4- dr house'un olayı öğrenmiş olmasına rağmen tekerlekli sandalyesinde sadece house'a vuran 90 derecelik açı yapan bir ışıkla loş bir şekilde aydınlanan bir odada, sandalyenin üstünde, ipimle kuşağım; sikimle taşağım tavrıyla sigara içmesi. ayrıyetten house dayının her doktorda built-in olduğuna inanılan ortalama ahlak prensiplerine uymayıp cool tavrına rağmen belden aşağısı tutmayan (ya da öyle bir şey) bir kişi olarak yunan tragedyasındaki hamartia kavramına referans çakması.

5- house'un rica minnet ağzını açıp 2-3 bilgece laf söylemesi ve alından sıçma rahatsızlığını termonükleer vertebral kültür şokuna bağlaması ve bu bağlamanın kimsenin aklına gelmemesi.

6- hastanın kurtulması ve house'un hiç siklememesi.

7- istiklal marşı ve kapanış.










her bölüm aynı şey her bölüm aynı şey... bi durun ara verin be kardeşim! mahallenin muhtarlarını bile bu kadar net formüle edemezdim yeter artık klişe klişe nereye kadar?

5 Nisan 2010 Pazartesi

ev pisliği ve ayakla cisim tanımlama

eminim hepimiz biraz iğrencizdir, hayvanızdır. yani evini bok götüren tek kişinin ben olmadığımı biliyorum. evini bok götüren insanla ilgili bildiğim önemli bir veri varsa o da cisimleri ayakla tanımlama yeteneğidir. mesela yerler o kadar otla bokla, börtü böcekle, çikolata paketi, sigara izmaritiyle falan kaplıdır ki zaten loş gelen ışıkta, yürürken ayağa takılmış cisimler pek yakından incelenmez. sadece yanına gidilir, cisim meraktan dolayı ayakla 2-3 tur yuvarlanır, evde başkaları da varsa cismin kimliği hakkında ejderha pulundan kurumuş sümüğe kadar çeşitli spekülasyonlarda bulunulduktan sonra pek ilgi çekici ve eğlenceli bir şey olmadığı konusunda karar kılınır ve uzaklaşılır. peki neden ayak kullanılır? ayak neden hep aşağılanır lan hiç düşündünüz mü? tamam, ayak en aşağıdaki organımızdır (veya öyle olması gerekir) ama o da vücudun naçizane bir parçası değil mi? aynı şekilde bütün gün üstüne oturduğumuz, en pis işleri yaptırdığımız götümüzü de çok aşağılıyoruz ama mesela yerde gördüğümüz pislikleri oraya sürmek pek aklımıza gelmez... demek ki ayak götten bile daha haysiyetsiz bir konumda. mesela bundan sonra kızdığımız birine göt! diye bağırmak yerine ayak diye bağırabiliriz... tabii bu durumda milletçe futbolu seviyor olmamızın da payı büyük olabilir. ortalama bir türk insnaının bir ronaldinhoya, bir messiye dönüşmesi için birkaç saniye yeter. hatta siz sevgili blöğ yazarları için bir de güzellik yapayım ve o ayağınızla oynadığınız pisliğin ne olduğunu söyleyeyim: muhtemelen, ayak teriyle yapış yapış olmuş halıdaki pamukçukların toz zerreleri ve insan kılı-tüyüyle birleşmesi sonucu oluşan o gri tonlarındaki olay. hatta bazı oral dönemden saplantılı olduğunu düşündüğüm insanlar o sihirli cismi görünce öğürme krizine giriyor. onu yemeyeceksin ki lan! uslu uslu oyna işte ayağınla

23 Mart 2010 Salı

migros üzerine

migrosta kasaya gelince espirik şeyi gelen insanlar hayattan men edilsin! yer: eryaman 3m migros. gün: bugün. şöyle bir diyaloga istemeden kulak misafiri oldum:


kasiyer kız: money'nizi kullanmak ister misiniz?
espirik kişisi: bir manimiz yoksa evet...
içimden: allah belanı versin

kararı sizlere bırakıyorum sayın bülöğ kardeşleri

22 Mart 2010 Pazartesi

rukneddin cevdet kekremsiyle ingilizce öğreniyorum vcd seti

efendim bugünlerde nedense üretici damarım tuttu ve ingilizce kelimeler üretmeye başladım... tabii bu müthiş üretkenlikte işyerinde bütün işleri bitirip boş boş oturduğum zamanların ve o zamanlarda internetten okuduğum derrida makalelerinin de payı yok değil. fakat yine de rahatlıkla söyleyebilirim ki bu kelimeler her ne kadar ingilizce de olsalar, %100 bulgaristan göçmeni türk sermayesiyle ortaya çıkmıştır. sabah yenen çikolatalı ekmeğin ekmeğinden tutun çikolatasına kadar her şeyi sağlayan türk meendislerini köktengri kutsasın diyorum her şeyden önce ve kelimelere geçiyorum

