sade tasarımıyla gözü en az yoran, boktan içeriğiyle beyni hiç yormayan blog ödülü - 2009

2 Ekim 2014 Perşembe

para üzerine

son zamanlarda, para dediğimiz mefhumun işe yararlığını sorgulamaya başladığımı fark ettim. geçtiğimiz günlerde tüketicinin hüseyin abisi olarak birtakım ipuçları verdikten sonra, bugün de genel bir iktisat teorisine giriş yapmak istiyorum. tabii ki şaka yapıyorum. bir sikim teoriye giriş yapmayacağım. paranın nasıl bir ilüzyon olduğundan bahsedeceğim. bu önemli bir durum, zira bütün hayatını para kazanmaya programlanarak geçirmiş insanlarız. ilkokuldan başlayarak hepimize doktor, avukat, subay, mühendis, ot bok olmamız gerektiği söyleniyor. ortaokulda buna göre fen lisesine hazırlanıyorsun, olmazsa anadolu lisesi. o da olmazsa düz lise, ters lise, süper mega lise falan var. umut fakirin ekmeği tabii. para kazanmak için okumak şart. biri olmazsa diğeri. öss'de (sistem o kadar değişti ki son sınavın adı nedir bilmiyorum) en yüksek puanlı bölümler, 7-8 yaşlarında aldığımız bu gazın etkisiyle tıp veya mühendislik oluyor. onlar iyi kazandırıyor çünkü. iyiden kasıt da 5-10 bin lira arası bu arada. belki mahallenizin bakkalı daha çok kazanıyordur ama nasıl harcayacağını bilmediği için fark etmiyor olabilirsiniz. yani bakkal gidip bir porsche veya tripleks villa almaz haliyle. memleketinden 5-6 tane apartman dairesi falan almıştır "ben ölünce çocuğum yisin" mantığıyla. hah evet, mühendislik, tıp falan diyorduk. bütün olay bu yani. istesek çoğumuz müzikoloji veya felsefe okuruz. hem de boğaziçi'nde, odtü'de bile okuruz bu bölümleri ama malum, para getirmiyor ve biz gerçek anlamda bir makine olduğumuz için, para getirmeyen şeyler geçerli bir input değil. hatta bu makineliğimizi 3-4 saatte bütün ayrıntılarıyla bir fsa olarak çizebiliriz. hem de a0 değil, düz defter sayfasına. ileride çocuk yapacak olursak bi nevi kılavuz olur.

"allah aşkına biz napıyoruz lan?"

işin sorunlu kısmı, para kazanmanın bir adım sonrası olan para harcamak. etrafıma baktığımda, vereceğim parayı hak eden hiçbir şey göremiyorum. her şey ya fazla pahalı, ya fazla işe yaramayaz, ya da ikisi de. 100 lira veya üstü verip, aldıktan 2-3 yıl sonra hala ilk günkü verimlilik ve memnuniyetle kullandığım 5 şey var sanırım:

- 3 sene önce aldığım 24 yaşında bir araba
- 4 sene önce aldığım masaüstü bilgisayar (ve monitör)
- 10 sene önce aldığım nike shox basketbol ayakkabıları
- 4 sene önce aldığım kindle 2
- 6 sene önce aldığım playstation 3

bunların dışındaki her şeyi bir heyecanla satın alıp, sonra haftada toplam 1 saat falan kullanmaya başladığımı fark ettim. ayda yaklaşık 1 saat civarı kullandıklarım bile oluyor. buna çoğu zaman ps3 de dahil ama zamanında 1000 liraya aldığım bir aletin 6 yıldır hiçbir upgrade olmdan oyun oynamama ve film izlememe olanak sağlaması nedeniyle, kendisini bu listede onursal üye yapmaya karar verdim. neyse efendim, bugün gelinen noktada artık neyin nerede satıldığını hatırladığımdan bile emin değilim. geçen hafta tornavida seti, yapıştırıcı, havya ve cımbıza ihtiyacım oldu ve 2 saat düşündüm bunları nereden alacağımı. sonra yapacağım şeyin de gereksiz olduğunu idrak edip vazgeçtim.

