sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

28 Eylül 2014 Pazar

tüketici köşesi

tüketicinin hüseyin abisi hüseyin tır, parası çok olup kafası az basan tüketiciye doğru yolu gösteriyor. öyle bir ülke düşünün ki, herkes birbirini sikmeye, şirketler ise herkesi sikmeye yemin etmiş gibi. devlet ise hem sikişe destek oluyor, hem de bizzat kendisi sikiyor. böyle bir yer işte türkiye. çok fazla kafa ütülemeden konuya girmek istiyorum. efendim, konumuz cappy atom gerçeği. cappy atom diye bir ürün var. coca cola company'ye ait. ülkede meyve veya meyve suyu üreten şirket yokmuş gibi coca cola'nın ürettiği meyve suyunu satın alan gerizekalılar olduğu sürece, adamlar üretmekte sakınca görmüyor tabii. kimin ne amaçla aldığı falan beni pek ilgilendirmiyor da, şöyle bir paketinin olmasına dikkat çekmek isterim öncelikle:


petek resminin kolayca görülebildiği bir resim seçtim. görüldüğü gibi paketin üzerinde kocaman bir petek ve bal resmi var. 17 aralık operasyonundan sonra memleketteki en büyük sahtekarlık olabilir şu petek resmi. içindeki gerçek bal miktarını görmek için ambalaja bakıyoruz: %0,01 oranında bal vardır yazmış. abi zaten yüzde dediğimiz şey otomatikman [(toplam hacim) × (0,0x)] anlamına gelmiyor mu? bu durumda %0,01 bal nedir lan? ordaki atom bal atomu mu? yoksa 1 litre cappy'nin içinde 1 mol kadar bal mı var?

şimdi bir hesap yapalım: 1 litrenin %0,01'i ne kadar yapar?

1 litre = 1000 mililitre desek, 1 litrenin içindeki bal miktarı 0,1 ml ediyor. şu resme göre yorumlayacak olursak:


şu resimde iki değerin arası kadar. bu şırınganın gerçek boyutu zaten bu kadar bile büyük değil. cappy paketiyle yan yana koysanız, muhtemelen tabanını çaprazlama bile doldurmaz, öyle düşünün. size bir çözüm önerisinde de bulunacağım. buna tüketicinin hüseyin abisinin kutsal alışveriş formülü diyebiliriz. örnek üzerinden anlatayım:

bir markete giriyorsunuz. peynir alacaksınız diyelim. rafta 2 çeşit peynir olsun. biri mis, diğeri ise ülker marka. şimdi gidip "ben ülkerin kalitesine güvenirim ağbi" dersen, bir firmanın tekelleşmesine katkıda bulunmuş olursun. mis dediğimiz firma eskiden beri süt ürünleri alanında faaliyet gösteriyor değil mi. şöyle düşünün: bir yerde mandıranız var. süt, peynir falan üretip satıyorsunuz. az ileride çikolata, bisküvi falan üretip köşeyi dönen bir herif, sizin yanınıza gelip mandıra açıyor. ayrıca biliyorsunuz ki, bu adam karşıdaki meyve suyu üreticisinin yanında meyve suyu satmaya, makarna üreticisinin yanında da makarna, kolacının yanında kola satmaya çalışıyor. bildiğin sapık kısacası. bu adamı dayak manyağı etmez misiniz? ben olsam ederim. hangi marka diğer sektörlere el atmaya çalışıyorsa, o markayı protesto etmek gerek. bu formülle size mutluluğun kapılarını ardına kadar açtıktan sonra, ikinci hususa geçmek istiyorum.

türkiye'de tüketiciyi sikmeye yemin etmiş bir diğer ürün/hizmet grubu internet servis sağlayıcılarıdır. sanırım bugüne kadar internet kullanıp da bu adamların sahtekarlıklarından en az birine maruz kalmamış bir kişi bile yoktur. bugüne kadar çok ev değiştirmiş, çok abonelikler açtırmış/kapattırmış bir insan olarak, sizlere muhteşem bok gibi bir internet servis sağlayıcısı rehberi hazırladım. bunun altına kendi deneyimlerinizi yorum olarak yazarsanız, husus hakkında kollektif bir bilinç geliştirebileceğimizi düşünüyorum.