claustroom \kls-trm\ (n): beyle insanın ruhunu bayan, içinde her an geberilecekmiş türünde bir hissiyatla duvarların kişi ya da kurumun üstüne üstüne geldiği, burnunda yarım kilo sümük olduğu için konuşmak yerine vızıldamak zorunda kalan öğretmenin 40 dakika blok ders işlediği sınıflara claustroom denir. claustrophobia ve classroom kelimelerinin birleşiminden meydana gelen claustroom'larda genellikle sınav yapılır ve muntazam rasatta alçak irtifadan yeryüzüne paralel ilerleyen notlar alınır.

tabular drift \ˈta-byə-lər ˈdrift\ (n.p.): nasıl, gelecekte bir gün buenos airesle şanlıurfayı komşu beldeler yapacak bir continental drift varsa, birbirinden ayrı birden çok masanın yer aldığı ofislerde masaların her an gözle görülmeyen bir mesafe kat etmeleri de vardır. sözgelimi, ankara'da bulunan ortalama bir ofiste masalar her hafta eski konumuna getirilmezse bu masaların 14 milyon yıl içinde kırşehir'e kadar gidebileceği sürinamlı bilimadamları tarafından ispatlanmıştır, veya kimse doğru dürüst sürinamca bilmediğinden bu araştırma dilimize böyle çevrilmiştir.

telligence \ˈte-lə-jən(t)s\ (n): zeki olmama ama öyle sanılma durumudur. günün 25 saati ders çalışıp bütün sınavlardan 99-100 arası almasına rağmen öğrendiği, daha doğrusu ezberlediği, şeyler hakkında hiçbir bilgiye sahip olmama, elveyâhut, bu bilgileri gerekli durumlara uygulayamama durumu bu duruma tekabül eder. buna rağmen ortalama bir telligent, çevredeki insanlar tarafından hep zeki olarak bilinecek, not ortalaması 4 üzerinden 5 falan olacaktır. bu da yetmezmiş gibi oraya buraya iş başvurusunda bulunup en kral işleri kapacak, farklı durumlara uygun, esnek bir zekaya sahip olmamasına rağmen hep karar verme mekanizmasının başında duracak, meritocracy adı verilen sistemin en büyük açığını sömürecektir. bunun en büyük örneklerini siyasi parti liderlerinde ve dolayısıyla başbakanlarında, cumhurbaşkanlarında görmekteyiz. bir necmettin erbakan olsun, bir devlet bahçeli olsun, süleyman demirel olsun, george bush olsun hepsi hayvan gibi notlarla mezun olmuş insanlardır. [antonym: intelligence]


immortality rate: \ˌi-ˌmȯr-ˈta-lə-tē ˈrāt\ (n.p.): her ülkede infant mortality rate, cancer mortality rate, kombat mortality rate gibi ince hesaplar yapılır. 16000 çocuktan 2 tanesinin ölmesi falan inanılmaz üzücü şeylerdir. kolay değil, binlerce mama, bez, oyuncak, ilaç vb. tüketilmeyecek, bu ölen 2 kişinin ölümü düzeni derinden etkileyecek, düzenleri çok üzecektir. peki ölüm oranı birilerini üzer de ölümsüzlük oranı birilerini üzmemi? tabii ki üzer... immortality rate, belediye otobüsü vasıtasiyle altın günü senin, plütonyum günü benim günden güne koşan 80-120 yaş grubu kurabiye canavarı teyzelerin bir türlü ölmeyip otobüse biner binmez, koltuklarda oturan herkese lanet okuması ve birileri kalkana kadar çirkefçe etrafa bok atmaları durumuyla doğrudan ilişkilidir. mesela bunların gözleri görmez, kulakları duymaz, dişleri ve saçları dökülür, yüzleri buruşur ama bir türlü ölmezler. hala otobüslerde söylene söylene dolaşıp koltuklarda oturan insanlara yolculuğu zehir ederler. bu insanlar terminator 2'deki arnold schwarzenegger'in rakibi olan tip gibidir. o, arabayla kaçan arnold schwarzenegger, çocuk ve çocuğun annesini koşarak kovalayan adamın olduğu sahneyi aklınıza getirin. arnold adamın koluna ateş eder, kol kopar gider, bacağına ateş eder, bacak kopar, kafa ikiye bölünür falan ama adam ölmez. yavaşlar ama ölmez! zira bu nineler de terminator 2 gibidir. hasar alır, yavaşlar ama ölmezler. işte bu teyzelerin otobüste yarattığı ölümsüzlük oranına immortality rate denir. bir otobüste immortality rate ne kadar yüksekse o otobüs o kadar huzursuzdur.