neyse ki avm'ler var. satın almaya değmeyecek her şeyi oralarda görebiliyoruz. çoğu avm o kadar büyük ki, girişine harita koyuyorlar. oradan izleyeceğiniz rotaya karar veriyorsunuz. koridorda dolaşıp hiçbir dükkana girmeden, hepsinin ne kadar gereksiz mallar içerdiğini anlamanız mümkün.

elektronik mağazaları ağzına kadar saçmalık dolu mesela. son birkaç gündür memlekette olduğum ve memlekette gezilecek, görülecek bir yer olmadığı gibi birlikte takılınacak bir kişi de kalmadığı için birkaç gün mark twain gibi park bahçe gezdikten sonra, yeni yapılan 1-2 alışveriş merkezine bakmaya gittim. yıllardır gıda ve alkol dışında hiçbir şey satın almamış bir insan açlığıyla, gördüğüm her ürüne saldırmamın beklenmesi lazım. ilk olarak teknosa'ya girdim. 3 saat orda dolandım. her ürün için tek tek düşündüm, bunu alsam dünya benim için nasıl daha yaşanabilir bir yer halini alır diye. fotoğraf makinesi reyonunda, o makinelerden harika bir tanesinin benim olduğunu hayal ettim. orada test ederken lensinin ebesinin amına kadar zoom yaptığını görünce şaşırdım. tezgahtar bir kızın götüne zoom yaptım, harikaydı. şaka lan, yapmadım öyle bi şey. onun yerine, bir printer kutusunun üstündeki küçük yazılara zoom yaptım. netleştirme de yapınca yazıları okuyabiliyordunuz. vay anasının lens solüsyonu diye hayret ettikten sonra fiyatına bir bakayım dedim. lensiyle birlikte 3499 liraydı. alsam alırdım. hiçbir bok almıyordum zaten. yakında tek başıma enflasyona yol açtığım için merkez bankasından beni dövmeye gelebilirler. neyse, beni mutlu edeceğini bilsem, 1 saniye bile düşünmezdim sanıyorum. tamamen satın alma moduna girmiştim çünkü. orada herhangi bir şey hoşuma gitse paketleyip götürecem eve. cep telefonu reyonundayız. iphone 6, plus, envai çeşit samsung galaxy, note 3, 4, 5 allah ne verdiyse bir sürü şey var. her allahın günü model mi çıkarıyorlardır nedir, hepsi de birbirinin aynısı. tezgahtarın teki koşa koşa yanıma geldi. 7 çekirdekli falanmış birinin işlemcisi. anasının amı artık! benim gariban bilgisayarımın işlemcisi bile 2 çekirdekli ve 4 senedir her türlü kahrımı çekiyor. 7 çekirdek ne lan? dna falan mı modelleyeceğiz amınakoyim? elime alıp inceledim. ya pezevenkler yalan söylüyor, ya da telefon teknolojisi inanılmaz gelişmiş. 2 senedir falan beleşe edindiğim bir iphone 3g kullanıyorum. onu düşündüm, reyondaki telefonlara baktım, arada pek bir fark yok. kalitesiz fotoğraf/video çekiyor, köşeleri yuvarlanmış kare simgelerle ifade edilen uygulamalar var, işe yaramaz ot bok, bir sürü şey. tezgahtara sordum. "bunlardan hangisi diğerlerinden daha avantajlı? çok param var (aslında yok tabii çok param da, rahat rahat anlatsın diye söylüyorum) şöyle 5 sene kullanabileceğim bi şey almak istiyorum." adam galaxy note 3 tavsiye etti. sağladığı avantajlar şunlar: kalemiyle not alabiliyormuşuz, oyun yükleyebiliyormuşuz, bataryası dayanıklıymış, pdf okuyabiliyormuşuz, ekranı ikiye bölebiliyormuşuz, gazete uygulamasıyla gazete okuyabiliyormuşuz (ülkede gazete varmış gibi... benim facebook feed'im türkiye'deki bütün haber ajanslarından daha doğru haber içeriyor). oyunların kalitesi nasıl diye sordum. normal atari oyunları gibi dedi. kısacası, cep telefonları da bir bok vaat etmiyor. en iyisinin en iyi özelliği not almanızı mümkün kılması. 50 kuruşluk defter ve 50 kuruşluk kalemle en az 1 yıl yapabildiğiniz bir şey yani. uygulamanın yüklenmesini de beklemiyorsunuz. kapağı kaldırdığınız anda açılıyor. kaleminin precision düzeyi de, kendisinden 4000 kat daha pahalı galaksi notun anasını siker en kadim elf lisanındaki tanımla. orayı da geçtik. çift taraflı bir yazıcı biraz ilgimi çekti ama şu an için yoğun bir şekilde yazdırmak istediğim bir şey yok. dolayısıyla incelemeden geçtik. playstation'ın önüne geldim. tanıtım standı yapmışlar. fifa 2015, wolfentstein gibi oyunlar var. fifa açıktı, onu oynadım. fena değil ama arcade - simulation slider'ında simulation'a dayanmış gibi bir hava var. bundan zevk almak için bütün hayatını iptal edip fifa manyağı olman gerek. biraz daha arcade olsa iyi olabilirdi. bugüne kadar playstation ailesinin taşınabilir olmayan her bir üyesini almış bir insan olarak, cd değiştirmek isterken fark ettim oynadığım şeyin ps4 olduğunu. 