1- ttnet: düzenin en pislik tarafı, mahallenin kabadayısı, sizi haraca bağlamaktan zevk alan türk telekomdan başlamak istiyorum. ben bu adamlardan zamanında internet hizmeti almıştım. sonra başka bir eve taşındım. taşındığım evdeki arkadaşların mevcut bağlantısı olduğu için internetimi kapattırayım dedim. tabii ki kapattırmak için faturaları ödemek gerekiyordu. birer hafta arayla 3 kez telekom'un ankara bahçelievler'deki merkezine gitmeme rağmen, üçünde de "sistem çöktü, ödeme alamıyoruz" diyerek gönderdiler beni. imzalı bir yazı istemeyi akıl edemedim. bu olaydan yaklaşık 4 ay sonra eve icra yazısı gönderdiler. kapattıramadığım ayların faturalarının yanında (ki bu aylarda internet kullanmamıştım) avukat masrafı da ödedim.

bunun yanında, internet hızı sık sık düşer, bazen komple kesilir ve hiçbir zaman taahhüt edilen hızı görmezsiniz. size 8mbps'ye kadar diye satarlar ama altında muhtemelen 2 puntoyla falan "dünyada sizden başka kimsenin internet kullanmaması durumunda" falan yazıyordur, zira aşağı yukarı eşit bir olasılıktır bu. ha bir de unutmadan, ttnet kullandığınızda, nurtopu gibi birkaç fişleme aparatına da sahip olursunuz. size sorulmadan (veya 50 sayfalık sözleşmenin bir yerlerinde sorularak) kaktırılan phorm ve gezinti gibi uygulamalarla, hangi sitede ne yaptığınız denetlenmektedir. browser'a phorm detector türü şeyler kurduğunuzda, aşağı yukarı bütün türk sitelerinde phorm'un etkinleştirildiğini görürsünüz. ayrıca, herhangi bir siteye girmek istediğinizde yandex'in sayfasına falan yönlendirilirseniz şaşırmayın, zira ttnet ara sıra kafasına göre modeminizi resetleyerek sizi reklam sayfasına yönlendirir. etik konusunda çığır açmış bir isp'dir kısaca.

2- superonline: mevcut internet bağlantımı başka bir adrese naklettirmek istemiştim. adamları telefonla arayıp "abi bana bi nükleer reaktör yapalım" falan demiyorum. x adresinde kayıtlı internet aboneliğim y adresine aktarılacak, hepsi bu. adresler aynı ilçe içinde, hatta birinden diğerine yürümek 45 dakika falan sürer. tam 1 ay açamadılar o bağlantıyı ama teknik servis ısrarla eve gelmiyor. "elektrikçi çağırın", "başka bi modemle deneyin", "modem bilmemne standardını desteklemiyor olabilir. yeni bir modem alın" gibi şeyler söylüyorlar. kullanmadığım internetin 1 aylık faturasını da haşırt diye geçirdiklerini belirtmeme gerek yok. neyse efendim, zamanında taahhütlü almıştım ben bu internet paketini. sonra taahhütü bitmeden kapatmak istedim. bilmemkaç aylık bedeli aldılar falan. interneti kapattırdım, imzalı yazı aldım vs. ama kapattıktan sonraki ay, kullanmadığım internetin "son ayı" diye 1 fatura daha çıkadılar. ödemedim. icra micra bi şeyler sayıkladılar. ödememekte direndim ama maddi durumlar pek iyi değil diye uğraşmak istemedim ve ödedim. sonraki ay için 5 liralık daha fatura geldi. 5 lira fatura, düşünün. şu an 5 lira fatura ödemem gerekiyor superonline'a. ne faturası olduğunu bilen yok. bunu ödeyince 25 kuruşluk bi fatura daha gelecek heralde. zeno paradoksu gibi sonsuza kadar haraca bağlayacaklar muhtemelen. neyse, bundan da uzak durun.