başka kelimeler de var aslında ama bünyeniz fazlasını kaldırmayabilir aziz dostlarım :F

20 Mart 2010 Cumartesi

yabancılaşma üzerine

şu attığım başlıklara hastayım. gören sanır ki bir albert camus, bir adorno konuşacak. yok aslında sadece ben konuşacağım. ama topluma mı yabancılaştım yoksa kendime mi tam olarak bilmiyorum... ya da şaka lan! daha doğrusu yalan söyledim. asıl kafamda olan gibi yavşak ve laubali bir başlık atsaydım beyle entellektüel bir hava yaratmış olmazdım. çünkü zaten konu kızılayın arka planında, meşrutiyeti dik kesen sokakların birinde 2 "dayı" arasındaki konuşmayla ilgili.

yeri geliyor hepimiz birer dayı oluyoruz. kâh başı okşanan bir bebenin çocuksu sevimliliğiyle ileri atılıyor, kâh gregor samsanın böcüksü hayal kırıklığıya geri çekiliyor, kâhtalı mıçı gibi geğiriyoruz. fakat bunca acayip şeye rağmen hiçbirimizin arasında böyle bir konuşma geçmemişti mesela. burada diyalogu olduğu gibi aktarıyorum.

[3 dayı yolda yürümektedir]

dayı 1: insana bu dünyada bi hayat argadaşı şart bilader...
dayı 2: hakhlısın valla be abım ama olmuyo be işte...
dayı 3: harbiden ben şimdi evde ölsem galsam kimin haberi olur?

bu adam sizce de bir yerlerde yanlış yapmıyor mu? herif resmen "hayat arkadaşı"nı hayattan ayrıldıktan sonra kullanmak için düşünüyor! bari 2-3 cinsel fantazinden bahsetseydin lan! fütursuzca girip çıkarken ölsem falan diye başlasaydın cümleye be adam

27 Şubat 2010 Cumartesi

ankara çevik kuvvet'in dystopian araçları

 
biz her günümüzü judgement day havasında yaşamaya mecbur muyuz lan? her gün sabahın kör vaktinde yargıtayın karşısı "mevkıine" (trt türkçesi) konuşlandırılan ve yolun yarısını tıkayan çevik kuvvet araçlarına birileri bir çözüm bulsa ne iyi olur. o kadar stratejik bir noktaya park ediyorlar ki orada bir trafik cehennemi yaşanıyor. oğlum manyak mısınız lan? zaten kocaman birer konserve kutusu gibi araçlarınız var. sabahın köründe estetik duygularımıza tecavüz ettiğiniz yetmezmiş gibi bir de gidip trafiğin ağzına sıçıyorsunuz. hatta durun o araçlardan birini siz sevgili blög okurlarım için çizeyim... 



şimdi bir baktım da ben yine iyi çizmişim... bundan bile kötü görünen, devasa çöp konteynırları gibi araçlar koca caddeyi işgal ediyor. tabii devlet otoritesi güzeldir. severiz devletimizi de otoritesini de... hatta şimdi bu herifler telefonlarımızı da dinliyordur. dinlesinler anasını satayım! bizim cebimizde beş kuruş olmaması kimin umrunda ki? bir otobüse 500 kişi binmesi, yazın iki günde bir suların kesilmesi falan kimin umrunda? yeter ki otorite olsun... hatta ille de roman olsun şarkısı geldi lan aklıma


24 Şubat 2010 Çarşamba

a tribute to a true son of a bitch

ütüyü icat eden adama gömlek başına 2, pantolon başına 48 kez lanet ediyorum. hala cehennemin dibine gitmediyse allah belasını versin... ayrıca pantolonlarım ağaç gibi oldu. kaç kez ütülediğimi çizgileri sayarak anlayabiliyorum. tebrik ederim sayın orospu çocuğu. fi tarihinde icat ettiğin şeyle hayatımızı karartmaya devam ediyorsun.

10 Şubat 2010 Çarşamba

ilan

Etimesgut devlet hastanesinde yatmakta olan Panamalı bir hasta için çok acele İspanyolca bilen hemşireye ihtiyaç vardır.


evet gün içinde bu aklıma geldi. ne saçma sapan bir herifim lan ben

7 Şubat 2010 Pazar

yolda yürürken aklımıza takılan hayati detaylar

tabii illa ki yolda yürürken olmasına gerek yok. uyumaya çalışırken, tuvaletteyken falan filan insanın aklına tonla şey takılır ya bunlardan en acayip olanını siz sevgili blöğ kardeşlerimle paylaşmak istiyorum. aranızda fizikle ilgilenen falan varsa lûtfen konu üzerindeki olası engin bilgilerini bizlerle paylaşırsa çok sevindirik oluruz.