15-20 dakika boyunca ps3 oynadığımı sanıyordum. cd değiştirmek için menü bulma maksadıyla gamepad'deki ps tuşuna bastığımda çaktım vaziyeti. wolfenstein'ı takınca hayal kırıklığım tavan yaptı. sonra düşündüm, çok iyi bir şey olsa bile almazdım, çünkü oyun oynamak artık zevk veren bir şey değil. hatta elimdeki makineyi bile kardeşime vermeyi düşünüyorum. neyse, oradan da geçtik. bilgisayar reyonu. hepsine hızlıca bir göz attım. bildiğimiz bilgisayar. kullanırken daha kolay çileden çıkalım ve ürün daha erken kullanılmaz hale gelsin diye ortalama bir aksiyon filminden daha fazla görsel efekt içeren bir windows versiyonu kurulmuş göt kadar bilgisayarlar. bir de şu cihazların sağına soluna film şeridi, müzik notası resmi falan koymayı bir bırakmadılar. ulan bize de azıcık saygı be. birine de siyah zemin üstüne cursor figürü falan koyun. "optimized for the life-deprived, nerdmost coding experience" falan yazın. hep gerizekalıları mı hedef alıyorsunuz müşteri kitlesi olarak? neyse, diğerlerine göre tercih edilebilir gibi görünen bir toshiba bilgisayarın fiyatı 2100 lira. o bilgisayardan internete girip windows 8'in fiyatına bakıyorum. 400 lira diyor. 1700 lira yani bilgisayarın kendisi. vergileri falan çıkarsak 1000 liraya falan rahat alırız muhtemelen de, o ayrı bir konu. neyse, windows olayını tezgahtara soruyorum. bunu windows'suz alabiliyor muyuz diyorum. adam hayır diyor. peki şunu? hayır. şunu? hiçbirini alamıyorsunuz. peki, teşekkürler (anasının amı anlamındaki teşekkürler bu). bir umut arkasından seslenip soruyorum: "masaüstü bilgisayarlar da mı böyle?" evet efendim, hepsinde windows kurulu geliyor. allah allah... lan mütemmim cüz diye bi şey vardı hukukta ama... neyse, sikerler. bilgisayar alacak olsam kendim toplayıp ubuntuyu basarım zaten sevdiceğime imam nikahı basar gibi. yok, o da yok. zaten bilgisayar yani sonuçta. insanı ne kadar mutlu edebilir ki? enformasyon cihazı en nihayetinde. ilerledikçe tabletler görüyorum. ipad'ler falan, samsung'lar, hepsi sıkıcı. sonunda bunları klavyeyle satmayı akıl etmişler ama netbook'a dönmüş bu haliyle de. teknolojinin kilitlenmesini temsil ediyor sanırım. ilerlemeye devam ediyorum. monitörler var, kendisinin üçte bir fiyatına ikinci eli satılanlarla aynı görüntüyü veren monitörler, hah televizyonlar! samsung parantez şeklinde televizyon üretmiş. lg de olabilir, emin değilim. allah güney korelileri ekran üretsin diye yarattığı için her şey olabilir. bir ara hyundai'nin bile ürün gamında tüplü monitör vardı. ürün gamı da ne yarro bir laf amınakoyim. gamlandığımız, tasalandığımız ürünler der gibi. products we are concerned about gibi. neyse, televizyonlar gerçekten dehşet, hak veriyorum ama televizyon yayınlarının içeriği zaten bok gibi. film izleyecek olsanız, konuya odaklandığınızda nasıl bir ekranda izlediğinizin hiçbir önemi yok aslında. tabii 37 ekran televizyonda nbc filmi izlediğinizde sinematografik birtakım unsurlardan yeterince haz almanız zorlaşır ama konusu için izlenen filmlerde pek de fark etmez. gördüğünüzü ve yönetmenin göstermek istediğini her türlü anlayabilirsiniz. bir de 5000 liraya falan satıyorlar bu televizyonları. 500 lira olanıyla da mutlu olmak mümkün ve içeriğe hiçbir katkısı olmayan bir şeye 5000 lira vermek mantıklı değil. heh, smart tv'ler. insanoğlunun en büyük kerizliği. teknolojinin insanlığa soktuğu en büyük kazık. kocaman harflerle sazan.avi. 40 dolarlık raspberry pi + 400 dolarlık televizyonun yapacağı şeyin birkaç kalite altını size 1000 dolara sokma girişimine smart tv denir. adının aksine, gerizekalılar için üretilmiş bir çözüm yani. akıllı adamın bunları yememesi lazım. zaten bir şey size all in one diye satılıyorsa, orda mutlaka bir piçlik arayın aziz dostlarım. orayı da geçtik ve geriye bir şey kalmadı. bu aşamada niçe'nin bir sözünü modifiye etmek mümkün: "a casual stroll in teknosa shows that money doesn't prove anything".