3- uydunet: sanırım içlerinden en sorunsuzu buydu. tek eksileri, telefonla arayıp size bir kampanya sayıyorlar ve telefona bakan ev arkadaşınız bu işlerden çok anlamıyorsa, daha fazla para ödeyip daha düşük hızla bağlandığınız bir internet paketini kabul edebiliyor. onun dışında, bazı dönemler sık sık kesildiği olur ama call center elemanları çirkef değildir. sokakta en sık çalışırken göreceğiniz teknik servis elemanları türksat'a aittir, zira bir sorun olduğunda ararsanız gelirler. superonline gibi "bizimle ilgili değil hacı" dedikten 1 ay sonra eve gelip "eheh merkezden sinyal vermemişler eheh" diyerek gitmezler. bir ayda yaklaşık 20 kez yarım saat kadar sürelerle kesilmesi dışında bir yamuklarını görmedim yani. taahhüt bitirmek istediğinizde normal bitirirler falan. yine de bunu iyi addetmemizin tek sebebi, normali iyi gibi görmemizdir aslında.

üçüncü mal veya hizmet eleştirimiz, seçim hakkımızın bile olmadığı bir kuruluşla ilgili. istediğiniz kadar şikayet edin, ne kimse başınıza gelen olayı sikine takıyor, ne de bakanlık kankisine yan gözle bakılmasına izin veriyor. tüvturk muayene istasyonlarından bahsediyorum. normalde konsorsiyum bu tüvturk dediğimiz olay. ortaklarından biri doğuş grubu. evet, ferit şahenk. aynı zamanda volkswagen, audi, skoda, seat gibi markaların ithalatçısı. bildiğin kurda kuzu emanet etmek yani. bir anlamda "vw, audi, skoda, seat alırsanız, muayeneden geçme olasılığınız yükselir" demek gibi bir şey. bunun yanında, kendi elleriyle hayatınızı tehlikeye atıp, suçu size yıkmak gibi bir hobileri vardır. aşağıda doğrudan başıma gelmiş bir olayı yazacağım. dikkatle okuyunuz, ya da okumayınız la, o kadar sikimde olmaz ki...

tarih, eylül 2013. 1 yıl öncesi yani. tüvturk, 2 yıl önce muayeneden geçirdiği arabayı bu yıl geçirmiyor. gerekçe, ruhsatta 5 kişilik yazması. ulan son muayenesini hakkı amca yapmadı ki, onu da sen yaptın! arka camında "esrarlı gözler" yazan arabayı geçirme illa birini geçirmeyeceksen. benim hiçbir gösterişe, aşırılığa sahip olmayan arabamı niye böyle cezalandırıyorsun? işin kötüsü de arabaya çoğu zaman 2. kişi bile binmez. gittiği toplam mesafenin %90'ını tek kişiyle, %8'ini 2 kişiyle, %2'sini de 2 veya üstü kişiyle (bkz. odtü otostopçuları) gitmiş bir araca bunu yaptı adamlar.

en kötü şey de burada olası 2 suçlu (emniyet ve tüv) olmasına bakmadan, muayeneden geçirilmeyen ve ruhsatı düzelttirmek için emniyete 65 lira sayan kişinin şahsım olması.