şimdi olay şu: hepimiz trene, otobüse, ota boka binmişizdir. bunlarda bazen insanın başına bir sinek musallat olur. özellikle trenler leş gibi olduğundan ve uçsuz bucaksız doğal güzelliğin içinden gittiğinden trenlerin içi fokur fokur sinek kaynar. bu sineklerin, saatte ortalama 80-90 km hızla giden trenin içinde, gidilen doğrultunun tam tersi yönündeki duvara yapışmaları gerekmez mi? yani bunlar trenin hızını tespit edip kendilerini de o hıza sabitlemiyorlarsa havada nasıl duruyorlar aziz dostlarım?

6 Şubat 2010 Cumartesi

dear sir

ne zaman "dear sir" diye başlayan bir mektup görsem aklıma, mektuba "cânım efendim" diye başlayan bir amca geliyor. kendimi tutamıyorum istemdışı gülüyorum salak salak lan! dear sir nedir oğlum biri bana açıklasın

4 Şubat 2010 Perşembe

yemek yemenin en eğlenceli yolu

hepimizin bildiği gibi insan günde 2-3 öğün yemek yiyen bir fasilitedir. buna rağmen, en temelde, izlenmesi için oynanan futbol maçlarının izlenememesi için elden gelen her şeyin yapılması sonucu maçların şifreli kanala atılması gibi, adab-ı muaşeret kuralları çerçevesinde, yemeğe elle dalmamak, ağız şapırdatmamak, geğirmemek, ağızda yemek varken konuşmamak gibi, yemek yemeyi sıkıntılı bir süreç haline getiren tonla şey icat edilmiş ve içmeye ayranı olmamasına rağmen sıçmaya helikopterle gitmeyi kendine ilke edinmiş aristokrat ruhlu insanlar tarafından bu kurallar yumağı gözü kapalı kabul edilmiş olsa da yemek yeme süreçlerini eğlenceli hale getiren atraksiyonlar da yok değildir.

bunlardan bir tanesi bugün fark ettiğim posta gazetesinin amatör şairler kısmıdır. sonradan masayı silmekle uğraşmamak için yemekten önce masanın üstüne serilen gazetenin (fakat gazete orada 2 haftadır durduğundan değişen pek bir şey de olmadı gibi) bu kısmında, aynı havayı soluduğumuz insanların nasıl olup da bu hale geldiklerini ben şahsen hayvanlar gibi merak ediyorum. daha da merak ettiğim şey şu: bu kişiler gerçekten çevrelerinden olumlu tepkiler mi alıyor, ve neden şiir? neden anadolu'nun böğründe hiç amatör makale yazarları, amatör bilimkurgu yazarları, amatör sinema eleştirmenleri, amatör kontrbas virtüözleri, timsah avcıları yok da illa ki pınar başında mangal yakan tipler olsun, rosalinda seyrederken gözleme yapan tipler olsun hep şiir yazıyor? gerçi böyle bir saçmalık şiirde hep vardı. ilkokul 4-5 gibi sınıftaki bütün kızlar defterlerini şiirlerle doldurmaya başlamadı mı? sonra ortaokulda çeşitli öğretmenlerimizin (tarih öğretmeninin orayı burayı fethedip türk milletinin alayına gitmesi temalı kahramanlık destanları, türkçe öğretmeninin çiçek böcek temalı mallıkları falan) gerizekalıdan 1-2 adım ilerideki saçma sapan şiirlerini okudukça daha da dehşete kapılıp geceleri battaniyenin altında dizlerimize sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamadık mı umarsızca? (yok lan bu kadarını yapmamış da olabiliriz) sonra ondan da elim ve vahim olarak kendi öz annemizin, babamızın, sevgilimizin, karımızın, kocamızın salak salak şiir defterlerini ele geçirmedik mi? şimdi sorarım size hanginizin annesinin babasının, oturup mesela georges bataille ile marquis de sade arasındaki benzerlikleri, farkları falan irdelemişliği var? david lynch'in film noir anlayışını çözümlemişliği veya beethoven'dan yola çıkıp nazileri açıklamışlığı? peki nasıl oluyor da bunlardan daha manyak bir hissiyat gerektirdiği neredeyse kesin olan şiirde bu kadar iddialıyız ulan? hadi bunu yapanlar günlük hayatlarında da yaratıcı olan insanlar olsa bir nebze içim yanmayacak. hadi onu da geçtim kağıtlar dolusu sıçıyorsunuz bari başkasına göstermeyin yahu! adamın teki de 23 yıldır şiir yazdığını belirtmiş utanmadan. ama hala yazdığı şiirler hala ilkokul 4 seviyesinde. bari utan be adam, utan da koyma o saçmalıklarını ortalık yere. gerçi bu durumun beni neden ilgilendirdiğini yine anlamıyorum. dahası sabah okurken de çok eğlenmiştim halbuse...