hep böyle kitaplar olur ya, adam bir bok yapmamıştır sadece saçma sapan anılarını yazar. kitabın içinde ne bir derinlik, ne düşünce dünyamızı bir adım ileri taşıyacak bir şey... etrafın gazıyla boşu boşuna kağıt israfı. zaten bu tür kitaplarda gerçekten olan şeyleri anlatanların sayısı çok azdır ve zaten onlar da aramızdan çabuk ayrılır.
fakat ben başmüsteşar olmadığıma ve artık mezun olduğuma göre okul anılarımı anlatabilirim diye düşündüm ve öyle birazcık düşününce bir sürü travmatik anımın olduğunu fark ettim ve bunları kronolojik sırayla blogda ifşa etmeye karar verdim. şimdiden saygıdeğer müdürüm, sevgili öğretmenlerim ve sayacak sıfat kalmadığından kel kalan arkadaşlarım, kuvvet komutanlarım, vaftiz babam, tövbe estağfurullah!
neyse, bir yerden başlamak gerekirse:
1- okuma-yazmayı 3 yaş civarında öğrendiğim yönündeki efsanelerin bir uzantısı olarak ilkokul 1. sınıfı transit geçmemin sağladığı avantajlardan henüz haberdar olmasam da dezavandajlarından ilki, yaşıtlarımdan 2 yaş küçük olmamdır. bu yüzden ilkokula alışmakta güçlük çekmem doğal olarak karşılanmıştır her zaman (veya ben öyle biliyorum). neyse, ilkokul 2. sınıfın ilk haftalarında sınıf arkadaşlarım 8 yaşında abiler ablalarken 6 yaşında olan bendeniz, entellektüellik mücadelesinin ilk haftalarında, terlikleri daha güzel göründüğünü düşündüğüm için ters giymemle dalga geçen bir sınıf arkadaşımla kavga etmekteyken hitler bıyıklı müdür yardımcısı ve aynı zamanda müzik öğretmeni olan zat-ı muhterem feyyaz örtmen (blogun sağ üstünde görülen frankenstein) duruma müdahale etme kararı alır. bu sert mizaçlı führer'in en önde oturan şahsıma bir hışımla yaklaşıp bir anda sağ elini kaldırıp "arbeit macht frei!" diyeceğini tahmin etmemden ötürü mü bilinmez bu ifadeden daha kolay bir soru cümlesine hazırlıksız yakalanmıştım: "adın ne?" o dönem, adımın ibrahim olduğunu ben dahil herkes biliyor sanıyordum, yanılmışım... en azından ben dahil değilmişim. biraz (!) korkudan olsa gerek, verdiğim "ismail" cevabıyla her ne kadar doğru cevaba yaklaşmış bile olsam tevrat'ta 1 nesille ıskaladığım bu cevabın cezası bütün sınıfın yarılmasıydı tabii ki. hz. musa gelse bu denli yaramazdı... bu cevapta bir terslik olduğunu sezen müdür yardımcısının o dönem için ufak tefek oluşumdan dolayı bana vurmaması benim avantajımaydı. daha sonra çağrılan velilerim yine beni bu dertten kurtarmışlar, 7 yaşına yakında basacağımı söyleyip iyi mi etmişler, kötü mü etmişler bilinmemektedir.
2- ilkokuldayken kantini işleten adamın 7up marka gazozu "tup" diye okuması geldi aklıma... bildiğin tup diyordu da biz mi yanlış biliyoruz diye tereddüt ediyorduk. leblebi tozu isterken bile tereddüt ederdik yani acaba onun da kantinci jargonunda jenerik bir adı mı var diye... çünkü leblebi tozu nedir lan?