bu kadarı da yetmiyor tabii. 65 lira verip ruhsatı düzelttirdim ama bu sefer de muayenede teknisyenin ön kaputu doğru dürüst kapatmayı başaramamış olması nedeniyle neredeyse anadolu bulvarı üzerinde kaza yapacaktım. 80-90 km/h gibi bir hızla giderken ön kaput camın önüne açıldı. en ufak bir telaşa kapılsam zincirleme kazaya yol açabilirdi yani. şimdi bu adamlara orospu çocuğu desem bana kim bilir kaç paralık dava açarlar ama bu ihmali 1 saniye bile düşünmeden sizin üstünüze yıkabiliyorlar. gerekçe de aracın kaput kilidinin tutmamasıymış. 1 senedir yaklaşık 50 bin km kullandığım arabanın kaputunun tam da muayeneden çıktıktan 15 dakika sonra açılması tesadüf. ayrıca böyle bir kusur varsa, bunu hafif kusur olarak bile görmeyen yine tüv'ün kendisi. birilerinin ölebilecek olması kimin umrunda ki?

bunun kurumsal bir strateji olduğunu hepimiz biliyoruz. kısıtlı imkanlarımla bu adamlara dava açsam iki ihtimal karşıma çıkıyor: davanın benim lehime veya tüv lehine sonuçlanması. benim lehime sonuçlansa, tüv muhtemelen avukat masrafı falan filan, bir sürü şeyi karşılayabilir ama onların lehine sonuçlansa ben bunları karşılayamam. burada da iki ihtimal daha karşımıza çıkıyor: ülkenin adaletine güvenmek ve güvenmemek. tabii ki güvenmiyorum adalete. özellikle de ulaştırma bakanlığının ve hükümetin kankası olan, başında ferit şahenk'in bulunduğu bir kuruma dava açacaksam. devlet tabii ki onların tarafını tutacaktır. ayrıca şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz.

1. bu "kaput kapatılmış" yorumu, benim şöyle bir şey söylememe benziyor: "kamera kayıtlarına göre, randevu tarihinde muayene istasyonunun önünden bir kez geçmişim. bu durumda, arabamın muayene olması gerek".

2. araba 1990 model ve kaputu bırakmanız sonucunda yerçekiminin etkisiyle kaputun aşağı inmiş olması, kaputun kapandığını göstermez. bu durumu da şöyle örneklemek istiyorum: diyelim ki eviniz bir apartmanın 5. katında. dışarı çıkmak istiyorsunuz. merdivenden aşağı inebileceğiniz gibi, balkondan da atlayabilirsiniz. ikinci yöntemin daha "time-effective" ve optimal bir çözüm gibi görünmesine ve (olayı kamerayla kaydeden bir manyak olduğu sürece) aşağı inmek istediğinizi kamera kayıtlarından doğrulamanızı sağlayacak nitelikte olmasına rağmen, bunun uygulamada pek akıllıca olduğunu söyleyemeyiz sanıyorum. aşağı her şekilde inebilirsiniz ama doğru kabul ettiğiniz bir şekilde inmek için, prosedürel bir eylemler bütünü gerçekleştirmeniz gerek. bu da kapıdan çıkmayı, merdivenden inmeyi, daire kapısına doğru koşup içinden geçmeye çalışmamayı falan gerektiriyor. eski model bir aracın kaputunu kapatmak da bana göre benzer bir şey.

3. muayene istasyonunda kaputu kaldırıp kontrol eden kişi teknisyense, doğru bir biçimde kapanıp kapanmadığını kontrol etmesi gereken kişinin de o olduğunu sanıyorum. muayenenin yapıldığı yere araç sahibinin alınmadığını da göz önünde bulundurursak, bu çıkarımı yapabiliriz. aynı teknisyen, benzin deposunun kapağını açıp, sonra "kapatmak" adı altında, kapağı yerine bırakıp gidebilirdi. bu durumda, araç yolda alev alabilirdi. tüv, muhtemelen o zaman da kayıtları inceleyip "teknisyenimiz kapağı kapatmış" diyecekti. olguları alt alta koyduğumuzda, böyle bir çıkarım yapmamız mümkün. hatta teknisyen, aracın bagaj kapağını söküp vites kolunun üstüne taksa, o zaman da muhtemelen "kamera kayıtlarında bagaj kapağının arabaya geri takıldığı açıkça görülüyor" şeklinde bir yorum yapabilirlerdi. neyse ki o kadar yaratıcı değiller.