dışarı çıktım. çevreme bakıyorum. kıyafet mağazaları, bir adet yapı market falan var. varoluşumuzun tek amacı para kazanmak olduğu için, para harcayacak bir yer arıyorum. insanlar belki de böyle kumarbaz oluyordur diye de düşünüyorum bir yandan. burası kıbrıs olsa kumar oynardım heralde. kıyafet mağazalarından birine giriyorum. bütün reyonlara hızla göz atıyorum. edindiğim genel izlenim şu: decency, geçmişte gördüğümüz bir modaymış sanırım. erkek olduğum için erkek kıyafetlerine bakıyorum. dar kesim kot ve bol kesim kot var. arası yok. renkler de kırmızı, sarı, yeşil, mavi falan. ulan straight erkek giyecek bunları. pantolonları geçiyoruz. hırkaların hepsinin üstüne, trabzon ekmeği adı verilen şeyin üstüne yerleştirilen örgü deseninden yerleştirilmiş. hepsinde var bu. yakaları da bi garip, değişik bir yaka türü var. bornoz yakası gibi. 3 mağazanın hepsinde de böyle. kıyafetlerde twitter ve vine gibi şeyler yüzünden narrative collapse adı verilen presentist çöküşten muzdarip gençliği mutlu edecek basit espriler. kiminde istavrit/istanbul yazıyor, kiminde amerikan dizisi esprileri, breaking bad falan. aradığım şey çok basit. siyah/gri bir kot ve desensiz bir hırka. rengi önemli değil. ama yok. bu kıyafet devrimini kim yapmış bilmiyorum ama insanı "zorunlu tasarruf"a ittiği kesin.