3- yine ilkokuldayken tsubasa'da çekilen süper şutlara özenip 3 kişi birleşerek topa vuracak ve topun arkasından alev çıkartacaktık. bu bağlamda beden eğitimi dersinde hocanın verdiği sarılı mavili voleybol topunun başına ben de dahil olmak üzere 3 kişi geçtik: bendeniz, bülent, ferhat... çekeceğimiz şutun olası ihtişamından olsa gerek, bayağı gerilmiş olacağız ki 7-8 adım koştuk topa doğru. o, her birimizin birer tsubasa, benjamin, misaki, genzo wakabayashi olduğu büyülü anın sonunda ben ayağımı boşluğa salladım ve az kalsın bacağım çıkıyordu sanırım. ferhat da top yerine bülentin ayağına vurdu ve bülent de o darbenin etkisiyle topa dokundu ve top 2-3 metre gidip durmuştu. kaledeki gökhan wakabayashi ise şapkası gözlerini kapattığı için hala topu beklemekteydi... (bunu başka bir yerde daha anlattığımı sanıyorum ama nerede olduğunu hatırlamıyorum... çok büyük bir etki bırakmış)
4- yine ilkokuldayız... yanlış hatırlamıyorsam 3. sınıfta derste bitmek tükenmek bilmez iletişim faaliyetlerimdeyken, yani önümde, arkamda, yanlarımda kim varsa onlarla konuşma halindeyken hoca (o zamanki adıyla örtmen) 1 uyarıyor, 2 uyarıyor ve en sonunda delirip (normal zamanda da pek normal olduğu söylenemezdi gerçi ama...) beni yanına çağırıyor. eline plastik bir cetvel alan gözü dönmüş nasyonal sosyalist ekolün eğitim neferi bu cetveli elimde uygulamak suretiyle elimde ince uzun bir çizgi bırakıyor ve cetveli de kırıyor (öğretmenim canım benim canım benim) ama asıl bomba burada tabii... bu utanmaz, riyakâr şiddet yanlısı, daha sonra elimde kırılan cetvelin aynısından alıp ertesi gün okula getirmemi talep ettiğinde aldığı cevap sivil itaatsizlik kavramına çağ atlatacak cinsten: "öyleyse sen de sigarayı bırak!" bu alakasız cevabı ben şahsen hatırlamasam da sonradan çağrılan velilerimden duyduğum kadarıyla böyle bir cümle sarf edilmiş. tabii elimi kenara çektiğimde altındaki masaya çarpıp kırılan cetvelin izinin masa yerine elimde olmasının açıklamasını da stephen hawking'den bekliyoruz...
5- orta 3'te ev ekonomisi adlı saçma dersteyiz: onun pratik hayatta biraz daha naif kalan karşılığı olan ticaret dersindeki üstün başarımın aksine ev ekonomisinde bir türlü isteneni veremeyen bendeniz, dönemin sonundaki son projeyle hocanın ağzını kapatma derdine düşer... proje şudur: uzaktan kumandalı arabadan sökülen motora plastik uçak pervanesi takılır ve o da kartondan bir ev maketinden geçirilir. böylece hocanın masasına koyup en arka sıradan yönetebileceğim bir yel değirmeni yapmış olacağımdır. şimdiye kadar ev ekonomisi dersinde en sofistike çalışma olarak vitray boyayla, ancak kim olduğu sorulduğunda öğrenilen atatürk resmi çıkarmış okulun bilim tarihine geçecek bu proje, yastıklara daha çok tunus bayrağını andıran türk bayrağı çizip boyayan erkek çocuklarının ve yapma çiçek yapıp okula proje diye getiren kız çocuklarının çalışmalarını pervanesinde parçalayacak bir teknolojik buluş olarak not haneme altın harflerle yazılacak ve lgs puanıma katkıda bulunacaktır. fakat işler böyle mi gider? hayır! dünyanın en gıcık ve bekarlığı başına vurmuş hocalarından biri olan, şahin k kadar testesteron salgıladığına emin olduğum fatma hocamız bu çalışmanın hiç emek gerektirmediğini söyler ve yapma çiçeklere 100 puan verirken benim çalışmamı 55 puanda bırakır. ben de artık nasıl manyakça sinirlendiysem plastik pervanenin kanatlarını sökmeye başlarım ve bu sırada parmağımda bir yara açılır. etrafımdaki insanlardan yara bandı dilenirken bizim sınıftaki begüm bende var der, demekle de kalmaz elime kendi elleriyle sarar yara bandını... işi son derece ağırdan alması ve yumuşak dokunuşlar eşliğinde sürdürdüğü işlem sırasında şahsıma oldukça yakın durmasından anlaşılmıştır ki kızlar ancak öküz tiplere bakar (inanmayana o zamanki halimin bir fotoğrafını bulup gösterebilirim)
ayrıca mazlumun ahının izafiyet teorisine takılmasından dolayı, bir yıl sonra bir arkadaşımla yolda giderken bu çılgın bakire fatma hocamızın 2 kolunu da kırdığına şahit oluruz. tam karşımızdan geçen hocamıza sırıtarak ve en laubali ses tonuyla "hayırlı olsun çok yakışmış hocceaaam" demem ise içimdeki intikam volkanını dindiren yegane unsur olmuştur.