4. şimdi sormak istediğim sorulara geliyorum.

4.1. tüv teknisyenin ihmali, anadolu bulvarı üzerinde 7-8 araçlık bir zincirleme kaza ve 10-15 kişinin ölümüne yol açabilirdi. tüv o zaman da "biz kamera kayıtlarına baktık. teknisyen kaputu yerine bırakmış. kaput öyle kapanmıyor muydu ya, allah allah" diyebilir miydi?

4.2. araç sahiplerinin, muayene konusunda alternatifleri olsa, tüv dördüncü şikayete kadar bekleyip, sonunda "hata bizim değil. siz kaputun nasıl kapatıldığını bilmiyorsunuz" diyebilir miydi?

4.3. aracı teknisyenden teslim aldıktan sonra, aracımızın kaputundan fren disklerine, benzin deposundan sinyal lambalarına kadar her şeyi kontrol etmek gibi bir yükümlülüğümüz var mı?

4.4. ön kaput arızalıysa, bunu teknisyenin fark etmesi gerekmez miydi? en azından, önceki muayenede 5 kişilik olduğuna kanaat getirdiği bir arabanın, bir sonraki muayenede 4 kişilik olduğuna karar verecek kadar ince eleyip sık dokuyan bir kurumun, kaputun sağlam olup olmadığını da anlaması gerekirdi.

4.5. aracımı muayene gününden bu yana (yani yaklaşık 1 yıldır) yamuk bir kaputla kullanıyorum ve kaput hiçbir hızda bir kez bile açılmadı. zaten emektarın ulaşabildiği maksimum sürat, yokuş aşağı 90 km/h civarı ve bir tüv yetkilisi bu durumu umursayıp görmek isterse, ona da gösterebilirim. bu durumda, kabahat tüv'de değilse, kaput mu arızalı, yoksa ben mi hatalıyım?

5. yamuk kaput, aracın aerodinamiğinde gözle görülür bir iyileşme sağladı. araba o zamandan beri daha az yakıyor. tüv dürüstçe davranıp masrafı karşılarsa, bunu tüv teknisyenlerinin bir başarısı olarak eşe dosta anlatabilirim.

evet efendim, üçüncüde seçim şansımızın olmaması ve hiçbir şekilde devlete de güvenemeyecek olmamız üzücü tabii. bunun için de bir alternatif sunmak isterdim ama arabanızı muayeneden çıkardıktan sonra bir kenara çekip ingiliz anahtarıyla açabildiğiniz her yerini açıp bir kez de sizin kontrol etmeniz gerek bu mantığa göre. her şeyi siktir et de, iş güç arasında bunu niye yazdım lan ben?

14 Eylül 2014 Pazar

futbol blogu yazma girişimim

uzun zamandır bir futbol blogu yazmak istiyordum. futbolun güzellikleri, taraftarın coşkusu, oyunun heyecanı, her futbol sezonunda beni daha bir etkisi altına alıyor. yeşil sahalarda gönül verdikleri armanın renkleri için kenetlenen, bir araya gelen taraftar, bir ağızdan bağırıyor: yarraaamı yee fene- yukarıda yazdıklarım komple yalan. futbol blogları bence goal dergisi okuyup, ntvspor izleyip gaza gelen 15-25 yaş arası gençlerin yeni tutkusu (çok da yeni değil aslında ama görece yeni diyebiliriz). bu bloglarda yazılan yazılarda sürekli eski oyunculara bir özlem, efsane addedilen oyunculara tapınma, totemleştirme gibi unsurlar hakim. "yenilerde iş yok baba! el fenomeno olan ronaldodan bahsediyorum ben. luiz nazario lima rosario da silva costa ferreira ronaldo". wikipedia'da bile böyle 20 kelimelik isimler yazılırken "see spanish naming customs" diye bakınız verirken, bu adamlar hepimiz portekiz sömürgesiymişiz gibi çok doğal bir şekilde bütün adları ezberleyip bir anda kusmalarıyla ünlüdür.