oradan da çıkıyorum. yaprakların hışırtısı duyuluyor çünkü etraf bomboş. şehir dışı olduğu için etrafta hiçbir şey yok ve haftaiçi öğle vakti olduğu için insan da yok. çevremdeki ipuçlarından faydalanarak bir şey satın almaya bakıyorum. ileride burger king var. sattıkları şeyler kelimenin tam anlamıyla yarrrrak gibi. halley boyutlarında hamburgere 13 lira veren adamlar kim olabilir diye merak ederken, ileride yaldır yaldır hamburger yiyen aileyi görüyorum. demek ki onlarmış. gloria jeans diye bir yer var. içine 3-4 kişilik kız grupları oturmuş kahve içiyor. hayatımda hiç fast food veya kahve dükkanına giresim gelmediği için, o zaman da ilgimi çekmediler.

ileride bir bank görüyorum. banka oturup düşünüyorum insanlar parasını neye harcar diye. yerde bir digiturk broşürü var. digiturk, dsmart gibi şeyleri düşünüyorum. çevremde bunlara para veren bir sürü insan var. boktan amerikan filmleri ve gişe dışında bir kaygısı olmayan diziler izlemek için, 22 tane trilyonerin top peşinde koşmasını izlemek için ayda 20-30 lira fatura ödemeye davet ediyorlar bizi. tabii ki onlar da ilgimi çekmiyor. televizyondaki içerik pek ilgi çekici değil zaten. küçük şehir avm'sinde kitapçı olmuyor ama oraya girsem de boktan çevirileri görüp, çoğu kitabı almaktan vazgeçeceğim. türkçe kitaplar alınabilir belki ama kitapçımız yok. zaten yanımda 3-4 tane kitap getirdim, tez için okumalar falan var. kitaba da para veremem şu an.

en son çıkmadan önce yapı marketi gördüm. 3 saat falan dolandım içinde. sonunda bir tane kazma sapı aldım. evde tek yaşadığım için yatağın yanında tutarım diye. 2 lira mı neydi. bunun aynısını beyzbol sopası olarak alsan en az 20 lira. bakkaldan çikolata alır gibi kazma sapı aldım. kasiyer garip bir bakış attı "götüye mi zokacan" der gibi ama amacım üzüm yemek değil, hırsızı dövmek. ehi ehi kelime şakası yaptım. yapı markette ne işi var bilmiyorum ama içecek dolabı da vardı. bir tane de muzlu süt aldım ordan. 3 lira harcamış oldum. evden çıkarken para harcamaya son derece istekliydim. harcaya harcaya 3 lira harcayabildim. arabaya atladım, eve doğru yola çıktım. yeni açılmış bir tane pub gördüm. cuma vakti bomboş mekanda bira içtim, fıstık yedim, sigara içtim. eurosport'ta bilardo ve bowling izledim ama beynim satın alacak bir şey bulma fikrini bırakamıyordu. dolayısıyla boş boş ekrana bakıyordum. hipster ayakları çekip, kazandığı her kuruşu sehayate yatıran arkadaşlar geldi aklıma. çok mutlu görünüyorlardı ama 1 hafta yaşayacağın boktan bir deneyim de milyarlarca paraya değmez. hele ki sonunda bu iğrenç ülkeye döneceksen. düşün mesela, isveç'te 1 hafta geçirmişsin. insan medeniyetinin en uç noktasında bulunan, iq ortalamasının türkiye'nin bilmemkaç fazlası olduğu, sosyal devletin, insan haklarının tavan yaptığı bir cennetten sonra avrupa'ya cehalet ihraç eden, nüfusunun %65'ini kendini her durumda haklı gören ilkokul mezunlarının oluşturduğu, 2014 yılı itibariyle din diye bir olgunun olduğu, olmayı bırak, resmi bir yönetim biçimi olarak uygulamaya çalışıldığı bir ahıra dönüyorsun. katrilyonlarca parayı cukkalamasına rağmen ölümüne savunulan adamların olduğu bir ülkeye gelip en iyi ihtimalle depresyona girersin heralde. 1 hafta rolls royce'un arka koltuğunda gezdikten sonra içi bok kokan murat 124'ün direksiyonuna geçmek gibi. her şeyin eşit olduğunu varsaysak bile, çuvalla parayı 1 haftalık soyut bir deneyime gömmek pek mantıklı değil. fotoğraflar olmasa isveç'te ne yaptığını 1 yıl sonra hatırlamazsın bile.