6- yine orta 3, müzik dersindeyiz. müzik hocamız psikopat hasan basri ayla (gerçekten psikopattı) herkese sırayla flütten sözlü yapıyor, yılan hikayesi jenerik müziklerinin, ılgaz anadolunun sen yüce bir dağısın'ların, uzaktaki bir köy hakkında yazılan determinist okul şarkılarının kulak tırmalayan melodileri mayısın sıcağında bunalan genç bünyeleri iyice nakavt ediyordu. 2. haftanın sonunda 820 numaralı öğrenci olan bana sıra gelmişti. benim de kapı zilini bile zor çalan bir yeteneğe sahip olduğum düşünülürse flüt çalıp çalamayacağım aşikârdı. o büyülü an gelmiş, hoca 820 numaralı öğrenciyi çağırmıştı. ilkokul 2. sınıfın aksine, uzun boydan ötürü en arka sıraların birinde oturan ben, o uzun mesafenin avantajını sonuna kadar kullanmaya çalışmış, o mesafede deepblue - kasparov maçında çıkabilecek toplam hamleden daha fazla sahtekarlığı aklımdan geçirerek yavaş adımlarla ilerliyordum. hoca not defterini açmış, adeta berlin filharmoni orkestrasının şefi simon rattle'ınki gibi beyaz, karışık saçlarla masasında bekliyordu. mayıs sıcağınını daha çekilmez hale getiren nemli rüzgarın kaldırdığı toz zerreleri açık camdan içeri girmiş, hocanın gözlüğüne yerleşip içeri giren güneş ışığıyla parlıyor, hocayı daha da korkunç ve yıkılmaz bir hale sokuyordu... işte o anda aklıma dahice bir plan geldi! hoca ne çalacağımı sordu ve ben de geçen hafta "sunalar" şarkısını çaldığımı söyledim ve hocaya konuşma fırsatı bırakmaksızın patolojik bir şekilde "mi-mi-la-sol-la mi-mi-la-sol-la" diye notalarını saymaya başladım. hoca ikna olmuş gibiydi. sonra son ikna atağımı da yaparak "hay allah bilseydim flütü de getirirdim ama geçen hafta çaldım diye..." deyip bir mahzun bir yüz ifadesi de takınınca hoca ikna olup 5'i basıverdi ve ben de 5.00 ortalama tutturmaya bir adım daha yaklaşmış oldum!
7- lgs'de anadolu lisesine gitmeye hak kazanmıştım. fakat bu demek değildi ki orada kural dışı eylemlerle, dayak ve küfürle karşılaşmayacaktık... lise 1. sınıfta bizim espri anlayışı ders esnasında mastürbasyon yapmaya bile izin verecek kadar gelişmiş sınıf arkadaşlarımız yeni bir sürprizin peşindeydi: osuruk bombası! ortaokul - lise terminolojisinde hiroshima - nagasaki etkisi yaratacak bu eylem gerçekten cesaret isterdi. duyar duymaz hepimizin kanı çekilmişti bilakis... teneffüsten sonra ders bütün şiddetiyle ilerliyor, sualler, cevâblar birbirini kovalıyordu. tam bu esnada bomba arka sıralardan salındı ve sınıfı bir ko(r)ku sarmaya başladı. o birkaç saniye içinde sınıftaki bir arkadaşımız fenalaşmış, birisi sıranın altına kusmuştu. işler kontrolden çıkıyordu! hoca durumu fark etti, camları açtı ve yüzünde bir iğrenme ifadesiyle müdür yardımcısının odasına koştu. hepimiz heyecanla bekliyorduk. adeta 2. dünya savaşı tersine işliyordu! önce atom bombası atılmış, sonra bir holokaust olacaktı! müdür yardımcısı elinde bir sunta parçasıyla geldi... üzerinize en ufak bir iftira atılmasının bile vücudunuzda ve zihninizde derin izler bırakacağı çok değerli bir andı o an. lacan'a göre gerçek buydu işte! toplu halde yutkunulursa camların titrediğine ben o zaman şahit oldum. sonunda, dehşete düştüğümden nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde failler yakalandı ve inanılmaz bir şekilde dövüldüler. öğrencilik hayatımda çok dayaklar yedim, birçok dayağa da şahit oldum ama böylesini gerçekten görmemiştim! kalınlığı en az 5cm olan sunta parçasıyla bacaklarına bacaklarına vurmuştu müdür yardımcısı ve disiplin cezası almışlardı... bu da korku dolu bir anı olarak hafızada kaldı...
8- bu anımız ise üniversite eğitimim sırasında... 2. sınıftayken sınıfa aile planlama bilgilendirme ekibi gibi bir şey gelmişti. zaten uzmanı olduğumuz konular hakkında uzun uzun konuştuktan sonra gitmeden önce her öğrenciye birer prezervatif veriyorlardı. sınıfta 90 kişi civarı olduğumuz için tam benim yanımda oturan arkadaşımda sonuncusu da verilmiş, bana kalmamıştı. o absürt havada ne yapsanız sırıtmayacağı için arkadaşıma "nasıl olsa hiçbir zaman kullanamayacaksın" diyerek ona verileni ben almıştım. tabii 90 civarı kişi, hocamız ve aile planlama ekibi canhıraş kahkahalarla tepki verdiği için arkadaşımız kızarmış falan ama ne geri istemeye ne de cevap vermeye cesaret edebilmiştir. böyle de iğrenç, hayvan, patavatsız ve bir o kadar da laubali bir insanım, evet.
sonra bir gün britanya reis-i cumhuru geldi. dedim ne lan bu hal? siktir git bir daha gelme! müsteşarlık zor iş, zirâ beşerî sûrette türlü mahlûkat ile alâkadar olma hâli teşekkül ediyor...