hatta bazıları işi bir adım öteye götürüp, gerizekalıdan bir parmak ötedeki futbolcuların mantıksız beyanatlarını çok değerli bir kültür hazinesiymiş gibi koymuyor mu bloguna, işte o zaman insan ülkemizin geleceği hakkında daha bir ciddiyetle düşünüp üzülmeye başlıyor. mesela şöyle:

"kaybettik çünkü kazanamadık" -c. ronaldo
hemen altına yorum: ronaldo reyizin ne kadar azimli, kararlı olduğunu anlıyoruz bu sözden cart curt

"rakibimizi küçümsemedik. onlar sandığımızdan iyi çıktı" -lord bobby robson

yeri gelmişken, bir de böyle futbolculara verilen feodal unvanlar bizim gibi 3. dünya ülkesi futbol "aficionado"larının neden sürekli ağzında sakız oluyor, onu da anlayabilmiş değilim. ulan adam sörse sana bana mı sör? ülkesinin sörü işte, sana noluyor? hayatında sir unvanlı kaç adam tanıdın ki tanıdıklarını sir ve non-sir olarak sınıflandırmaya başladın?

geçende facebook listemde yer işgal eden bir gerizekalının yazdıgı blogu okudum. şöyle bi şey yazmıştı:

"bu sezon takımının başında 15 maça çıkan 'sir' lakaplı alex ferguson, henüz mağlubiyet yüzü görmedi"

adamı sinyor can bartu gibi bir şey sanıyor herhalde. hatta altına şöyle bi özlü söz de yazılabilirmiş.

"arkadaşlarım bana sir diyor. sir ne ulan? lua lua'ya krampon atmış adamım. hem sana noluyor lan? sanki lord yarrağı yedin amuağoyum" -sir alex ferguson

bilmiyorum, gidişat hiç iyi değil. ntvspor'dan, futbol mundiale'den duyduğun şeyleri yazıyorsun, en azından paraphrase yap. yazık ulan, buna harcanan zamana yazık. bir de merak ediyorum, mesela avrupa'da çevre blogları, yeşil örgütlerin blogları çok yaygın; amerika'da programlama, do it yourself, lifehack türü bloglar revaçta iken (bu veriler tamamen kişisel gözlemlerime dayalıdır) bizde neden futbol? bu kadar işe yaramaz bir millet olmayı nasıl başarıyoruz?

neyse, bugün alien'lık yok. bugün ben de futbol blogcusuyum. size dünyanın en iyi futbolcusundan bahsetmek istiyorum. "dünyanın en büyük futbolcusu kim?" diye sorsalar, vereceğim tek bir cevap var: baba hakkı! değil, barcelona'nın yedek kalecisi. evet, bir değişken adı. barcelona'nın yedek kalecisi. dünyanın en şanslı insanı. şanslı piç, orospu çocuğu, ne derseniz deyin. hayatı herkesin hayatından daha iyi.

bir kere barcelona'dasın tamam mı. rubin kazan'da oynayan adam da milyonlar kazanıyor ama o adam kazan'da yaşamak zorunda. istersen katrilyonlar kazan. kazan'da kazanmanın ne anlamı var? sen ise barcelona'dasın. yaptığın şey ne? antrenmanlara çıkmak. 2 sezonda 5 maç forma giymek. geri kalan zamanda canın ne isterse yaparsın. belki victor valdes de yapar ama o adamın üzerinde sürekli maç baskısı var. sende yok. valdes babalar gibi kalede olduğu sürece istediğin her boku yiyebilirsin. ister gece hayatın olsun, ister yoğun bir seks hayatın, hiçbir şey fark etmez. aids bile olsan, sen söylemedikçe kimse bilmez ve bütün hiv'inle, püsürünle barcelona forması giymeye devam edersin. o kadar çok imkanın ve boş zamanın olur ki, aynı anda hem alto saksofon virtüözü olup, hem endüstri mühendisliği doktorası tamamlayıp, hem de frege ile russell arası dil felsefesinin evrimiyle ilgili bir blog yazabilirsin.