televizyonda reklamlar çıktı. yarım saat falan sürdü reklamlar. sanırım bütün yayın akışının %50'sini falan kaplıyor artık. hala televizyon izleyen gerizekalılar varsa önemli miktarda reklama maruz kalıyordur. reklamları dikkatle izliyorum. bütün reklamların %40 kadarı banka kredisi ve cep telefonu tarifesi reklamlarından oluşuyor. 5000 lira bayram kredisi, tatil kredisi falan diye reklamlar var. düşünüyorum, bayramda neye para harcanır ki? kurban kesmek zaten parası olmayanlara farz değil. tatile gitmek de parası olmayanlara farz değil. 28 yıllık ömrümde 1 kez tatile gittim mesela. o da 3 günlük bir tatildi. her gün 2 saat falan yüzdüm, 5-6 saat kadar içtim, 5-6 saat kadar da ortalığı gezdim. hepsi buydu. tatilde de bi bok yok yani. şu an biri heyecanla yanıma gelip "tatile gitmen için sana 5000 lira veriyorum" dese ve o parayı sadece tatil için kullanabilecek olsam, götümü kaldırıp tatile bile gitmem. sıkıcı çünkü. insanın kendini kandırmasından ibaret. herkes öyle eğleniyor diye sen de kendini öyle eğleneceğine inandırıyorsun, hepsi bu. evde bütün gün sırt üstü yatıp efil efil pencerenin altında kitap okumak, hatta kitabı siktir et, finansal forum gazetesi okumak bile çok daha zevklidir. bunun dışında bitmek tükenmek bilmeyen cep telefonu tarifeleri reklamı var. 50'lik biranın yarısını cep telefonu reklamlarını izleyerek harcıyorum. bir bira daha söylüyorum reklamları izlerken içmek için. nasıl ümitsiz insanları hedef aldığını anlamaya çalışıyorum. mesela aylık 2000 dakika, 2000 sms, 2gb internet paketi alan adam, bütün ay boyunca ne yapıyordur? 33 saat ediyor zira. her gün 1 saat telefonda konuşmak demek. uyanık kalınan her saatin 8 dakikasında telefonla konuşmaya falan karşılık geliyor sanırım. reklamda telefonundan youtube videosu takıldığı için bütün bir yaşamı sekteye uğrayan bir adam var. bilgisayar başında olmadığı zamanlarda yeterince "connected" olmaması, youtube videosu izleyememesi nedeniyle gidip internet paketi almış allahın salağı. onun reklam karakteri olduğunun farkındayım ama bunu yapan biri olmasa kimseye 2gb internet paketi satamazlar sanıyorum. bunun bir tek sebebi olabilir, o da yukarıda bahsettiğim akıllı telefon ilüzyonunun bir ilüzyon olduğunun anlaşılması sonucunda, telefonun bütün özelliklerini kullanma telaşı. o özellikler ne? twitter, instagram, foursquare, youtube videoları. kısaca internetin aptallık eşiği dediğim şeyler. özellikle 4square böyle. bence 4square açıkça interneti ikiye ayırmaya yarıyor. gerizekalı olanlar ve olmayanlar. akıllı telefonlar da bu potansiyeli iyi değerlendiriyor tabii. hiçbir halta yaramayan cihaz, "yer bildirimi" yapmaya yarıyor. dolmuştan check-in yapan adam var mesela. bunu neden yapıyor? telefonunu kullanmak zorunda gibi hissettiği için. 2500 lira vermiş lan. kullanmak zorunda. youtube'dan video izlemek zorunda. onu bigisayarla da yapıyor. öyleyse bilgisayarın, hatta internetin olmadığı yerlerde izlemek, twit atmak, yer bildirimi yapmak zorunda. bunun için de dolmuştan daha uygun bir yer olamaz heralde, değil mi? o reklam da geçiyor, renault clio reklamı çıkıyor. 75 beygirlik 2 kapılı göt kadar arabaya 40 bin lira istiyorlar. aynı özelliklere sahip versiyonunu fransada 20 bin liraya falan alırsın muhtemelen. sonra çikolata, bisküvi reklamları falan. vıcık vıcık yağ içeren iğrenç şeyler. bp reklamı. benzinin 5 lirayı geçtiği ülkede bp neyin reklamını yapıyor merak ediyorum. bütün orta sınıfın nefret etmesine rağmen hepsinin yaldır yaldır evlerini aldığı ali ağaoğlu'nun inşaatlarının reklamı çıkıyor sonra. "kira öder gibi" ev sahibi olma geyiği, evet. halihazırda bir sürü satılık/kiralık ev varken, anasının amına inşa edilmiş evlere kimin para verdiğini merak ediyorum. tabii ki doktor, mühendis, mimar, avukat gibi üst gelir grubu insanları para veriyor. o kadar parası olan adamın tam olarak neden kaçtığını da merak ediyorum. ben olsam inatla şehrin göbeğinde yaşamaya devam ederim. param var lan. gitmek zorunda değilim diye düşünürüm. neyse, barın sahibi olma ihtimali yüksek olan adam kanal değiştiriyor. kanal değiştirirken tecvidli kuran seti reklamı çıkıyor. adam biraz izleyip sonra kanal değiştirmye devam ediyor ama ben o kanalda takılıyorum.