zaten ne yapsan acayip olacak. "abi duydun mu, barçanın yedek kalecisi alto saksofon konseri veriyormuş" veya "pinto'nun blogunu gördün mü la? herif dahi çıktı amığagoyum" diyecekler. "dün barda pintoyla malibu içtik abi, inanılmazdı" diyecekler. ne yapsan olacak lan, barcelona'dasın zaten. hatta belki hakkında efsaneler yayılacak. "abi duydun mu, torre agbar'ın mimarı pintoymuş. threesome blowjob sırasında gelmiş aklına" diyenler bile çıkacak. zira her şeyi yapabilecek güç ve boş zamana sahip bir insan olacaksın. 3-4 manyakça şey yaptıktan sonra namın alıp yürüyecek zaten. kimisi 28 dil bildiğine, kimisi de bir elinin içinde mührüsüleyman, diğer elinin içinde horus'un gözüyle doğduğuna inanacak.

"şu gezegeni görüyor musun? benim." -josé manuel pinto

ben pinto'nun yerinde olsam, velinimetim valdes'i her gün yanaklarından öper, günde 20 kez arayıp hal hatır sorardım. halit ayarcı çünkü o. sen de hayri irdal'sın. her şey senin büyük planının bir parçası. böyle desen inanmayacak kimse yok çünkü. valdes'in arabası ne? ferrari. seninki ne? maserati. çünkü valdes çalıştığı kadar harcayan bir burjuva. sen ise tamamen çalışmadan müthiş kazanan aylak sınıf temsilcisi. bu yüzden ferrariye binmemen normal. mesela biri valdes'e kitap hediye etse, köylü, saf, emekçi valdes oğlan hemen atlar "kitap oğumayı çoh severin teşeggürler" diye. sana kitap hediye etseler ne dersin? "edebiyat zevkime aşina olduğunuzu düşünmenizi neyin sağladığını bağışlamanızı rica edebilir miyim?" dersin ve ilgili kişi o kitabı parçalayıp yer gözünün önünde.


"gavura vurur gibi vuruyor şerefsizler. arkana yastık vereyim mi abi?" -josé manuel pinto

her şeyden önce tarz sahibisin. o saç falan ince bir zevk sonuçta. valdes gibi "garılar seviyo" diye almıyorsun bi şeyi, zira senin aldığın her şeyi "garılar seviyo" zaten. valdes'in sevgilisi kaç yaşında? 19. seninki? 34. çünkü sen olgun seviyorsun. eyvallah, bu kadar işte. valdes'in evi kaç metrekare? 800. seninki? 450. neden? kışları küçük bir evde geçirmeyi daha dingin buluyorsun. yazları geçirmen içinse andorra kadar bir çiftliğin var. andorra'dan tek farkı, çevresinde fransa ve ispanya değil, pasifik okyanusu var.

ne desen, ne yapsan, her şey senin lehine, asla yenilmiyorsun. bu hayatın tek kazananı sensin pinto. ne manchster'ın gri havasını, ıslak çamurunu, istikrarsız kalecilerini çekmek zorunda olan yedek kaleciler gibisin, ne de trilyonlar kazanıp arap taşağı kokusu solumak zorunda kalan dubai takımı yıldızları gibisin. sen tam olman gereken yerde, yapmaman gereken şeyi yapmıyorsun ve müthiş paran var. tek rakibin los angeles galaxy'nin yedek kalecisi. o da senin çeyreğin kadar anca kazanıyor. ergo, rakipsizsin. yolun açık olsun kardeşim. sen olmayı çok isterdim.