dindar bir insanı "tecvidli kuran seti" almaktan daha çok aşağılayacak ne olabilir diye düşünüyorum barda otururken. kuranı tecvidli okumak zorluk değil, kolaylık için var. ben bu allahsız halimle kuranı tecvidli okumayı biliyorsam, bütün hayatını dine göre dizayn eden manyakların okuması gereken bir tek kitabı da düzgün okuması gerekmez mi? en azından onu bil ulan bi zahmet. çok zor demi? beyni kullanmak zor geliyor tabii. kalem şeklinde bir şey satıyorlar senin gibi gerizekalılar için. metnin üstünde gezdirdiğinde vızıldayan bir ses çıkıp kuran okuyor. o kadar image processing, text processing, text to speech araştırmasının geldiği nokta insanı biraz güldürüyor ama bu muhteşem seti sadece 180 liraya satan fırsatçı pezevenklerin her fırsatta bok atmaktan geri durmadığı bilimin imkanlarını kullanarak para kazanması rahatsız edici. sorsan fen bilgisi dersleri zorunlu olmasın der.

sonuç olarak, reklamlardan da bir sonuç çıkmıyor. genel bir çıkarım yapmamız gerekirse, boşuna çalışıyoruz aziz dostlarım. o kadar emek, okuma, meslek edinme, çalışma, kendinden fedakarlık etme falan yalan. paranın satın alabileceği şeylerin hepsi bayağı ve sıkıcı. bu durumda en mantıklı yatırım aracı alkol gibi görünüyor. insan 120 liraya bir şişe tiski alsa, en az 3 hafta azar azar içer. 4. hafta bünyeyi nadasa bıraksa, ayda 1 tiski anlamına gelir. sonraki ay o parayla şarap alsa, rakı alsa, insan her gününü kaliteli yaşayabilir. yoksa tamamen boşu boşuna çalışmış oluyoruz. tabii parayı rulo yapıp göte sokmak da bir seçenek.

3 yorum:

yeliz dedi ki...

okuyacağım diye öğle tatilim bitti bu ne yav:)) ama var ya çok güldüm. çıktı alıp akşam okuyayım ya da yok yav ben bu blogu takibe alayım da tıklar tıklar gülerim:)))

Adsız dedi ki...

Rükneddin, kontakt lens de alabilirsin

Bi de şunu görünce aklıma sebepsiz senin blogun geldi,
http://www.youtube.com/watch?v=dK0xK2OTAuc

Severek takip ediyoruz efendim, üslubunuza kurban.

Hüseyin Tır dedi ki...

ben ağlarım ama :')